20 Eylül 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Röportaj

KEMALİSTLER SUÇLULARINI ADALETE TESLİM ETSİNLER

“Kemalizmin irrasyonel olduğu üzerine konuşup tartışanların sayısı geçen seneye oranla arttı. Seneye daha da artacak. Kemalistler söz sahibi olmak ve sayılmak istiyorlarsa öncelikle Kemalizmin ürettiği suç mekanizmalarının suçlularını adalete teslim etmeleri gerekir. Bu gerçekle yüzleşip hesabını verdikten sonra birşeyler söyleyebilirler. Bu kadar zulmün üstünü örterek yeni söylemler geliştiremezsiniz.”

PROVOKASYONLAR, “DEVLET”

OPERASYONLARIYDI

“Binlerce faili meçhul cinayet işlendi, ancak suçluları bulunamadı. Alevî, Sünnî veya Türk-Kürt çatışması provokasyonlarının devletin illegal örgütlerinin ‘operasyon’ları olduğu defalarca belgelendi. Bunları soruşturmaya çalışanlar 80 öncesinde katledildi. 2005’te de Şemdinli’deki provokasyonu sorgulamaya çalışan savcı azledildi.”

Bugün sistem tartışması hâlâ güncelliğini koruyor. Kemalist sistem ne kadar güçlü? Sivil siyaset ne bu sistemi değiştirmeye muktedir? Yeni dönemde Türkiye’de neler olabilir? Bütün bu ayrıntıları Yazar Leyla İpekçi ile analiz ettik. İpekçi değişim isteyen herkesi AKP destekçisi olarak görmenin yanlışlığına vurgu yaparken, ülkenin çıkarları için iktidarla uzlaşabileceğini söylüyor….

Yeni dönemde siyaseti nasıl görüyorsunuz?

Görülen o ki artık insanlar kan siyaseti istemiyor. Muhalefetin kan üzerinden yürüttüğü siyasetin çöktüğünü düşünüyorum. İnsanlar ne doğuda, ne batıda artık savaşmak istemiyor. Toplum, barış konusunda önemli mesajlar veriyor.

CHP’nin “Türban Sorunu”nu biz çözeriz yaklaşımını nasıl buluyorsunuz?

411 milletvekiliyle kabul edilen yasanın CHP tarafından Anayasa Mahkemesine götürüldüğünü ve iptal edildiğini düşünürsek, bugün bu söylem değişikliğini CHP adına bir yere kaydetmemiz gerekiyor. Demek ki o günden bu yana artık başörtüsü sorunu CHP tarafından kabul edilmiş oldu! Ancak sorunun çözümüyle ilgili Kılıçdaroğlu’nun “Uzmanlarımız çalışıyor” sözünden başka bir şey işitmedik. Kaç kuşaktır mağdur olan kızların problemlerini CHP çözecek diye iktidar olmasını bekleyemeyiz. Bu mağduriyetin kim tarafından giderilirse giderilsin bir an önce giderilmesi gerekiyor. CHP bu konuda samimî ise anayasal düzenlemelere katkı sağlayabilir!

Kılıçdaroğlu’nun partinin yapısını aşamadığı da söyleniyor. Kendi partisinin mağduru bir lider de çok enteresan…

CHP kendini ne kadar demokratikleştirirse Türkiye’nin hayrınadır. Onun için parti içindeki yeni söylemleri dışlamamak lâzım. CHP’nin mevcut kadrosuyla bu nasıl olacak belli değil. Örgüt daha kendi liderine oy kullandırmayı bile başaramadı.

MHP açısından siyasî gelişmeleri nasıl

yorumluyorsunuz?

MHP’nin en büyük problemi, kendi varoluşunu neredeyse giderek CHP’nin ulusalcı, laik, seküler söylemine kaptırma riski. MHP devletçi ve Kemalist söyleme Kürt açılımı günlerinden beri çok sert bir biçimde çanak tuttu. MHP’nin milliyetçi-muhafazakâr ve 12 Eylül öncesiyle sonrasının çilesini çekmiş geleneksel tabanı gün geçtikçe değişimden yana çözülüyor. MHP’nin kalesi denilen illerde ‘evet’lerin fazla çıkmasını iyi tahlil etmek gerek. Eski ülkücü lâfına kızıp “Ben hâlâ ülkücüyüm, ama değişimden yanayım” diyen insanların sayısı çok fazla. Bunları MHP’nin iyi okuması lâzım.

İnsanlar kendini devletçi bir bakış açısından

kurtarıyor diyebilir miyiz?

Bir ölçüde diyebiliriz. Devletçi bakışın her zaman adaletli değil, çoğu zaman zorbaca davrandığı bu kadar biliniyorken, belki de olması gereken buydu. Hızlı bir dönüşüm içindeyiz. Bunun olumlu ve olumsuz tarafları da var. Muhafazakârlar içinde demokratlaşan bir soluk duyulduğu aşikâr. Anadolu’da hızlı bir değişim yaşanıyor, artık insanlar eskiye oranla kendi adlarına söz söyleyecek güçte hissediyorlar kendilerini. Kendi isteklerini ifade edebiliyorlar. Türkiye’nin Batısından gelip Urfa’daki havalimanını görenler hayretler içinde kalabiliyor hâlâ. Artık şaşırmamaları gerek! Çok müthiş bir dinamizm ve hareket var. Cumhuriyet tarihi boyunca hasıraltı edilen gerçekler de ortaya çıkıyor, sıva dökülüyor. Ben buna “Hakikatin hareket hali” diyorum.

Bu değişime karşı direnenler de var, ama

Batı sahillerinde aynı hareketi, dinamizmi ve kendi hayatının kodlarını kendi oluşturma gayretini göremiyorsunuz. Hayat tarzlarının ellerinden gideceğini sandılar ve kendilerini savunmaya aldılar. Seküler-laikçi bu duruş aslında yapıcı bir fikir de üretemediği için, toplu bir histeriye dönüşüyor zaman zaman ve çok sert olabiliyor. DTP konvoyuna taş atmak gibi. Başörtülü bir kıza lâf atıp onu aşağılamak gibi. Ne üretilmiş bir alt kültür görebiliyorsunuz ne de hayat çoğullaşabiliyor. Devlet ve orduya sırtlarını dayamaya devam etmek istiyorlar. Ama onların sırtını dayadığı kurumlar kendi içlerindeki suçluları yargıya teslim etmedi henüz.

Hayata böyle bakmanın sonucu nedir?

Bu da bir şekilde halkından kopmaktır. Ve gerçekleri öğrenme gibi bir derdiniz de kalmıyor o zaman. Bu, insanın kendine bakışını da körleştiren bir durum. Bugün gördüğümüz apolitik histeri değişime ve her şeye itiraz noktasında kendine körlüğü de beraberinde getirdi. Kılıçdaroğlu da bu apolitik histeriye oynadı işte. Değişmesi planlanan maddelere karşı ahlâklı bir itiraz noktası bulamadı. 22 Temmuz seçimlerinden sonra CHP’nin bundan ders çıkarıp güçlü bir muhalefet geliştirmesini bekliyorduk. Ancak bugüne dek—Baykal’ın skandal istifası dışında— bir şey değişmemişe benziyor.

Toplumsal anlamda baktığımızda değişimi kültürümüzden bir kopuş gibi algılayanlar da var

Kültür canlı bir şeydir. Sadece maziden malzeme devşirmekle olabilecek bir şey değildir. Zamanın ruhu da kültürün bir parçasıdır. Öte yandan “Ben yaptım oldu kuşağı”na eleştirel bakıyorum. Çünkü kültür sadece bugüne ait de bir şey değildir, gelenekten beslenir. Hayatın bugününe dokunmak bugünün ruhunu kuşatmak da gerekir. Bu yöndeki tartışmalar belki seksen senedir geleneklerimizden koparılmış olan bağı canlandırmak açısından iyidir. Bugünü ifade etmenin dilini eskiden aldığımız terimlerle de besleyerek... Yani yeni kelime terkipleriyle de besleyerek üretebilmek için bir fırsattır.

Siz de bir çok kez değişimi desteklediğiniz için

iktidar destekçisi olmakla itham edildiniz, ancak biliyorum ki sizin hükümete karşı büyük

eleştirileriniz oldu. Nedir bu eleştiriler?

Tayyip Erdoğan açılım sürecinde “Dağdaki insanların annelerinin acılarını da anlıyorum” demişti. “Kayıp anneleriyle de konuşur musunuz?” denildiğinde “Orda örgüt propagandası yapılıyor” diyerek geri adım attı. Eğer açılımdan bahsedeceksek ister örgüt temelli, ister başka güçlerin güdümünde olsun, ne temelli olursa olsun bu acıların annelerin acıları olduğunu idrak etmek gerekir. Başbakanın bu konularda daha cesur bir yüreği olmalı. Bu süreçte muhalefetle karşılıklı çok kabalaşıldı. Eleştiriye hak edecek bir çok söylemleri oldu, ancak asıl olanın başbakanın sesinin daha katılımcı ve çoğulcu bir sese bürünmesi gereğiydi. Bunu yapmadığı andan itibaren de Ergenekon’un bekçileri tarafından baskıyı yiyor. Yeniden faili meçhullerin yaşanmaması, PKK şiddetinin—bazı karanlık odaklar tarafından kullanılarak—artmaması için Tayyip Erdoğan ve partisinin usul usul geri adım atmadan Türkiye’yi demokratikleştirecek adımları atması gerekir.

Muhalefetin halktan uzak oluşu da AKP’nin işine yarıyor diyebilir miyiz?

Muhalefet tarafından, değişime destek veren insanlar “AKP güdümlü kuruluşlar” olarak adlandırıldı. Bu insanların direkt AKP’den yana değil de, çoğulcu ve katılımcı bir yönetimden yana, Türkiye’nin demokratikleşmesinden yana olduklarını görmezseniz hiçbir muhalefet sergileyemezsiniz. Eğer yeni yapılacak anayasa AKP anayasası olmamasını istiyorlarsa muhalefetin de taşın altına elini koyması gerekir. Artık bizim “Yeni yapılacak anayasayı o mu bu mu yapacak?” yerine içeriğini tartışmamız gerekir.

Artık yeni anayasa yapılmasının gereği, bunu AKP’nin yapıp yapmamasını tartışma lüksünün çok ötesinde. Vicdanî duruş, demokratik bir anayasanın kim tarafından yapılırsa yapılsın ortak müzakere edilmesi konusunda birleşiyor. Artık insanların bir tek şehit cenazesine tahammülü kalmadı. Bizzat Kürtler arasında da demokratik siyaseti savunanlar artıyor. Kürt siyaseti çoğullaşıyor. Örgüte bu konuda eskiye oranla daha mesafeli bakanlar artıyor. Muhalefetin bunları iyi okuması gerekir. AKP’nin de geçmiş siyasî yanlışlarından ders aldığını umuyorum.

Bu kadar yanlışlara rağmen hâlâ iktidarda olmasını neye bağlıyorsunuz?

Normal koşullarda, bu kadar hızlı değişimin yaşandığı bir ülkede AKP’nin çoktan yıpranmış olması gerekirdi. AKP neden yıpranmadı diye tekrar tekrar düşünmemiz gerekir. Bu sorunun cevabını bulma noktasında AKP düşmanlığı bize izin verirse, zihnimizdeki bloklara ket vurmazsa, toplumun hatırına yeni anayasa konusunda bir araya gelmemiz daha kolay olur. AKP toplumsal değişimleri yakaladığı oranda başarılı ve kucaklayıcı, gerisine düştüğü oranda ise agresif ve tutarsız. Yeni yapılacak demokratik bir anayasadan sonra AKP’nin yıpranma dönemi başlayabilir.

Neden iktidarı sarsacak demokratik bir muhalefet oluşmuyor?

AKP gıcıklığı sağlam bir zemine ve elle tutulur bir muhalefet diline dönüşemiyor ki. Siz yapılması tartışılan açılıma daha ilk günden “ihanet açılımı” derseniz oradaki insanların sesini de duymaz olursunuz. Türkiye’de değişimi isteyen birçok dip akıntı var. Siz bunlara da AKP’li dediğinizde güçlü bir muhalefet dili oluşturamazsınız. Muhalefet AKP’ye olan eleştirilerinin altını sağlam bir şekilde doldurmalıdır. Demokrasi konusunda eksikliklerini dile getirmek yerine bizde muhalefet tam tersi taraftan siyaset izliyor.

Sizce sistemin eski sahipleri hâlâ kendilerini güçlü hissettikleri için mi demokratik bir anayasa çalışmalarına katılmıyor?

Türkiye kendi burjuvazisini oluşturmada çok geç kaldı. Senelerce bürokratik ve yönetici elitin, homojen bir sermaye sınıfının elinden çıkmış bir sanayiye, kültür ve sanata mahkûm kaldık meselâ. Ama artık hayat bunu kaldırmıyor. AKP değil MAKP olsaydı da Türkiye bu süreçten geçecekti. Siz toplumun soluk almasını nereye kadar bastırabilirsiniz? Sistemin eski sahiplerinin gücü giderek azalıyor. Seslerinin çok çıkmasının nedeni de bu. Artık hakikatin hareket hali topraktan pıtırcık gibi çıkıyor. Dediğim gibi, AKP bu değişime bazen ayak uyduruyor bazen de gerisinde kalıyor. Çok yanlış yapıyor. AKP gitse de, toplumdaki hareket halini geri çevirmeniz, üstünü toprakla örtmeniz mümkün değil. Muhalefet bunu anlasa yetecek!

Yani bu değişim AKP ile alâkalı değil diyorsunuz?

Kısmen alâkalı, kısmen değil. AKP bu değişimi okuduğu oranda kendini dönüştürebiliyor. Partiyi farklı eğilimli insanların desteklemesi de kuşkusuz bir başka etmen. AKP’nin iktidarda olmasını muhalefetin yetersizliğine indirgemek eksik kalır bence

AKP’nin mağdur olma söylemini kullanarak

iktidarda kalma süresini uzattığını düşünüyor musunuz?

Söylemi kullanıyor olabilir yer yer. Ama sistem de onu bir dakika mağdur etmeden durmuyor ki! Ya haksız bir kapatma dâvâsı, ya şişirilmiş bir ülkeyi bölecek korkusu, ya laiklik elden gidiyor histerisi... Küresel bir aktör olmaya çalışıyor, komşularımızla ilişkileri düzeltmeye çalışıyor bu sefer de “eksen kaydı” diyorlar. IMF’den borç almıyor, anti emperyalistlerin sevinmesi gerek, ama hayır, bu sefer de IMF’den borç alınmasını isteyen TÜSİAD’a karşı olduğu gündeme geliyor! AKP’nin küresel bir aktör olduğu oranda İslâmî duyarlılıklarının azaldığına dair itirazlar da var meselâ. Bunu gündeme getirenleri duyamayız ki böyle bir ortamda. Bizzat AKP karşıtı bir derin yapılanma AKP’den kurtulma yöntemleri geliştirirken, AKP’yi aslında kendi elleriyle mağdur bırakıyor! Biz de AKP’yi eleştirmeye başlayamıyoruz.

Hakikaten mağdur olduğunu düşünüyor musuz?

Büyük tabloya baktığınızda kendi işleyişlerini yürütmeleri açısından elbette mağduriyetleri yok. AKP hakkında bazı yolsuzluk dosyaları olduğu da söyleniyor. Kadrolaşma iddialarının bir kısmı abartı olsa bile, her iktidarın yaptığı gibi deyip geçmemek, hakkaniyet ölçünüsünün dışına taşmış uygulamalar varsa, tesbit etmek de gerekir kuşkusuz. Ancak Askerî Şûrâ konusundaki, 27 Nisan Muhtırası konusundaki tavırlarını olumlu buluyorum. Bu ülkeyi yönetenler hiçbir zaman seçilmiş hükümetler olmadılar, hep durduruldular. Bu sadece AKP’nin mağduriyeti değil. Ecevit, Demirel, Özal sistemi değiştirmeye çalıştığında sistem kendi aktörlerini devreye soktu.

Bu sistemin içinde bütün siyasî partiler hep mağdur olmuştur. AKP döneminde bazı şeyler gün yüzüne çıkıyor, çünkü artık hayat bunu taşıyamıyor. Sistemin bu vesayetçi anlayışının sivil uzantıları olduğunu da söylemek gerek. Yıllarca biz bu vesayetçi anlayışı içselleştirerek yaşadık. Binlerce faili meçhul cinayetler işlendi, ancak suçluları bulunamadı. Alevî, Sünnî veya Türk - Kürt çatışması çıkaran provokatörlerin devletin illegal örgütlerinin ‘operasyon’ları olduğu defalarca belgelendi. Bunları soruşturmaya çalışanlar 80 öncesinde Doğan Öz gibi katledildi. 2005’de de Şemdinli’deki provokasyonu sorgulamaya çalışan savcı azledildi. Bu konularda yazıp çizenlere yıllardır iftiralar atılıyor. Azınlıklar fişleniyor, Kafes ve Balyoz planlarından öğrendiğimiz gibi, birçok suikastlar planlanıyor. Patlamamış bombalar ele geçiyor. Ve suçlular her seferinde zamanaşımına uğruyor! Bunların hesabı sorulamadan on yıllar geçti. Şimdi iktidarın kendi çıkarları için sistemle uzlaşmayacağına güvenbilir miyiz? Keşke uzlaşmasa! Bu sistemde siyasî anlamda çileler çekmiş ancak sonra sistemle uzlaşmış birçok siyasetçi var.

Sivil toplum demişken 28 Şubatta TÜSİAD’ın

rolünü artık bilmeyen kalmadı. Siz TÜSİAD’ın yeni dönemdeki rolü konusunda neler söylemek istersiniz? Üstelik artık kadın söylemi hakim

Kısa bir cevap vermek istiyorum. Referandumdan evet çıkınca borsa coşmuş. Borsa coşunca TÜSİAD’a kayıtlı olan iş adamalarının hisseleri tavan yapmış! Sözler boşuna...

Peki başkanının bir kadın olması ve kadın söyleminin daha uzlaşmacı olduğu varsayılırsa uzlaşmayı beraberinde getirir mi?

Kadın duyarlılığı falan filan… Bu işler erkek diliyle oluyor. YARSAV’ın başına da kadın getirildi. Politikayı üreten, onu getirip bunu götüren erkekler. Türkiye’deki politik dil öncelikle hepimizin algısını hadım ediyor. Zaten iktidar çabasının kendisi eril bir dildir. “Kadın getirelim farklı olsun” anlayışının bir teselli olduğunu düşünüyorum. Kadın kendi dilini konuşsa da onu işiten dil eril olacak hep!

Peki kadınların bu konuma getirildiğinde daha kötü netice verdiğini düşünüyor musunuz?

Getiriliyorlar. Gelmiyorlar ki! Erkeklerin çekildiği, at koşturmak istemedikleri yerlere kadınlar geliyor. Lütfen buna dikkat edelim. TÜSİAD’a kolay başkan bulunamıyor iki dönemdir. Erkeklerin iktidar söylemlerinin çok yıprandığı dönemlerde kadınları getirmek sadece bir makyaj niyetiyle olmamalı...

Yani bir çeşit ateşkes dönemi mi?

Ben kadınların kadın oldukları için değil de işin ehli oldukları için bir yerlere gelmesini istiyorum. Pozitif ayrımcılık meselesinde de bu şerhi her zaman düşüyorum. Hakkıyla olmadıktan sonra orada kadın olmuş erkek olmuş ne anlamı olabilir ki!

Bunca tartışmadan, yasa değişikliğinden sonra Türkiye’yi nasıl görüyorsunuz? Artık Ergenekon dönemi bitti diyebiliyor musunuz?

Diyemiyorum “Burası Türkiye” diyorum. İktidarda kalmak için çabalamak insanı bozan, kirleten bir şey zaten. Buna soyunan her parti risk altındadır ve her zaman sistemle uzlaşmayı seçebilir. Toplumda geçirdiğimiz seksen senenin bir faşizm tarihi olduğu bilinci henüz üst sınıflarda yok. Nişantaşı’nda dışarı çıkıp “28 Şubatta ne olduğunu” sorun bilmiyorlar. İnsanların hafızasında sadece 28 Şubat adı var. Anlatıyorsunuz duymuyorlar. 12 Eylül’de ne olduğunu da bilmiyorlar. “Terör, anarşi vardı bitti” diyorlar. Halkı bu kadar cahil bırakmamak halkta bir bilinç oluşturmak gerekir.

Bunun yanında çok güçlü bir muhalefet diline ihtiyacımız var. AKP’nin geri adım attığı yerde onu devam ettirecek bir sese. CHP muhalefet dilini değiştirmediği sürece AKP böyle kalır. Ancak CHP kendini değiştirdiğinde AKP içinde de yıpranmalar başlayacaktır. CHP’nin bu tavrı yeni partilere de ihtiyaç bırakmıyor! CHP bu açıdan da Türkiye’ye büyük kötülük yapıyor.

Mağduriyet diliyle iktidarda kalmayı da

unutmamak gerek galiba

O yüzden karşısındakine, kimliğine, ideolojisine göre değil de, vicdanıyla bakmaya çalışan insanlara ihtiyaç var. Vicdanını kapatmayacak, hakkaniyet, adalet talebi olan insanların sayısının artması gerek. Kendini salt siyasî bir alana hapsetmeyen, değişimi destekleyen erdemliler ittifakına ihtiyaç var. Sadece kendi yaşamayan, yaşatmayı arzulayanların ittifakına...

Seneler öncesi görüştüğümüzde zihin altımızı

Kemalist söylem yönlendiriyor demiştiniz. Aradan geçen bunca zamana rağmen bir şeyler değişti mi?

Yine büyük oranda böyle. Ama eskiye oranla daha fazla eleştirel bakılıyor artık. Aslına bakarsanız her yıl bu soruyu sormamız gerekiyor. Kemalizmin uzun zamandır canlı bir mekanizmaya dönüşemediği ve dönüşemeyeceği üzerine, bunun irrasyonel olduğu üzerine konuşanların ve tartışanların sayısı geçen seneye oranla arttı. Seneye daha da artacak.

Kemalistler eğer bugün söz sahibi olmak ve sayılmak istiyorlarsa öncelikle Kemalizmin ürettiği suç mekanizmalarının suçlularını adalete teslim etmeleri gerekir. Bu gerçekle yüzleşip hesabını verdikten sonra bir şeyler söyleyebilirler. Bu kadar zulmün üstünü örterek yeni söylemler geliştiremez, hep kendinizi tekrar edersiniz.

H. HÜSEYİN KEMAL

[email protected]

Yeni Asya’nın yayın hayatına başlaması Zübeyir Ağabeyin gayretiyle oldu

Yeni Asya’nın yayın hayatına başlaması Zübeyir Ağabeyin gayretiyle oldu...

Risâle-i Nur eserlerini okumanız sebebiyle cezaevi hayatınız oldu mu?

1960 ihtilâlinde bir ara gözaltına alındım. Şöyle oldu: Biz vazifeli olarak değişik yerlere gidiyorduk. 10 günlüğüne, 5 günlüğüne Ankara’ya çok giderdik. Dışkapı’da o zaman Said Özdemir’in ilgilendiği bir dershane vardı. Ankara’ya vazifeli gittiğim bir gün o dersaneye gittim. Elimi kapıya attığım gibi daha önce oraya giden polisler beni alıp götürdüler. Bir iki gün kaldım gözaltında. Tabiî başkaları da gözaltına alınmıştı. Sonra bir kısmını tutukladılar, bir kısmını serbest bıraktılar. O zaman Av. Bekir Berk duymuş ve bizi savunmak için Ankara'ya gelmişti.

1982’de yine burada (Cerrahpaşa’da) bir Salı günü dershanede sohbet ediyoruz. Baktım, dışarda bir hareketlilik var. “Her halde baskına geldiler” dedim. Buradaki gençlerin bir kısmı başka yerlere gitti. Meğer bizim eve gelmişler. Beni alıp Gayrettepe’ye götürdüler.

O dönemde Can Alpgüvenç, bazı talebelerle ilgileniyordu. Bir gün Mehmet Kutlular ona demiş ki: “Her önüne gelene kitap okutturma, tedbirli ol.” O da “Birşey olmaz” demiş. Derken ‘ırkçı’ düşünceye mensup öğrencilerden biri “Bunlar Nurculuk yapıyor” diye bizi şikâyet etmiş. Şikâyet edince baskına uğradık.

Bizi Gayrettepe’ye götürdüler ve Selimiye’ye gideceğiz diye beklerken her gün yeni bir baskınla yeni Nur Talebelerini getirmeye başladılar. Derken bir ay boyunca Gayrettepe’de gözaltında kaldık ve sonunda Selimiye’ye sevk ettiler. Selimiye’de bir koğuşa koydular. Kenarlarda yatak var, ortası boş. Bütün iş orada yapılıyor. Yemeklerimiz, namazlarımız hep orada. Bir tarafa geçiyoruz, yüzbaşı geliyor yoklama yapıyor ve ismin okununca öbür tarafa atlıyorsun. Meselâ, “Ali Demirel!” diye bağırıyor; “Burda komutanım” deyip öte tarafa atlıyorsun. Oraya gittikten 3 gün sonra hakim karşısına çıktık. Selimiye’deki askerî mahkeme yani...

Selimiye’de şahit olduğunuz bir ‘kuş’ hadisesi

varmış, onu da anlatır mısınız?

Tabiî, Üstad’ın muhtelif mektuplarında ‘kuş’lardan bahsettiğini, onların bazı haberler verdiğini hatırlarsınız. Ben onları her okuduğumda biraz şüphe ile bakardım.

Tahliye olacağımız gün koğuşa bir güvercin girdi, nereden girdiyse. Uçuyor, uçuyor, levhanın üstüne konmak istiyor, konamıyor öyle bir hâl. Yarım saat uçtu, yoruldu, sonra kayboldu. Derken Hüseyin Demirkan vardı ("Yıldızların Esrarı" adlı kitabın yazarı) onunla beni tevkif ettiler, diğer 18 kişiyi tahliye ettiler. Neyse, bizim oğlan Muhsin Demirel mahkemeye bir dilekçe vermiş. Aslında Cumartesi günü mesai değil, mahkemenin o dilekçeyi almaması lâzım. Ama aldı. Pazartesi günü oldu. Koca bir hava alma yeri var, etrafı yüksek duvarla, tellerle çevrili. Orada şarkı söylettiriyorlar herkese. Derken bir asker geldi, ismimi anons etti. “Senin bir istidân (dilekçe) varmış” dedi. “Evet, Cumartesi günü vermiştim” dedim. Hem de düşündük ki, bunda bir iş var. “Selimiye’de iki kardeş askerlik yapmış ve birbirini görmemiş” diye bir menkıbe anlatılır, böyle bir yer orası...

Biz o gün hava almaya çıkmadan önce yine bir kuş gelmiş ve bir tur atarak kaybolmuştu. Sonra tahliye olunca şöyle düşündüm: 18 kişiye yarım saat tur atan kuş, elbette iki kişi için tek tur atardı! Hiçbir şey tesadüfi değil yani.

Tahliye olduktan sonra mahkeme devam etti. Güzel bir elbise aldım, mahkeme elbisesi. Mahkemeye gittik geldik, gittik geldik. En son bir defa gitmedim ve o gün beraat ettim. Eyvah dedim, beraatin de zevkini alamadım!

Mahkemede ne ile itham ediliyordunuz?

Tabiî ki Nurculukla...

Yeni Asya'nın kurucu Genel Yayın Müdürü

merhum Mustafa Polat’tan hep sitayişle bahsedilir. Siz onu nasıl tanıyorsunuz?

Mustafa Polat, Erzurum’da genç yaşta gazeteciliğe başlıyor. İstanbul’a gelip de trafik kazasında vefat ettiğinde 29 yaşındaydı, hesap edin. Bu kadar genç insan... Gazetenin bütün işlerini o yapardı, her işinden anlardı. Çekirdekten yetişen bir gazeteci idi.

Gazete yazıları eskiden kurşun harflerle dizilirdi. Rahmetli Mustafa Polat, “Ben bu dizgileri tersinden okurum” derdi. O kadar gayretliydi. Dolayısıyla başarılı bir gazeteciydi.

Polat vefat edince, biz şaşkın şaşkın duruyorduk, “Nasıl yapacağız bu işi?” diye. O zaman Ümit Şimşek de işi öğrenmişti. “Bana bir kaç arkadaş verin” dedi. İşte, Hüseyin Demirel, Selahattin Şafak ve bir iki kişi ile gazete devam etti.

Zübeyir Gündüzalp Ağabeyin tavrı nasıldı?

Yeni Asya’nın yayın hayatına başlaması aslında Zübeyir Ağabeyin gayretiyle olmuş. “Gazete çıkaralım” diyen o. Çünkü ihtiyaç duyuldu. Meselâ, bir tanesini söyleyeyim. Sakarya’da bir müftü, “Nurculuk 163. madde aleyhinedir, o maddeye göre suçtur” anlamında bir rapor veriyor. Bugün gazetesine, “Bu yanlış bir kanaat, bunu tepkisiz haber olarak duyurma” dedik. Dinlemediler tabiî. Böyle olunca Risâle-i Nur’u savunacak bir gazeteye şiddetle ihtiyaç duyuldu. Dolayısıyla Zübeyir Ağabey bunun teşvikçisi. Fikren en büyük desteği o verirdi.

DEĞİŞİK HATIRALAR

Biraz da hatıralarınızdan bahsetseniz?

Tabiî ki. Diyarbakır’dan bir hatıra: Kurs gördükten sonra uçmak için sıraya girdik. Jetlerle uçacağız. Bir emir geldi, “Hava Harp Okuluna uçuş öğretmeni alınacak” dendi. Biz hem isteyerek hem de onların göndermesiyle Eskişehir’e geldik. Kurs gördük. Sonra okulda öğretmen olduk. Çok memleket gezmişiz. Derken Eskişehir’deki harp okulu İzmir’e nakledildi. İzmir’e vardık. Nur Talebesinin işi her yerde Nurculuk. Abdurrahman Cerrahoğlu vardı, ondan İzmir’deki Nur Talebelerini öğrenmek istedim. Onun dükkânına gidiyorum, soruyorum, meğer o kişi hacca gitmiş, “Hâlâ gelmedi” diyorlar. “Bir züccaciyeci var, senin derdini o anlar” dediler. Nurculuk sebebiyle aradığımı anlamışlar. Vardım, Mustafa Birlik diye bir züccaciyeci. Her gün gidip onunla sohbet ediyordum.

Refet Barutçu vardı, rahmetli derdi ki; “İnsanların kabiliyeti ya çıradır, ya odun. Çıra olan kibrit yanınca tutuşur, odun olunca boşa uğraşırsın.” Mustafa Birlik, mâşâallah ‘çıra’ gibiydi, bir iki ay sohbetle iyi bir Nur Talebesi oldu. İzmir’de iki kişi olduk.

Bir gün Mustafa Birlik dedi ki “Burada Erzurumlu bir çocuk var, Risâle-i Nurları tanırsa çok faydalı olur.” Bahsettiği kişi, Muzaffer Arslan idi. İki üç ay inşaatlarda çalışıyor, yıl boyu onunla geçiniyormuş. Bir gün Faik, camiye gidiyor. Namaz bittikten sonra iki imam oturuyor, bir de Muzaffer Arslan. Faik de gidip başlarında dinliyor. Bir gün İktisat Risâlesi’nden ders okunurken kendisi de iktisatla yaşadığı için çok hoşuna gidiyor ve Risâle-i Nur’a teslim oluyor.

Bir gün de uçuştan geliyorum, dediler ki: “Seni bir asteğmen arıyor.” “Kim?” “Faik Öztürk isminde biri.” Yedek subay olmuş. Ona demişler ki, “Gaziemir’de Ali Demirel’i bul.” Gelip beni buldu. Dershanede kalmış, usulleri bilen biri. Olduk üç kişi. Derken, haftada bir defa ders yapıyoruz, ya bizim evde ya da Mustafa Birlik’in evinde. Derken 11 ay sonra tekrar bize tayin çıktı, İzmir’den ayrıldık.

Sonra Ankara’ya geldik ve orada da Atıf Ural’ı bulduk. Hukuk talebesiydi. Bana dedi ki: “Ali ağabey, şu Haşir Risâlesi’ni teksir ile bassak.” Ee, teksir makinası lâzım. Makina için para lâzım, daktilo lâzım... 1955’in Kasım ayları. O zaman malî yılbaşı 1 Mart idi. Dedim ki, “Dedikodular çıkıyor. ‘Pilotların uçuş parası artacak’ diyorlar. Artarsa gideriz alırız.” Mart geldi para artmadı. O arada onun ağabeyi Kemal Ural ziraat mühendisi. O zaman Balıkesir’den tayin olmuş Taşköprü’ye. Bir gün baktım, Atıf Ural teksir makinasını bizim eve getirdi. Evde babam da var. Bu işlere muhalif. Pencereden içeri aldık. O sırada Ankara’daydık.

Aldık da bunu nasıl çalıştıracağız? Bizim evde Ali İhsan Tola, Said Özdemir, Mustafa Türkmenoğlu, Atıf Ural, ben ve bir iki de tayyareci arkadaş. Odanın ortasına koyduk, bakıyoruz. Mürekkebini koydular. Ali İhsan Tola dedi ki: “Çevir kardeşim!” Biri diyor ki “Acele kâğıt getir”, biri başka bir şey... Derken böylece biz de teksir makinasının kullanılmasını öğrendik.

Basacığız, ama Atıf ve benden başka kimse yok. Benim çoluk çocuk var... Mesaim var, uyku lâzım. Nasıl olacak? Tam o esnada oturduğum ev satıldı, ev sahibi dedi ki; "Evimden çık." Derken bir dedikodu çıktı, “Sizin filo İstanbul’a gidecek” diye. O arada benim kayınbiraderim vardı, askerî tıbbiyede. Memlekete gidiyordu, dedim ki: “İşler karıştı, şu çocukları memlekete götür.” Mesaiye gittik, ben de dahil bir kaç kişiye dediler ki “İkinci bir emre kadar uçmayacaksınız!” O da halloldu. Ee, ev işi var, ne olacak? Yeni ev sahibi de dedi ki; “Bizim çok ihtiyacımız var. Sen eşyalarını bir odaya koy, evi bize teslim et, ne zaman alırsan al.” Derken herşey halloldu.

Ulucanlar’da dershane vardı, orada akşamları mesai sonrasında geliyoruz, sabah 4’e kadar teksir makinasının başında Risâle teksir ediyoruz. Atıf dağıtıyor, Sungur Ağabey de o sırada Ankara’da asker. O da Risâle’deki âyetleri teksir kâğıdına (mumlu kâğıt) yazıyor. Tam 65 sayfalık Haşir Risâlesi’nin basımı bittiği an, bizim de İstanbul’a tayin emrimiz çıktı. Ben İstanbul’a gittim, diğer kardeşler bu işleri devam ettirdiler.

Biz tayin olduğumuzda eşyalarımızı da uçaklarımızla götürebiyorduk, tayyareler müsait oluyordu. İstemediğimiz halde bir yüzbaşı fazla eşya koydu uçağımıza. Benim eşyalarım da vardı. İstanbul’a giderken, Yalova üzerinde uçağımızın motoru arıza yaptı. Havaalanına inemedik, Şirinevler ile havaalanı arasında uçağın motoru koptu, kanat koptu, burun koptu. Derken hasarlı olarak iniş yapmış olduk.

Bu hadiseden 3 ay sonra benim belim ağrımaya başladı. Deniz Hastanesi’ne gittim, “Senin Eskişehir Hava Hastanesine gitmen lâzım” dediler. Oraya gittim. Saatçi Şükrü Ağabey vardı, oraya vardım. Ceylan Ağabey geldi, "Üstadımız otelde." “Ben bir ziyaret edeyim” dedim. “Dur, orada polisler var. Biraz sonra biz Emirdağ’a gideceğiz. Sen şehrin dışına çık, orada görürsün” dediler. Ben de resmî elbise ile şehrin dışına çıktım. Biraz sonra taksi geldi, Ceylan Ağabey şoför. Yanında Zübeyir Ağabey. Üstad kapıyı açtı, “Ne arıyorsun burada?” dedi. “Üstadım, belim ağrıyor, hastahaneye geldim” dedim. Cevaben, “Senin hiçbir şeyin yok” dedi. Bu yaşa geldim, belimden dolayı hiç tedavi görmedim, hiçbir şey de olmadı, şükür.

Sonra otobüs geldi, Eskişehir’e döndüm. Meğer Üstadı polisler takip etmiş. Bizi görmüşler. Daha sonra bir başçavuş geldi, “Hüviyetini ver” dedi. Verdim. Bir hafta sonra İstanbul’a döndüm. Arkadaşlar, “Yahu sen ne yaptın? Seni şöyle yapacaklar, böyle yapacaklar” dediler. “Ben bir şey yapmadım ki” dedim. Meğer, vali yazı yazmış. “Personeliniz, uzun zamandan beri tarikatçılık yapan Said Nursî’yi ziyaret edip elini öpmüştür” diye. Ankara’ya yazılmış yazı. Kumandan da şaşmış kalmış. Sormuş beni, demişler ki "İyi birisidir, kitap okur, ama kötülüğü yoktur." O da, “O zaman bu mânâda yazın bir yazı” demiş ve başından savmış.

Bir sene sonra emniyetten biri geliyor ve “Bu tehlikelidir” diyor benim için. Bizim görev yazılarımız bir gün önce yazılırdı, ben nereye gideceksem hemen oranın emniyetine haber verilirmiş ve takip ettirilirmişim. “Yarın bir uçak gelecek, onun pilotu Ali Demirel takip edilecek” diye.

Aradan bir sene geçti, 1960 İhtilâli oldu. Amirimiz de benim için “Ben bu defa ona göstereceğim” demiş. İki üç gün sonra 6 bin subayın emekliye sevki yapılmış, bizim âmir de bunların içinde. Adam işe geldi, kafası yerde. Bize günümüzü gösterecekken, kendisi gününü görmüş oldu. Biz 9 sene daha çalıştık ve emekli olduk, Elhamdülillah.

Bir hatıra daha anlatayım: 1960’ın başları. Bir gün Yeşilköy’den eve geldim. Hanım dedi ki: “Üstadımız İstanbul’a gelmiş.” Yok yahu. Hemen sivil elbiseyi giydim, doğru Süleymaniye’ye, Kirazlı Mescid sokağına gittim. Oradaki ağabeylere sordum, “Bizim haberimiz yok” dediler. Çıktım oradan, Halil Yürür arkama takıldı. “Gelme” dedim, ama beni dinlemedi. Ben de Av. Bekir Berk’in yazıhanesine gittim Cağaloğlu’na. Baktım, Kemal Ural orada. Sordum, dedi ki “Üstadımız Pierre Loti Otelinde.” Vardık oraya. Bir adam, kâtip, “Buyurun efendim” dedi. “Bediüzzaman’ı ziyarete geldik” dedim. Hemen bir kâğıt çıkardı, ismimi sordu. Ben de “İsme lüzûm yok, ziyaretçi dersin” dedim. Meğer, emniyette “irtica şefi” olan ve “Kör Faruk” diye bilinen bir komisermiş. Oraya gelmiş ve ziyaretçileri tesbit etmeye çalışıyormuş. Yanındaki adam da, Milliyet’in muhabiriymiş.Bir ara dışarı çıktım, yanımda Halil Yürür, “Ali ağabey” diye bağırdı. "Ali ağabey"in zamanı mı şimdi? Bir baktık, Üzeyir Şenler gelmiş, yukarı çıktı. Milliyet ertesi gün yazmış: “İstanbul teşkilâtından olduğu anlaşılan ‘Ali ağabey’ isimli birisi hiç itirazsız Said Nursî'nin ziyaretine kabul oldu” diye.

Üstada, “Ali ile Halil gelmiş” demişler. O da “Gelsinler” demiş. Nasip oldu, orada da ziyaret ettik. Bekir Bey ve Necdet Doğanata Bey de oradaydılar. Necdet Doğanata İzmir’den bir avukattı. Zübeyir Ağabey de oradaydı. Üstad konuştu, biz dinledik. “Bir kaç gün kalacağım, Eyüp Sultan’ı ziyaret edeceğim” dedi.

Zübeyir Ağabey dedi ki; “Kardeşim, evde kullanılmamış yorgan var mı?” Bizde de bir tane vardı. Hemen onu getirdik. Ertesi gün Üstad İstanbul’dan ayrıldı, Ankara’ya gitti.

Bu vesile ile bütün Nur Talebelerine selâmlarımı sunuyorum. Allah (cc) hepsinden razı olsun. Amin.

—SON—

20.09.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Röportaj

  (19.09.2010) - RİSALE-İ NUR’U ÖMER HALICI İLE TANIDIM

  (13.09.2010) - SAİD NURSî DE ÇAĞININ İHTİYAÇLARINA HİZMET VERMİŞTİR

  (11.09.2010) - Kur’ân sadece sevap olsun diye okunmaz

  (10.09.2010) - HAYAT KUR’ÂN’LA DEĞER KAZANIYOR

  (06.09.2010) - Öfkesine hakim insanlar Kur’ân’da üstün tutulan kişilerdir

  (04.09.2010) - Bediüzzaman Türkiye yollarında

  (30.08.2010) - ÖZEL SEKTÖRDE DE YASAKÇILAR VAR

  (29.08.2010) - Hayat, insanın kendi kendine yolculuğundan ibaret

  (25.08.2010) - Çevreyi tahrip etmek, Yaratıcı’nın emanetine saygısızlık

  (24.08.2010) - ‘Bediüzzaman’ın İslâm’a hizmeti örnek alınmalıdır’


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.