20 Eylül 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Görüş

Selimiye’de Bediüzzaman

Altı aya yakındır hazırlıkları devam eden Bediüzzaman Tanıtım ve Hizmet Tırı, serhat şehrimiz Edirne’den start aldı. Tır’ın Edirne’den uğurlanışında bulunmak ve bu tarihî âna şahitlik etmek üzere gazete yöneticilerinin de yer aldığı bir ekiple İstanbul’dan yola çıktık. Selimiye Camiine vardığımızda “hizmet tır”ımız çoktan cami önündeki parkta yerini almış, ziyaretçilerini bekliyordu.

Aylar önceki hazırlıklar sırasında, görsel yönetmenimiz İbrahim Özdabak, bilgisayar ortamında tır’ı giydirmiş, tarihî ve turistik mekânların önüne fotomontajla yerleştirerek gezi esnasında yaşanması muhtemel sahneleri idraklere sunmuştu. Bu tablolardan biri de tırın Selimiye Camii önündeki yerleşmiş haliydi. İbrahim Özbadak’ın muhayyilesinde tasavvuru gerçekleşen bu sahne, aynen hayat bulmuştu. Normal şartlarda bir tır'ın girmesinin mümkün olamayacağı alana, hem de CHP’li bir belediyenin müsaadesiyle yerleşebilmişti. (Daha sonra sık sık gelip zabıtalar, endişeli ifadelerle programın erken bitirilmesi için ricada bulunsa da...) Bediüzzaman’a bütün kapılar açılmıştı, ya da başka bir ifadeyle o bütün kapıları açmıştı.

Heyecan büyüktü. İnsanları gölgeye kaçmaya zorlayan yakıcı güneşe ve bir kısım aksaklıklara rağmen ilgi oldukça yoğundu. Çekingen ifadeler ve ürkek bakışlarla da olsa tır’a yaklaşıp bilgi edinen Edirneliler, ellerinde meraklarını izale edecek broşürlerle ayrılıyorlardı.

Program Cuma namazı sonrası başladı. Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular ve Genel Müdürümüz Recep Taşcı’nın gezinin mânâ ve maksadını anlatan açış konuşmalarının ardından, edebiyatçı-yazar İslâm Yaşar’ın yaptığı kısa konuşma ruhları ihtizaza getirdi.

İslâm Yaşar, Selimiye’yi ve Bediüzzaman fotoğrafları giydirilmiş Tanıtım ve Hizmet Tır’ını arkasına alarak yaptığı konuşmasına “İki muhteşem abidenin önündeyiz” diye başladı. “Bunlardan biri Sinan’ın Selimiyesi hâlâ aşılamamış ve aşılamayacak bir eser, bir mabed. İçine birilerinin girmesi halinde bir mânâ buluyor. Diğeri Risâle-i Nur medeniyetidir. Kur’ân’ı anlamaya yarayan bir abide. Selimiye de, Risâle-i Nur da ebedîdir. Selimiye işgalci Yunanlıların topa tutmalarına rağmen yıkılamamış, dimdik ayakta. Risâle-i Nur Külliyatını da iftira toplarına tuttular. Ama o da Selimiye gibi dimdik ayakta” diyen İslâm Yaşar “Bu gün iki abidenin buluşmasına şahitlik etmenin bahtiyarlığını yaşıyoruz” diyerek, ruhlarda tad, gönül ve zihinlerde iz bırakan bir konuşma yaptı.

Selimiye’nin dışında böyle bir heyecan dalgası vardı, insanlar kıpır kıpırdı. Bediüzzaman şehirlerine gelmişti. Ama cami içinde, geniş kubbelerin altında yürekleri burkan, inciten bir sızı yaşandı. Cuma namazı için camiye koşanlar, hatiplerin nedendir ve kimin emridir bilinmez anlamsız işgüzarlıklarıyla karşılaştılar. Hem vaaz kürsüsü, hem minber sanki aynı işgal altındaydı. Gaziler günü vesile edilerek uzun uzadıya gazilik ve şehitlik anlatıldı. Gerçek gazilik ve şehitlikle şereflenmiş olanlara şükran borçluyuz elbette ama, dinin tasfiyesi ve vicdanlara hapsolması için çalışanlara da ismen zikredilerek duâlar edilmesi yadırgatıcıydı.

Uzun bir aradan sonra Cuma’yı Selimiye’de kılıp manen inşirah bulmak isterken, yaşanan tenakuz haline eklenen boğucu sıcaklığın da tesiriyle kalbim sıkışarak çıktım oradan.

(Halbuki, Said Nursî'nin Rüya'da Bir Hitabesi o kürsüde okunsa, gerçek gazilik ve şehitlik mertebesine yükselmenin sırrına manen erilmiş olurdu. Kalpler de tatmin olurdu, akıllar da...)

Neyse ki, avluda Bediüzzaman bizi bekliyordu. O imana, barışa, huzura, iki cihan saadetine çağırıyordu. Hayatını bu uğurda feda etmişti.

O, kışta gelmişti, biz cennetâsa bir baharı yaşıyorduk.

SELÇUK SUBAŞI

20.09.2010


Gece, karanlığı ile güzeldir

Özetteki kuvvet ayrıntılarda yoktur: Bir meseleyi, kapsayıcı bir kavramla ifade edebilme şansım varsa ayrıntılara inmekten sıkılıyorum. Sanırım birçoğumuz da böyleyiz.

Kirlilik kavramı da öyledir. Bir cismin, varlığın aslî rengini bozan her arıza, her özellik kirliliktir. Bunu bildikten sonra, durgun su kirliliği, akarsu kirliliği; kırsal kirlilik, kentsel kirlilik diyerek ayrıntılara inmek ruha sıkıntı veriyor.

Işık kirliliği kavramı böyleydi benim için.

Ancak bazen o “odun yığınları” içinde işimize yarayacak güzel özler, imanımızı, yakînimizi, gerçek bilgimizi arttıracak unsurlar bulunabiliyor.

İşte bir hafta kadar önce “ışık kirliliği” başlığı altında okuduğum makale de bunlardan biri oldu.

İsterseniz makaleyi özetleyeyim:

Thomas Edison’un ışığı armut biçimli bir ampule yerleştirmesi ile insanlık gecenin karanlığından ikinci kez kurtuldu.

Artık yüz küsur yıldır elektrik ışığı gecelerimizi gündüze çeviriyor.

Yalnızca Birleşik Krallıkta 7,5 milyondan fazla sokak lambası var. Dünyanın başka yerleri de bu yönelişin dışında değil. Gece ışıkları kazaları azaltıyor, suçlara meydan okuyor ve insanların karanlık korkularını gideriyor, ancak bunun pahalı bir fiyatı var. O da, âlimlerin “ışık kirliliği sorunu” dedikleri meselenin giderek artışıdır. Bunun sonucu olarak biz turuncu renkli bir sema görüyoruz. Bu da sokak ışıklarının, havanın taşıdığı kirleticilerinin gökyüzünde dağıldığını göstermesinden dolayı böyle oluyor.

Yeryüzünde birçok insan, gece karanlık bir sükûn istediklerinde göz alıcı bir ışık onları rahatsız ediyor. Hayvanlar açısından durum daha vahimdir. Onların birçoğu artan gece ışıklarına uyum sağlamakta güçlük çekerler. Bir deniz kaplumbağası türünün üyeleri aşırı ışıktan dolayı Florida sahillerinde yumurtladıkları yuvalarından göçmüşlerdir. Birçok gece hayvanı gece yiyecek aramayı bırakmıştır. Kanada’da göçmen kuşlar, göçleri sırasında kendilerine rehberlik eden yıldızları gece ışıklarından dolayı göremediklerinden dolayı, göç yönlerini tayin edememişlerdir. Alaska’da kutup ayıları yapay ışığa tepki olarak elektrik direklerini bir bir devirmişlerdir. Britanya’da çevre koruma yetkilileri bir nükleer elektrik santralinin ışıklarını azaltmasını, zira santralden itibaren dört mil yarıçapındaki bir dairede kuşların yuva yapamadıklarını söylemişlerdir. İngiltere’de şafak vakti öten bir kuş türü artık geceleyin de ötmektedir, çünkü fecrin aydınlığı ile geceyi ayırt edememektedir.

Aynı derecede önemli diğer bir gerçek, ışık kirliliğinin kâinatın daha geniş bir kesimini görmemizi engelliyor oluşudur. Artık şehirlerde oturanlar ne samanyolunu görebiliyorlar ne de semâvî burçları.

Başta sokak lambaları olmak üzere diğer aydınlatmalar karanlığı kovmuş, ama yıldızlardan milyonlarca yıldan beri gelmekte olan ışıkları da görünmez hâle getirmiştir. Işıklandırmanın giderek artması ile birlikte bazı gök cisimlerini görmek zorlaştı. Daha 1911 yılında bile Halley Kuyrukluyıldızının iyi görülemediğinden yakınan kimseler vardı.

Işık kirliliğinin artmasından ötürü Londra’daki Greenwich Kraliyet Gözlemevi 1950’li yıllarda kırsal bölge Sussex’e, oranın da aşırı gece aydınlatmasından dolayı 1980’li yıllarda Kanarya Adalarına taşındı.

Bütün bunlardan dolayı gece ışıklandırmalarının azaltılmasını isteyen astronomi bilginleri vardır.

Uluslar Arası Karanlık Sema Derneği İngiltere Hükümetinden ışık kirliliğinin, kirleticiler listesine alınmasını ve komşularını göz alıcı ev ışıklandırmaları ile rahatsız edenlerin cezalandırılmasını öngören bir kanun çıkarmasını isteyen bir kampanya başlatmıştır.

Bu kampanyayı yürütenler, önümüzdeki on yıl içinde, büyük şehirlerin olmasa bile banliyölerin sakinlerinin samanyolunu görebilecekleri ümidini besliyorlar. Dediklerine bakılırsa, tuhaf olan şey, Kalahari Çölündeki okuma yazma bilmeyen kabile mensuplarının, kâinat ve gök cisimleri hakkında bu cisimlerden söz eden kitapları okuyanlardan daha fazla bilgiye sahip olmalarıdır.

Makale özetle böyle.

Fotoğrafçılıkla az buçuk ilgilenenler bilir ki, bir cismin görülebilmesi arka fonunun birazcık karanlık olmasına bağlıdır. Meselâ bir insan portresini güzel çekmek istiyorsanız, arka planın günlük güneşlik olmaması lâzımdır. Yoksa o ışığa boğdurulmuş bir portre olup çıkar.

Bu kuralı tersinden alırsak, gökyüzünde her gece arz-ı endam eden muhteşem resmigeçidi, iç içe gecen galaksileri, sistemleri, burçları görmek; hem gözle hem basiretle görmek, celâl ve kudret ve hikmet tasarrufları karşısında hayretten hayrete geçmek, Subhânellah, Allahu ekber demek gecenin sessizliğine, ışıksızlığına, örtü kılınışına riâyete bağlıdır.

İnsana günlük hayatın uğraşları içinde bir dinlenme vesilesi olarak uykuyu veren Allah, insanın beşiği olan yeryüzünü de gece adını verdiğimiz bir libas ile kapatmıştır. Geceden beklenen gündüz gibi aydınlık olması değildir.

Yeryüzü, gündüz yerine göre kırk beş elli dereceyi bulan sıcaklıktan sonra güneşin dürülmesiyle sükûna erdirilir. Gece boyu serinleyen zemin, güneş doğarken en soğuk zamanı yakalar. Bu sayede, soğuk yerlerle sıcak yöreler arasında nesimler; deniz ile kara arasında meltemler husûle getirilir ve insanları ferahlatan rüzgârlar vücuda getirilir. Bu muhteşem bir ritimdir. Ve bu ritim, bir kalkış ve hareketi bir de sükûneti ve uykuyu gerektirir.

Özünde güzel olan, ancak aşırıya kaçıldığı için bu ritmi bozan elektrik aydınlatması, ışığı yalnızca maddî sahada arayan Aydınlanmadan sonra gerçekleşti. Aydınlanmanın yolunu izleyenler, insanın bütün kuvvelerini aydınlatacak yol ve yordamlar bilmediklerinden suçların gecenin aydınlanması ile azalacağını sanıyorlar. Sürekli ilerlemeyi esas aldıklarından, bunun insanın fıtratıyla uyum içinde olup olmadığını, gecenin karanlığı ile hayatın ritmini durdurmanın, hiç değilse yavaşlatmanın gereğini umursamıyorlar. Hayatın geceleyin de aynı hızda devam etmesinde beis görmüyorlar. Onlara göre gece ışıklandırmaları suçları azaltıyor. Oysa suçları azaltacak asıl şey fikir nuru ile kalb ziyasının mezc edilmesini sağlama gayretleridir.

Burada insanla kâinat arasında güzel bir benzerlik var: Nasıl ki fikir nuru ile kalp ziyasının mezc olması insanda kemâlât sebebi ise meskeni olan dünyada da, gecenin nurlu siyah örtüsü olmalı ki, gündüz saklanan gökkandilleri geceleyin bütün haşmetiyle görülebilsin. İnsan bu kâinatta ne kadar aciz bir yaratık olduğunu düşünsün. Kendini muhasebeye çeksin. Bu muazzam küreleri yaratan onları boşu boşuna var etmemiştir desin. Benim bu dünyada bir vazifem de olmalıdır diyebilsin…

Ne pahasına olursa olsun ilerleme; gece–gündüz demeden ilerleme, gecenin durdurmasına aldırmadan ilerleme kulağa şimdilik hoş geliyor, ama enerji sorunu başta olmak üzere bir dizi problemi de beraberinde getirir. Fosil yakıtların dünyaya neler ettiği görüldü. Ümit bağlanan nükleer enerjinin atıklarının depolanabilmesi büyük sıkıntıdır. Nükleer atıkları her ülke kabul etmiyor. Kara Afrika’nın fakir insanlarının toprakları şimdilik “müsait”. Yarın, onlar da tehlikenin farkına varırlarsa o zaman ilerleme mitinin ciddî sarsılması mukadder demektir. O zaman dünya, üstündekileri adeta silkeleyip atar gibi, fıtratının zıddına sürekli kalkınmaya müsait bir yer olmadığını hal dili ile haykıracaktır. Tıpkı ebedî kalınacak bir yer olmadığını sürekli haykırdığı gibi…

Son tahlilde, gece sükûn, durgunluk, kendini muhasebeye alma kavramlarını içine alan bil “elbise”dir. Aydınlığın ve buna bağlı olarak çeşitli uğraşların, gündüzün olduğu gibi aynen devam ettirilmesi gereken bir zaman dilimi değildir.

Kısacası, gece karanlığı ile güzeldir.

MUHAMMED ŞEVİKER

[email protected]

20.09.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.