Röportaj |
H. HÜSEYİN KEMAL |
Kemalist milliyetçilik sonun başlangıcında |
Her ideoloji gibi Kemalist milliyetçiliğin de görünmez olabildiği, insanların onun adına konuşmaya başladığı, onun eksiklerini kapatmaya koyulduğu yerde esas başarısını sağladığını belirten Dr. Umut Tümay Arslan, ancak bu durumun sonucu olarak ortaya çıkan milliyetçi duygusal alanın çöküş sürecine girdiğini ve bunun ilginç işaretlerinden birinin, emekli generallerin katıldığı bir toplantı ile tanıtılan erke dönergeci olduğunu söyledi. Kemalizm görünmez olduğunda, başarı sağladı
Taraf Gazetesi’nde “Türkler ne kadar masumuz” “Beyaz Türklerin sırrı” yazılarını okuduğumda çok farklı bir yaklaşımla karşı karşıya kaldığımı hissettim. Çünkü bu yazılarda Dr. Umut Tümay Arslan, filmlerden yola çıkarak günümüz sorunlarını değerlendiriyordu. Türk sinemasını yakından takip eden Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi hocalarından Dr. Umut Tümay Arslan’dan Türkiye’nin bugünkü durumunu sinema diliyle anlatmasını istedik…
Siz Türkiye’nin uygar beylerinin ve bayanlarının milliyetçi alana duygusal yatırım yaptıklarını söylüyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Cumhuriyet tarihi boyunca milliyetçi duyguları teyakkuz halinde tutma ya da manipüle etme çabası hep oldu. Ama milliyetçiliğin esas gücü bu bilinçli ve niyetli eylemlerde değil elbette. Tam aksine her ideoloji gibi Kemalist milliyetçilik de görünmez olabildiği, insanların onun adına konuşmaya başladığı, onun eksiklerini kapatmaya koyulduğu yerde esas başarısını sağladı. İdeolojinin ortaya çıktığı özgül tarihin, özgül iktidar ağının görünmez hale geldiği bu an, özneleri de birer failmiş gibi hissettirdiği, duyguları coşturduğu an aynı zamanda. İdeolojinin “göz yaşartıcı” etkisi demeli buna belki. Bir çırpıda aklımıza “Atatürk öldü” ya da “Ülkemiz bölünecek, çok korkuyorum” diyerek ağlama krizine giren ya da kandan bayrak yapan çocuklar akla geliyor. Bu türden semptomatik örneklerin seyirlik cazibesi duygusal yatırımla kast ettiğim şeyi bir yönüyle karşılıyor. Duygusal yatırımın bir başka boyutu ise milliyetçiliğin kendini başka alanlara meselâ yaşam tarzı, tıp, san'at, eğitim söylemine, gündelik hayat ilişkilerini düzenleyen kamusal dile eklemleyerek görünmez hale gelebilmesi.
Kemalist ulusal kimlik örneğinden devam edecek olursak…
Bu kimliğin görünür kamusal yüzeyi, medeniyetçilik, duygusal enerjisini kozmopolitizmden değil milliyetçilikten aldı, alıyor. Bu ikiliğin sonuçlarını biliyoruz: Birbirini besleyen Batı hayranlığı ve Batı düşmanlığı, taşralılıktan duyulan utanç ve züppe aleyhtarlığı. Bu ikilik, toplumsal çatışma yaratan meseleleri algılama biçimini de epeyce yamultuyor. Neredeyse şaşmaz bir biçimde, kırık plak gibi aynı fantezi nesnesi karşımıza çıkıveriyor: Ehlileştirilmesi gereken taşra. Kürt meselesi de, yakın zamanda Mine Kırıkkanat Dersim isyanının bastırılmasını medenileştirme söylemiyle açıklıyordu, ikna odalarını akla getiren başörtüsü meselesi de, hatta ulus denilen hayali oluşturan “halk” meselesinin ta kendisi de hep böyle algılanıyor. Böyle algılandığı biçimiyle de medeniyetçilik, korkuyu temel refleksi kılıyor adeta. Tuhaf olan şu ki, kamusal dili kuran bu medeniyet söylemi, ona can veren otoriter, milliyetçi ve kimi zaman ırkçı duygusal enerjiyi görmemize engel olabiliyor. “Töre cinayeti”, “şeriat tehdidi”, daha eskiye gidersek “arabesk hastalığı”. Bütün bu adlandırmalar, modern toplum dediğimiz şeyin sahici sorularını (kadın meselesi, sekülerlik, köyden kente göç ya da sınıf çatışması) aşırılık biçimine dönüştüren ve bu aşırılıkların toplumun dışına atılmasını arzulatan bir duygusal alanın üretimiyle ayakta kalabilir ancak. Bu yönüyle de Türkiye’deki medeniyetçiliğin, daha popüler adlandırmalarla, “çağdaş, laik, aydınlık” toplum talebinin ne gerçekten özgürleşmeyle ne de gündelik hayatın ortak bir kamusal kültürü oluşturacak bir biçimde düzenlenmesi, yani adalet talebiyle bir ilişkisini kurmak mümkün. Bu söylem, sürekli kendine barbarlar, taşralar, kaba saba ilkeller yaratmakla birlikte kendisi de düpedüz içe kapanmacı, benmerkezci taşra duygusundan besleniyor. Hele de son on yılda bu söylemin kültürel, entelektüel malzemesine baktığınızda ya kaybetme korkusu ile ya da sahiplenme ve aşırı özgüven ile karşılaşıyoruz.
Bu duygusal alanın çöküşü ne zaman başlamıştır?
Yeşilçam’da 1960’lı yıllarda çekilen Kezban, Kınalı Yapıncak gibi filmler vardı. Taşralının şehre gelip merkeze yerleşme hikâyesi. Bu başarı, her zaman beden terbiyesinden geçen, her zaman merkezin kontrolü altında kazanılabilen bir başarıydı. Karakterlerin kadın olmasına şaşırmamalı. Ulusal bütünlük hikâyemizin patriarkal boyutunu pek güzel gösteriyor. Bu evcil, ehlileşmiş taşrayı yüceltmek de kolay tabiîi. Ama 1980 sonrasında “viril” bir taşra karşımızda. “Muhsin Bey” filmindeki gibi meselâ. Kontrol altında tutulamayan, arzulu olduğu kadar bu arzuyu bastırmadan merkeze yerleşmenin yollarını da arayan bir taşra. Arabeskin bir hastalık olarak adlandırılmasını hatırlayabiliriz. “Arabesk” adı altındaki bu huzursuzluk giderek tek tek huzursuzluklara dönüştü. “Biz” hikâyesi içinde eriyemeyen, törpülenemeyen herşey yavaş yavaş yüzeye çıkmaya başladı. Kürtler, eşcinseller, Müslümanlar, kadınlar, hatta geçmişimiz, kendi karanlığımıza, kendi taşramıza ötelediğimiz cinsellik, ölüm gbi daha ilksel meseleler bile. Ama medeniyetçiliği besleyen milliyetçi duygusal alanın bir çırpıda çöktüğünü söylemek çok zor. Hatta 1990’lı yıllardan sonra bu “aşırılıklarla” her karşılaşmasında güçlenmiş gibi. Elbette sonun başlangıcı bu güçleniş sanki.
Sonun başlangıcı durumunu açıklayacak örnekleriniz var mı?
Biri, “Erke dönergeci.” Bir türlü ne olduğu açıklanamayan bu enerji kaynağını Akşam gazetesi “Türk Şey’i” başlığıyla tarif etmişti. Uzunca bir süre gazetelere verilen ilânlarla merak uyandıran “Erke dönergeci” adlı Türk icadının ne olduğunu açıklamak üzere düzenlenen basın toplantısından çıkan sonucu anlatıyordu bu manşet. Emekli generallerin de katıldığı toplantıda, icadın tanıtımını yapacak olan emekli general, yakıt olmadan enerji üretebilen bu icadın yüzde yüz yerli olanaklarla ve Türk sermayesiyle başarıldığını, lâkin patent sorunu nedeniyle projeyi gizli tuttuklarını açıklamıştı. İcadın nasıl çalıştığının anlaşılmasını istemedikleri için toplantıda icada dair bir açıklama yapılamamıştı. Gazete manşetinin ele verdiği şey şu sanırım: Türk’teki o yüce fazlalık, millî Şey, kendisini yüce bir nesneye dönüştüremeyecek, sırrı gerçek kılamayacak denli gülünç bir senaryoyla karşımıza çıkmaya başladı. Aslında Türk ‘Şey’inin hikâyesi, son yıllarda popüler kültürün bizi gıdıklayan çok temel bir özelliğini de hatırlatıyor: Türk’ün herhangi bir meseleyle imtihanında defonun, kaytarmanın, sinikliğin ana malzeme haline gelmesi, eksikliğin, yetersizliğin ya da uyumsuzluğun “keyifli” olması. “Dünyayı Kurtaran Adamın Oğlu” filmi Atatürk’ün Nutuk’u okuduğu görüntülerle başlamıyor muydu? Cem Yılmaz’ın filmleri de seyirciyi aynı millilik-siniklik birlikteliğiyle gıdıklıyor bence. Dünyaya/Batı’ya haddini bildirme dilinin, komplolarla bezeli milliyetçiliğin yeni popüler dilinin berisinde Türk Şey’iyle kurulan bu gülünç ilişki var galiba. Belki de Türklüğün “keyfini” çıkarmanın yeni dili, hınçla dolu içe kapanma talebine eklenen bu sinik fazlalıkla kuruldu. Bu yeni duygusal enerji kaynağıyla! İkinci örnek ise Başkent Tv’deki Giderayak programı. Hayrettin Karaca ve Muazzez İlmiye Çığ programda sohbet ediyorlar. Çoğunlukla kırmızı-beyaz kıyafetlerle çıktıkları programda Cumhuriyet’in gücünden ve kazanımlarından bahsediyorlar. Son derece ironik bir durum. İzlemenizi tavsiye ederim.
Bir gayrimüslim çocuğun İstiklâl Marşını güzel okuması neden birinci sayfalardan haber oluyor sizce? Bu neyin göstergesi?
Gökçeadalı Marina’nın 10 yıl önce evi askerler tarafından yakılmış ve bu yangında kardeşini kaybetmiş. Bu bastırılan hikâyenin örtüsü ise İstiklâl Marşını güzel okuduğu için seyirlik bir cazibe kazanan Marina. Bence yorumunu kendi içinde taşıyor bu ikilik zaten.
Siz statükonun ayakta kalmasını savaş ve şiddet söyleminin belli bir yer edinmesine bağlıyorsunuz. Bu şiddet söyleminden nasıl kurtulabiliriz?
Kıbrıslı Tony Angastiniotis, “Kanın Sesi” belgeselinde Türklere karşı gerçekleştirilmiş bir katliâmın peşine şu basit soruyla düşer: “Helenler olarak sonuçta ne kadar masumuz?” Bu masumiyet barikatını aştığında, geçmişi geçmiş olarak onaylayan propagandadan ibaret tarih anlatısı, Octavio Paz’ın “Tarih kâbustur” deyişini doğrularcasına, katliâmın tanıklarının sesleriyle parçalanmaya başlar. Belgesel, geçmişi geçmiş olarak bırakmaya and içmiş milliyetçiliğe karşı bir hatırlama olmanın ötesinde, geçmişin düpedüz bugüne nasıl hükmettiğini de görünür kılar. Tony Angastiniotis’nin sözleriyle: “Geçmiş, propaganda duvarını tırmanıp da, toplumunun bilinçli olarak senden gerçeğin yarısını sakladığını veya değişik bir versiyonunu aktardığını keşfettiğinde, ürkütücü bir bugüne dönüşüyor. Ve birdenbire, daha fazla gerçek bulabilmek için çıplak ellerinle, ellerin kanayana kadar, toprağı kazman gerektiğini anlıyorsun. Konuşursan, sana vatan haini diyecekler, hayatınla tehdit edileceksin, birçok arkadaşın sana sırtını dönecek. Tamamen yalnız da kalabilirsin.” Geçmişle hesaplaşmak, zihinsel ambargodan, bu ambargoyu üreten şiddet söyleminden kurtulmanın en has yolu her halde. Geçmişle ilgili bize anlatılmış, öğretilmiş hikâyeyi, bizim için travmatik olan ötekinin gözleriyle hatırlamaya ikna olmak, buna rıza göstermek, kısaca geçmişi yerleşik hafızadan kurtarmak, geleceği kurabilmek için en önemli adım her halde. Bugüne kadar öğretilmiş olanın ürettiği ırkçı kinle yüzleşebilmek, bu nefretten arınabilmek ve yeni bir başlangıç için gerekli olanın bu olduğunu söylüyor bize farklı yerlerde yaşanmış deneyimler. Meselâ Facebook’ta “Şehitler için 1 milyon olalım” diyen, sık el yıkamanın suçluluk duygusuna işaret etmesi gibi, geçmişle ilgili her meseleyi “Ne mutlu Türk’üm diyene!” ile bitiren mutsuz gençlerden biri birgün Tony’nin sorusunu kendisine soruyor: “Türkler olarak sonuçta ne kadar masumuz?”
Sanki Türkiye’de sorunlar minimalize edilemezmiş ve sürekli savaşmak zorundaymışız gibi bir hava estiriliyor. Bu toplumun enerjisini tüketen bir durum değil mi? Yeni bir başlangıç için ne yapmak gerekir?
Christopher Nolan’ın Akıl Defteri (Memento) filminin kahramanı, uzun süreli hafıza kaybı hastalığına tutulmuş bir adamdı. Bu nedenle kimi önemli bilgileri bedenine dövme olarak yazdırıyor, kimilerini de kâğıtlara notlar alarak ve fotoğraflar çekerek yani kendisine kişisel bir hafıza yaratarak saklıyordu. Kritik cümlesi ise şu idi: “Ne yapacağımı biliyorum ama ne yaptığımı bilmiyorum!”. Filmin kurgusu bu nedenle, geriye doğru akıyordu. Yani bir sonraki sahne, normal zaman akışı içinde daha önceki bir olayı anlatıyordu. Bu nedenle de seyirci için de bilgi geçmişte yer alıyordu. Film zamanı ileriye doğru aktıkça, filmin kahramanının ne yaptığı da daha bilinir hale geliyor, ancak kahraman travma anına asla dönemediği için film, “gerçekte geçmişte ne olduğu” sorusunu çözümsüz bırakarak bitiyordu. Türkiye’de, tarih, edebiyat, coğrafya gibi derslerden millî bayramlara, marşlara kadar eğitimin bütün işlevi sanki bir travma sonucu uzun süreli hafıza kaybına uğramış insanlara bir hafıza yaratma çabası gibi. Bu nedenle bizim açımızdan da bilgi geçmişte! “Aslında ne yaptığımızı” öğrenmeye ihtiyacımız var. Neyse ki bu öğrenme süreci de sadece tarihçilere kalmıyor.
Ötekini düşünmekten bizi ne alıkoyuyor?
Elbette ben denilen şey açısından giderilemez bir tekinsizliği var ötekinin. Ama bu evrensel durum bir başına hiçbir şey ifade etmez ki. Tarih ve siyaset içinde çeşitli anlamlara düğümleniyor ben-öteki ilişkisi. Türkiye’ye bir yerden baktığınızda ötekini aşırı düşünen, yalnız kalmaktan çok korkan insanlarla dolu bir yer görebilirsiniz. Yani “toplum benden ne istiyor?” sorusunu sürekli kendine soran, “ortalamanın gücüne” teslim olmuş bireylerle dolu bir yer. Bu yüzden “hakikî” ötekine, ait olduğumuz bütünlük, biz duygusunu bozan ötekine karşı kötülüğün, acımasızlığın sıradanlaşması ötekiyle diyaloğa girmenin önündeki esas engelmiş gibi görünüyor.
Türkiye içinde çıkarılmak istenen toplumsal düşmanlıklardan çıkışın yolu sizce melezleşme mi? Melezleşmeyi reddedip sürekli kendi farklılığına vurgu yapmak doğru mu?
Çalıntı Gözler filminin Bulgaristan’daki Türkler ve Bulgarlar için önerisi böyle bir şeydi. Bu melezleşme tabiri etnik bir melezliği içerdiği gibi aynı zamanda, belki de daha çok hikâyelerin, kültürlerin, bedenlerin, dillerin, bakış açılarının melezleşmesini anlatıyordu. Elbette burada hemen şunu belirtmek gerekiyor. Bu melezlik, özür ve bağışlamanın içinden geçerek gelinen bir duygu haliydi. Birilerini ev sahibi, birilerini misafir yapacak bir vitrin mozayiği değil burada sözü edilen. Filmde İvan ve Aysel kendilerine birlikte yaşayacakları bir ev yapıyorlardı. Bu ev, ne geçmişin yükünden bir çırpıda kurtulmaya çalışan bir medeniyetçiliğin ne de uzaktan bakılan geçmişi romantize eden bir muhafazakârlığın ürünüydü. Bu ev, kalıntıları içinde gezilen, dolaşılan bir geçmişin ortasında birlikte kuruluyordu. Dolayısıyla geçmiş ne yabancı bir ülke ne de seyredilecek bir manzaraydı. Geleceği kurmak için kurtarılması gereken, bizatihi içinde yaşanılan kalıntılardı.
Türk tarafında hep affedilmeme ve geçmişte yapılanın kendilerine siyasî olarak daha büyük bir sorunla geri döneceği fikri var. Bu nasıl aşılabilir? Meselâ Ermenilerle ilgili bir tarihi ortak acı olarak toplumsal bir helâlleşme söz konusu olabilir mi?
Af dilemek için yapılabilecek pek çok şey var. Ama bütün bunlar içinde sembollerin, imgelerin, hikâyelerin özel bir gücü olduğunu kabullenmek gerekiyor. Atom Egoyan’ın Ararat’ta yaptığı dâveti kabul edip anlatmaya başlayan bir film neden olmasın? Türkler için kişisel hikâyeler büyük anlatıyla nasıl birleşti? Kimliğimiz ve belleğimiz bu meseleyle nasıl inşa edildi? Bu sorulara cevap veren bir film meselâ. Ama daha yeni Bulutları Beklerken, Güz Sancısı gibi filmlerle mübadeleyi ve 6-7 Eylül olaylarını konuşabiliyoruz.
Siz Rumların Yunanistan’da gönderildiklerinde orda yabancı olarak karşılandığını söylüyorsunuz. Neden biz bu toprakların insanına kendi insanımız gibi yaklaşamıyoruz?
Tassos Boulmetis’in Politiki Kouzina (Bir Tutam Baharat) filminde 6 yaşında İstanbul’u terk etmek zorunda kalan Fannis böyle söylüyordu: “Bizi Türkler Rum diye gönderdi, Rumlar ise Türk diye karşıladı.” Milliyetçi duyguların belirli toplumlara özgü, değişmez, karakteristik şeyler olduğuna inanmaktan bizi alıkoyacak nefis bir cümle. Elbette aklıma yeniden Marina geliyor. Gökçeada Rumlarına yönelik iki yüzlülüğümüzü anlatan bir film çekilir mi acaba burada? Burçak Güven “Gökçeada Rumları ve İkiyüzlülük” adlı yazısında oradaki evlerin ve Rum kültürünün iştahla romantize edilip, adanın turizminde kullanılmasıyla Marina’nın İstiklâl Marşı okuyuşundan aldığımız haz arasındaki uyuma dikkat çekiyordu.
“Rumlar gidecek bu iş bitecek” sözleriyle uğurlandığını söylüyorsunuz Rumların. Sizce diyelim ki Kürtler dışarı edildi, bu milliyetçi söylem biter mi yoksa sorunlu olan bu zihniyet kendine yeni öteki mi arar?
Cevabı sorunuzda var. Ama böyle bir seçeneği aklımıza getirmeyelim hiç. Kürtlere yönelik linçlerde, hakaret ve aşağılamalarda sıradanlaşan kötülüğe karşı işleyecek hikâyelere ihtiyacımız var. Yeşim Ustaoğlu’nun Güneşe Yolculuk’u, Uğur Yücel’in Yazı-Tura’sı, Kâzım Öz’ün Fotoğraf ve Bahoz’u, Hüseyin Karabey’in Gitmek’i, Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan’ın İki Dil Bir Bavul’u gibi filmlere.
“Mesele hakikati tam olarak bilmek değil, ötekinin hikâyesini duymaya hazır olma ve inanma meselesidir; yani etik bir tercih,” diyorsunuz. Bu olduğu zaman ne değişecek bize biraz uzun anlatır mısınız?
Bu, Ararat’ta Atom Egoyan’ın sadece büyük hikâyeyle, Ermeni kıyımıyla ilgili olarak değil, bireysel hikâyelerle ilgili olarak da tartıştığı bir şey. Birkaç boyutta düşünmek gerekiyor sanırım. İlkin, geçip gitmiş olduğu için gerçekte ne olduğunu asla bilemeyeceğimiz bir geçmiş fikri var burada. Yani Egoyan, birgün bir tarihçinin “hakikati buldum” diyerek karşımıza çıkacağı günü beklemenin faydası yok diyor. Egoyan, geçmişin hikâyesinin, acıyı ve kaybı yaşayan için dahi tamamlanmadığını, sürekli yeniden yazıldığını söylüyor. Ama bu asla şu anlama gelmemeli: “O halde geçmiş geçmişte kalsın.” Bize söylediği daha çok şu: “Hâlâ bu geçmişin bir parçasıyız.” Bu anlamda geçmiş, sadece kolektif değil bireysel bilinci de kuran dinamik bir süreç Egoyan’a göre. Geçmiş üzerine her ağzımızı açışımızda, her konuşmaya başlayışımızda zaten geçmişe dair yazılan bir hikâyenin kahramanı oluyoruz. Bu durumda yeni bir başlangıç için, gerçek bir diyalog için gereken ne? Sadece etik bir karar. Kayıtsızlığa, yerleşik toplumsal hafızaya, biz olabilmek için üzerinde uzlaştığımız sessizliğe karşı hatırlama. Ermenilerin gözleriyle hatırlama. Bu türden bir hatırlamayla değişecek olan geçmiş değil, bugün ve gelecek. Marcuse’nin dediği gibi geçmişin bastırılması geleceğin de bastırılmasıdır. |
H. HÜSEYİN KEMAL 25.01.2010 |