Lahika |
Âyet-i Kerime Meâli
Hani, İbrahim ve İsmail, Kâbe’nin temelini yükseltirken, “Ey Rabbimiz” diye duâ ediyorlardı. “(...) Rabbimiz! Bizi herşeyiyle Sana teslim olmuş kullar eyle. Neslimizden de Sana itaatkâr bir ümmet yarat.”
Bakara Sûresi: 127-128 |
20.12.2009 |
Piyango kumarı ve hazine-i ebediye Bin adamın iştirak ettiği bir piyango kumarına yarı malını vermek, akıl kabul ederse—halbuki, kazanç ihtimâli binde birdir—sonra yirmi dörtten bir malını yüzde doksan dokuz ihtimâl ile kazancı musaddak bir hazîne-i ebediyeye vermemek, ne kadar hilâf-ı akıl ve hikmet hareket ettiğini, ne kadar akıldan uzak düştüğünü kendini âkıl zanneden adam anlamaz mı? DÖRDÜNCÜ SÖZ “Namaz dinin direğidir.” (Hadîsi şerif: Keşfü’lHafâ, 2:3)
Namaz ne kadar kıymettar ve mühim, hem ne kadar ucuz ve az bir masraf ile kazanılır, hem namazsız adam ne kadar divâne ve zararlı olduğunu iki kere iki dört eder derecesinde kat’î anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, gör: Bir zaman, bir büyük hâkim, iki hizmetkârını, herbirisine yirmi dört altın verip, iki ay uzaklıkta, has ve güzel bir çiftliğine ikâmet etmek için gönderiyor. Ve onlara emreder ki: “Şu para ile yol ve bilet masrafı yapınız. Hem oradaki meskeninize lâzım bâzı şeyleri mübâyaa ediniz. Bir günlük mesafede bir istasyon vardır; hem araba, hem gemi, hem şimendifer, hem tayyâre bulunur. Sermâyeye göre binilir.” İki hizmetkâr ders aldıktan sonra giderler. Birisi bahtiyar idi ki, istasyona kadar bir parça para masraf eder. Fakat, o masraf içinde, efendisinin hoşuna gidecek öyle güzel bir ticaret elde eder ki, sermâyesi birden bine çıkar. Öteki hizmetkâr bedbaht, serseri olduğundan, istasyona kadar yirmi üç altınını sarf eder. Kumara mumara verip zâyi eder. Birtek altını kalır. Arkadaşı ona der: “Yahu, şu liranı bir bilete ver. Tâ, bu uzun yolda yayan ve aç kalmayasın. Hem bizim efendimiz kerîmdir; belki merhamet eder, ettiğin kusuru affeder. Seni de tayyâreye bindirirler. Bir günde mahall-i ikametimize gideriz. Yoksa, iki aylık bir çölde aç, yayan, yalnız gitmeye mecbur olursun.” Acaba, şu adam inad edip, o tek lirasını bir defîne anahtarı hükmünde olan bir bilete vermeyip, muvakkat bir lezzet için sefâhete sarf etse; gayet akılsız, zararlı, bedbaht olduğunu en akılsız adam dahi anlamaz mı? İşte ey namazsız adam! Ve ey namazdan hoşlanmayan nefsim! O hâkim ise; Rabbimiz, Hâlıkımızdır. O iki hizmetkâr yolcu ise; biri mütedeyyin, namazını şevk ile kılar; diğeri gâfil, namazsız insanlardır. O yirmi dört altın ise, yirmi dört saat her gündeki ömürdür. O has çiftlik ise, Cennettir. O istasyon ise, kabirdir. O seyahat ise; kabre, haşre, ebede gidecek beşer yolculuğudur. Amele göre, takvâ kuvvetine göre o uzun yolu mütefâvit derecede kat’ ederler. Bir kısım ehl-i takvâ, berk gibi, bin senelik yolu bir günde keser. Bir kısmı da, hayal gibi, elli bin senelik bir mesafeyi bir günde kat’ eder. Kur’ân-ı Azîmüşşan şu hakikate iki âyetiyle işaret eder. O bilet ise namazdır. Birtek saat, beş vakit namaza abdestle kâfi gelir. Acaba, yirmi üç saatini şu kısacık hayat-ı dünyeviyeye sarf eden ve o uzun hayat-ı ebediyeye birtek saatini sarf etmeyen ne kadar zarar eder, ne kadar nefsine zulmeder, ne kadar hilâf-ı akıl hareket eder! Zîrâ, bin adamın iştirak ettiği bir piyango kumarına yarı malını vermek, akıl kabul ederse -halbuki, kazanç ihtimâli binde birdir- sonra yirmi dörtten bir malını yüzde doksan dokuz ihtimâl ile kazancı musaddak bir hazîne-i ebediyeye vermemek, ne kadar hilâf-ı akıl ve hikmet hareket ettiğini, ne kadar akıldan uzak düştüğünü kendini âkıl zanneden adam anlamaz mı? Halbuki, namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem, cisme de o kadar ağır bir iş değildir. Hem, namaz kılanın diğer mübah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibâdet hükmünü alır. Bu sûrette bütün sermâye-i ömrünü âhirete mal edebilir. Fânî ömrünü bir cihette ibkâ eder. Sözler, Dördüncü Söz, s. 26
LÜGATÇE:
mübâyaa: Satın alma. musaddak: Tasdik olunmuş, doğrulanan. hilâf-ı akıl ve hikmet: Akla ve hikmete aykırı. âkıl: Akıllı. mütefâvit: Çeşitli, farklı. ibkâ: Bâkileştirmek. Devamlı etmek. |
20.12.2009 |
Hastalar Risâlesi
Bir Pazar, sabah yürüyüşünden dönüşte ters bir hareketle ayağım kırılmıştı. Başıma gelen bu olay, benim zâhirî bakışımla öyle zamansız olmuştu ki!.. Hâlbuki, o gün ben, hanımın ağabeyi kayınbiraderimin hastâneye ziyâretine gidecektim. Bir gün önce konuşmuştuk. Ameliyat olacaktı.. “Geçmiş olsun, yarın ziyâretine geleceğim, benden bir isteğin var mı?” diye sordum. “Sâdece seni bekliyorum” demişti. Fakat ben de kendi derdim için başka bir hastâneye yatmıştım.. Hanım bir bana, bir ağabeyine koşuyordu Temmuz ayının sıcağında.. Hastâneler de birbirine çok uzaktı.. Benim ameliyat bir hafta sonraydı.. O arada beni ameliyâta hazırlıyorlardı.. Biri gelip kan alıyor, biri tansiyonumu ölçüyor.. Tahliller yapılıyor.. Biri röntgen filmi çekilecek diyordu... Yattığım odada altı hasta dahâ vardı. Onlarla tanışmış, hâl hatır soruşmuştuk.. Hanımdan birkaç kitap getirmesini istemiştim. Birkaç kitapla berâber Risâle-i Nur Külliyâtı’ndan Hastalar Risâlesini de getirmişti.. Hastalar Risâlesini dahâ önce çok defa okumuştum, fakat bu sefer farklıydı.. Doktorlar, hemşireler benim maddî hastalığımın tahlil ve tedâvisini yaparlarken Hastalar Risâlesi de mânevî hastalığımın tedâvisini yapıyordu.. Her bir ‘Devâ’yı okurken, başıma gelen bu hastalıktan neredeyse memnun olmaya başlamıştım. Çünkü, okuduğum her bir Devâ, başımıza gelen musîbetlerin hakîkat noktasında musîbet olmadığını; zâhirî, görünen yüzünün arkasında Rabbimizin sonsuz hikmetlerinin bulunduğunu ihtar ediyordu. Bu risâleyi, hastalığı yaşayarak okuduğum için bu hakîkatler bütün zerrelerime kadar işliyordu… Nur Talebesi kardeşlerimiz sık sık ziyârete geldiler. Hattâ odada yatan bâzı hastalar bizim dünyâ yönünden önemli bir durumda olduğumuzu sanmışlar.. Hastalardan, ayağı iki yerinden kırılmış emekli öğretmen bana seslenerek, “Şu Said Nursî’nin yazdığı kitabı biraz da biz okuyalım” demiş, ben de vermiştim.. Bir müddet sonra, “Said Nursî, bu kitapta hastalığı sevdirmeye çalışıyor, böyle olur mu?” diye, hafiften îtirâzını yapmıştı.. Ben de, “Hocam, başka çâren var mı? Hastalığa kızsan, kendini strese sokmaktan başka bir işe yaramadığı gibi hastalığının ıztırâbını arttırırsın” dedim. Biraz sohbetten sonra, “Sizinki doğru. Buraya senin ziyâretine gelen bu insanlarla aranızda mânevî bir bağ olduğu anlaşılıyor. Bu sıcakta, ‘kapattığın’ hanımın etrâfında pervâne oluyor.. Hattâ burada başkalarına da yardım ediyor.. Biz hanıma sonsuz hürriyet verdiğimiz hâlde daha yanıma bile gelmedi; ‘Ameliyâttan sonra yazlığa gel, biz yazlıktayız’ dedi” diye biraz yakınmıştı. “Eskiden ben de namazımı kılardım.. O zamanlar benim çocuk küçüktü. Hasta olmuştu. Babalık şefkatiyle Allâh’a duâ etmiştim. ‘Allâh’ım, bu çocuktaki hastalığı bana ver’ demiştim. Onun için bende ‘şeker’ dâhil birkaç hastalık var. Sonra biz sola takıldık.. Bugün hâlimiz gördüğün gibi..” demişti. Neyse.. Hastalar Risâlesini hastânede kaç defa okuduğumu bilmiyorum.. Hastâneden çıkıp evde iki ay istirahât ettim. Hanıma, “Ağabeyine bugün berâber gidelim, ayağımın üstüne biraz basabiliyorum, araba kullanabilirim” dedim. Hastâneye vardık.. O bölümün doktoruna, “Şu hasta benim akrabam. Müsâade ederseniz ziyâret etmek istiyorum” dedim. Ziyâret ettim. Makineye bağlı.. Komada.. Odadan dışarı çıktım.. Hemen, “Vefât etti” dediler.. İki ay önce, “Seni bekliyorum” demişti ya, gerçekten beni bekliyormuş. Hastalar Risâlesi bize, “Kazâya rızâ, kadere teslim İslâm’ın bir şiârıdır” düstûrunu öğretti. Nûr’un hoş olduğu gibi, nâr’ın da hoş olduğunu gösterdi. Yeni Asya gazetesi ve çalışanlarının; sâhil-i selâmet olan Dârüsselâm’a Ümmet-i Muhammed’i (asm) çıkaran bir Sefîne-i Rabbânî’de hademelik vazîfelerini bihakkın yaptığına inanıyor, emeği geçen herkesi tebrik ediyor, “Yolunuz açık olsun!” diyorum. |
ÖMER ÖÇALAN 20.12.2009 |