Basından Seçmeler |
Alman genelkurmay başkanı, Türk genelkurmay başkanı
GENELKURMAY Başkanı İlker Başbuğ’un, kuvvet komutanlarını yanına alarak Oruçreis Fırkateyni’nden yaptığı sert açıklamalar, sivil-asker ilişkilerindeki çarpıklıkları bir daha su yüzüne çıkardı. Genelkurmay Başkanı, yedi askerimizi kaybettiğimiz Reşadiye’deki hain saldırıyla ilgili eleştirel tavır alan aydınları ve medyayı açıkça suçladı. Reşadiye saldırısının 1990’lardaki açılımı sabote eden 33 erin katledilmesine benzetilmesi ve olayın içinde asker parmağı olduğu imaları Başbuğ’u kızdırmıştı. Halbuki zihinleri kemiren şüphelerin dile getirilmesine üzülse de Org. Başbuğ’un kızmak yerine bu kuşkuları doğuran ortam üzerine kafa yorması daha iyi olurdu. Şemdinli’deki Zirve Kitabevi’ne bomba atan asker kişiler suçüstü yakalanıyor, sivil mahkemede 39’ar yıla mahkûm edildikten sonra askerî mahkemede serbest kalıyorlarsa; Hrant Dink suikastından ‘operasyon’ diye bahseden, azınlıkların fişlenmesini ve öldürülmesini öngören, ilkokul çocuklarını müzedeki denizaltı ziyaretinde havaya uçurmayı tasarlayan Kafes Eylem Planı yargıya intikal etmişse; AK Parti’yi bitirmeyi, masum öğrencilerin evlerine silah koyarak büyük bir toplum kesimini terörle ilişkilendirmeyi hedefleyen planlar Ergenekon sanıklarının ofislerinden çıkıyorsa; yer altından LAW’lar ve silahlar fışkırıyorsa, pimi çekilerek askerin eline verilen bombanın yol açtığı facia eğitim zayiatı olarak örtbas edilmeye çalışılıyorsa, insanların olan bitenden kuşkulanmasına ne kızmak ne de şaşmak gerekir. Bütün bu olup bitenlerin, yedeği olmayan ve güvenliğimizin biricik garantörü ordumuzu yıpratmasından hepimiz rahatsızız. Ama bu yıpranmada en büyük payın, asker içinde hukuk devleti ve demokrasiyle bağdaşmayan yapılara ait olduğunu kabul edelim. Yıpranmanın diğer nedeni ise bizde askerin çağdaş demokratik ülkelerdekine pek benzemeyen konumuyla ilgili. Herhalde hiç kimse, 1981’de Alman Yeşiller Partisi’nde siyasete giren, Avrupa Parlamentosu’nda görev yapan ve partisinde liderliğe yükselen Almanya doğumlu Özdemir’in Avrupalılığını, demokratlığını ve çağdaşlığını tartışamaz. İşte bu Özdemir, kendisiyle bir sohbetimizde, Avrupa’da asker-sivil ilişkilerinin genel çerçevesini anlatmıştı. Demokratik normlara göre asker, siyasî konularda konuşmamalıydı; Genelkurmay Başkanı Savunma Bakanı’na bağlıydı. Birçok Avrupa ülkesinde vatandaşların Genelkurmay başkanının ismini dahi bilmediğini söyleyen Özdemir, kendisinin de Alman Genelkurmay Başkanı’nın adını bilmediğini söyledi. “Bunu mecazen mi söylüyorsunuz, yoksa gerçekten Alman Genelkurmay Başkanı’nın adını bilmiyor musunuz?” diye sorunca biraz şaşırdı ve gerçekten bilmediğini ifade etti. O ülkede siyaset yapan bir ismin adını dahi bilmediği Genelkurmay Başkanı Wolfgang Schneiderhan, Afganistan’da sivillerin öldüğü operasyonla ilgili bir gizli raporun medyada yayımlanmasıyla kendi isteği üzerine görevden alındı. 2002’den beri bu görevde bulunan Genelkurmay Başkanı’nın suçu, 4 Eylül’de NATO tarafından düzenlenen ve çok sayıda sivilin hayatını kaybettiği hava saldırısının aydınlatılması sürecinde kamuoyundan bilgi saklamaktı. İşte normal bir demokraside, bir skandal medyaya yansıyınca Genelkurmay Başkanı, skandalı ortaya çıkaranları veya olayı konuşanları hedef almak yerine, sorumluluğu üstlenip istifa ediyor. Böylece kurum olarak ordu yıpranmaktan kurtuluyor. Ayrıca normal demokrasilerde Genelkurmay Başkanı’nın siyasi bir kişilik olan Savunma Bakanı’na bağlı olması da orduyu yıpranmaktan ve günlük polemiklerden koruyor. Nedense bizde, bu modelin askerin rolünü zayıflatacağı düşünülüyor. Halbuki bunun amacı, aslında orduyu korumak. Şayet ifade özgürlüğü varsa, askerin eylemleri de eleştirilecek. Silahlı bir güç olan ve toplumun tümüne karşı sorumlu olan askerin, bu eleştiren kesimlerle tartışmaya girmesi düşünülebilir mi? Genelkurmay Başkanı, bir partiyle, bir aydınla, bir gazeteciyle polemiğe girdiği rejime demokrasi denebilir mi? Bugün tam bu çelişkiyi yaşıyoruz. Kopenhag Kriterleri’nin gereği olarak ifade özgürlüğü var. Her şey olanca şeffaflığıyla konuşuluyor. Ama asker henüz Kopenhag Kriterleri’ne göre olması gereken yerde değil. Peki çözüm ne? Ya eskiye dönüp ifade özgürlüğünden vazgeçeceğiz ya da askerin konumu da Kopenhag Kriterleri’ne uygun hale getirilecek.
Abdülhamit Bilici Zaman, 19.12.2009 |
20.12.2009 |
Genelkurmay Başkanı
GENELKURMAY Başkanı çok uzun sayılmayacak bir ara verdikten sonra yeniden kamuoyuna demeç vermeye başlıyor. Demeçlerinin teması baştan belli: medyada Silâhlı Kuvvetler hakkında eleştirel haber veya değerlendirmelerin yer alması Evet, öyle oluyor. Öyle olduğunu belki de “cin şişeden çıktı” deyimiyle anlatmak yerinde olur. Çünkü bu deyim, cinin şişeye geri dönmeyeceğini de ima eder. Görebildiğim kadarıyla, başlayan bu eleştirinin, daha doğrusu “eleştirelliğin” de duracağı yok –Bir askerî darbe olmadıkça. Duracağı yok, çünkü Türkiye bir “kışla” olmaktan çıkıp bir “toplum” olmaya başlıyor. “Toplum” olabilmeyi başarmış insan topluluklarında tabu olmaz; dolayısıyla “tabu konu”, “tabu kişi”, “tabu kurum” da olmaz. Birilerinin pek sevdiği terimle “çağdaş” olmanın belirleyici ölçütü, tam da budur: hiç bir kurumun eleştiriye karşı bağışık olmaması... Ama bu temel kurala eşlik eden başka etkenler var. Bunların başında, değindiğim bu “dönüş”ün, serbestleşmenin “gecikmiş”liği geliyor. En azından cumhuriyet kuruldu kurulalı, eleştiriden en az nasibini almış kurum ordudur. Bunun böyle olmasını sağlayan çeşitli yasalar vardır, ama yasadan daha etkilisi, gayrı resmî, yazısız kurallardır. Bu konuda ağız açmanın insanın başına ne gibi belâlar getireceğini hepimiz bir şekilde—ya da bin bir şekilde—öğreniriz. Dolayısıyla, şimdi, tarihin şu evresinde, bir yana doğru çekildikçe çekilmiş, uzadıkça uzamış bir lastiğin birdenbire boşalmasını, serbest kalmasını andıran bir durum var: bunca yıldır susturulmanın birikimi. Tabii bir de ordunun kendisi, ordunun davranışları, davranış tarzı sözkonusu. Bu ülkede ne varsa, ne olmuşsa, içinden asker çıkıyor. Kuruluşun askerîliği yetmemiş, çok-partili düzene geçildiği andan itibaren, “askerî darbe” siyasî takvimde şaşmaz bir yer edinmiş: dört yılda bir şubatın 29 gün olması gibi bir şey, Türkiye’de askerî darbe... Tarihin her santimetre karesinde askeriyenin izi var; ama bu yüzyıllık yapıya baktığınızda, bir “sanat şaheseri” görmüyorsunuz. Hukuk, adalet, şu bu, bunlar en fazla “adı var, kendi yok” kavramlar. Yapması gerekeni yapmayan, yapmaması gerekeni inatla yapan kurumlar. Son olarak da, yaralı bereli, ta içinden örselenmiş bir toplum. Bu manzarayı, askerin manzaraya katkısından bağımsız bir şekilde görmek mümkün değil. Üstelik, öyle olmuş bitmiş bir “manzara”ya bakmıyoruz; her an yeni bir şey eklenen bir manzara bu –sözgelişi Genelkurmay Başkanı’nın Trabzon’da ve bir savaş gemisinde yaptığı son konuşma gibi. Burada özetlediğim tarihin şu şimdiki evresine İlker Başbuğ’un denk gelmiş olması, kendisi açısından bir “talihsizlik” gibi görülebilir. Kendinden önceki genelkurmay başkanlarının yüksek sesle söylenmesine şahit olmadıkları sözleri o işitiyor. Ama bu da öznel bir yorum ve seçim konusu. Bir başka birey bunu “talihlilik” olarak da görebilirdi. Toplumun nihayet sahiden toplum olduğu, ordusunu da normal bir toplumun ordusu olmaya davet ettiği bir aşamada görev yapıyor olmaktan mutlu olacak biri de olabilirdi. Ama şimdiye kadar gördüğümüz İlker Başbuğ böyle bir varoluştan mutluluk duyacak biri olmadığını yeterince açık biçimde gösterdi. Şu an başında bulunduğu kurum alışık olduğu şekilde varolmaya devam etsin diye toplumun da kendi kurumlarını sorgulayacak olgunluğa ulaşmamış bir toplum halinde kalmasını tercih ediyor. Bu belli. Ama bu, olacak şey değil.
Murat Belge / Taraf, 19.12.2009 |
20.12.2009 |
Demokrasi! Hizaya gel!
BU çağrıyı yorumlamadan önce garp cephesinden bir darb-ı mesel anlatalım. Genelkurmay Başkanı’nın istifası bizde değil (hâşâ!), tabii ki Almanya’da hala tartışılıyor. 4 Eylül tarihinde gerçekleşen Afganistan’daki Kunduz saldırısını yöneten NATO’ya bağlı Alman komutanın, bölgede sivillerin bulunduğuna ilişkin rapora rağmen saldırı emrini vermesi Alman hükümetini sarsmaya devam ediyor. Muhalefet; kamuoyuna eksik bilgi verme gerekçesi ile Genelkurmay Başkanı Wolfgang Schneiderhan ve Savunma Bakanlığı müsteşarı Peter Wichert’in istifasını da yeterli görmeyip Savunma Bakanı’nın da istifasını istiyor. Federal Savunma Bakanı Gutenberg ise “Gerçek olan, söz konusu raporun benden gizlenmiş olduğudur. Bu yüzden iki isim de bu konudaki sorumluluğu üstüne alarak istifa etmiştir” diyerek kendisini savunuyor. Hem de parlamentoda! (Oralarda savaş gemisi yok mu acaba?) “Heyyt, kendinize gelin bre gafiller! Siz kim oluyorsunuz da Alman ordusunu yıpratıyorsunuz?” demiyor yani... Alman muhalefeti, hükümetin bilgi gizliliği kanunu çerçevesinde bazı sorulara hala cevap vermediğini, kamuoyunun yeterince aydınlatılmadığını savunuyor. Yeşiller Partisi Eş Başkanı Claudia Roth ise hükümetin bilgilendirme politikasını eleştirerek, “Parlamento, halk ve kamuoyu, hükümet herkesin arkasından iş çevirdi. Bizim şeffaflığa, açıklığa ihtiyacımız var, zira bu herhangi bir konu değil. Burada söz konusu olan yaşam ve ölüm. Bu nedenle güvene ve samimiyete ihtiyaç var” diyor. Anlaşılan o ki orada orduya ilişkin bir güven ve samimiyet meselesi var. Bu arada dikkatimi çeken noktalardan birisi de şu: Almanya’da muhalefet ve medyanın ithamları karşısında hem medyada, hem parlamentoda hesap veren, açıklama yapan kişinin sadece savunma bakanı olması oldu. (Sahi, bu arada bizim savunma bakanımız nerede? Herkes konuşuyor, bir o konuşmuyor. Sanırım sotede savunma bakanlığı yapmak sadece bizim gibi ülkelerde mümkün olabiliyor.) Tabii oralarda medyaya, akademisyenlere nizam vermek de ordunun işi sayılmıyor. Kimse kalkıp “Kesin sesinizi çokbilmişler, devletimizin âli menfaatlerini siz nereden bilirsiniz?”, ya da içlerinden birileri “Ordumuzun başı söylemişse ne güzel söylemiştir” demiyor. Hayal etsek, mesela desek; Almanya’da ordu mensuplarının isimlerinin karıştığı, hem de bırakın Afgan halkını, kendi halklarını hedef alan darbe taslaklarını, fesat Alman medyası (bu olayda olduğu gibi) ortaya çıkarsa, 33 Alman askerinin ölümünde ihmal olasılığı, bir terörist baskınında ölen 6 Alman askerin ölümünde de benzer ihtimaller konuşulsa, Alman Genelkurmay Başkanı’nın tepkisi ne olurdu acaba? (2002’den bu yana Afganistan’da ölen Alman asker sayısı 36) ..... Birden Rudyard Kipling’in “EĞER” diye başlayan şiiri geldi aklıma; Eğer; Ordunun düşman tanımı kendi halkını kapsarsa, sırtını halka dayadığını söyleyen TSK, parti liderlerine, akademisyenlere, gazetecilere “demokrasi” tanımı dikte ederse... TSK sırtını halka dayadığını söyler ama kendine emanet edilen canların, Mehmetçiklerin, anaların, ordu çalışanlarının eşlerini, askeri okul sınavına gireceklerin annelerini başörtülü-başörtüsüz diye ayırırsa... Mehmetçiklerin canı pahasına koruduğu devletin en önemli organı olan hükümete, parlamentoya yönelik girişimlerde sessiz kalırsa... Eğitim adına bir subayın bir acemi erin eline pimi çekilmiş bomba vermesini büyük bir soğukkanlılık ile gereği yapıldı diye geçiştirirse... Devletin bütçesinden en fazla miktarı alıp ancak bunun denetlenmesine karşı çıkar, halka bu konuda da hesap vermeyi dahi kabul etmezse... Halka daha çok güven verme adına söyleyebildiği tek çözüm sokağa çıkmak, komutanların halk arasına karışması olursa... Genelkurmay Başkanı, farklılıklara saygılı olalım ama ortak değerlerimizi ortaya çıkarıp farklı noktalarımızı bastıralım anlamına gelen şeyler söylerse... Tüm bunları en yeni ve güçlü savaş gemisi olan Oruçreis Fırkateyni’nde, sanki Kurtuluş savaşına karar vermiş bir komutan edası içinde söylerse... Yargıya bile buradan bir mesaj verirse... O zaman Aktütün (15), Bingöl (4), Reşadiye (7), Dağlıca (13), sadece 2008–2009 yılları arasında (çatışmada değil) sadece baskınlarda 39 şehit veren bir ordu elbette hesap vermek zorunda. Bu aynı zamanda teröristler ile mücadelede yetersiz kalındığının kanıtı değil midir? Önümüzde iki yol kalıyor: Ya “emredersiniz komutanım” deyip demokrasiyi bir masal haline getirip az gittik, uz gittik deyip kendimizi kandıracağız, ya de her demokratik ülkede olduğu gibi bunları da sorgulayıp Genelkurmay Başkanı’nı kamuoyunu yeterince bilgilendirmeye çağıracağız. Ordu mensuplarının bu kadar çok olayın içine karıştığı bir ülkede Genelkurmay Başkanı’nın demokrasi dikte etmesi kabul edilemez. Demokratik bir ülkede bu yaklaşıma ilk itiraz emininim Savunma Bakanlığı’ndan gelirdi. Genelkurmay Başkanlığı, bütçesi, atama kararları, bürokratik yapısı itibarı ile Savunma Bakanlığı’na bağlı bir kurum değil miydi?
Ayşe Böhürler Yeni Şafak, 19.12.2009 |
20.12.2009 |