Görüş |
Onlar ermiş murâdına
Masallar öyle biterdi. Bu masalda ise nerden geldiği anlaşılamayan üç bomba düşmüş: biri hükümetin kucağına, biri yurtdaş Türklerin, diğeri de vatandaş Kürdlerin kucağına… Hepsinin de pimi çekilip, ona kadar sayılarak atıldığı için düştüğü kucaklarda patlamış. Böylece memlekette parçalanmadık, yarılmadık sîne kalmadığından, bu üçü değil; fakat, bombaları elma, armut yerine yollayanların hepsi murâdına ermiş. Biz bu masalı sevmedik. Sonunu beğenmedik. Ama, nasıl yeniden başa döneceğimizi de bilemiyoruz. Fırtınada çırpınıp duran Karadenizlinin takası gibi, hükümet de iki dönemdir bir oraya, bir buraya savrulmaktan rotayı bulup da yol alamadı ki, bir limana sığınsın… Hasmından ha bre yumruk yiyip yere yıkılan Temel’in, “Ula Temel, fursana!” diyen dostuna: “Tik duramayrim ki furayım, uşağım” dediği gibi, seyircisi, bahiscisi, hasmı, hakemi, muhafızı ve hattâ taraftarının hırpaladığı hükümet, ringde kuralsız ve insafsız bir kavgadan sağlam çıkma telâşında. İlk raunddan beri gözü, kaşı patladığı için çevresini iyi göremiyor, olan biteni idrâk edemiyor, dostu düşmanı ayıramıyor, yapılan tezâhürâtın teşvîk mi, tezyîf mi olduğunu anlayamıyor. Savurduğu yumruğun bâzen kendi kulağına değmesi, yaptığı ayak oyunlarının kendi ayağına dolanması da cabası. Seçimden hemen sonra, ilk günün şaşkınlığında, bütün kuvvetlerini, memleketin bahtına kurdukları tuzaklarla bir asra yakın zamandır halkı ezen, gerçek demokrasinin uygulanmasını engelleyen şer güçlerin, bu memleket ahâlisine taktıkları prangaları ve kelepçeleri çözmekte kullanmaları gerekirdi. Günün şartları lehlerinde idi. Amerika ve Avrupa böyle icraâtı bekliyor ve destekliyordu. Yapmadılar, yapmak istemediler, yapamadılar ve kaşarlanmış şer güçlere kolay lokma oldular. Bir koltuğa kurulup da gücü, parayı, alkışı, ikbâli görenlerin hemen bir istihâle düzeninde–kaba bir benzetme ile kalınlık makinesinden geçip aynı eb’adlarda şekillenen keresteler gibi– bir örnek hâle girmeleri, maalesef, çok görülmüş hâdiselerden… Masa başında ahkâm kesmeye benzemeyen bir hâl olduğunun farkında olarak, yalnızca bir durum tesbîti bakımından kaydediyorum. Allah başa vermesin; böyle bir imtihânı kazanmak çok zor olsa gerek. Ancak, kimsenin istemeden böyle bir mâcerâya girmeyeceğinin, hattâ, helâkine bir yarışma netîcesinde böyle makamlara bin bir zorluklarla ulaşılabileceğinin şuûrunda olarak, memlekete ve halka hizmet dâvâsı ve iddiâsı ile yola çıkanların, karşılarına çıkan zorluklara göğüs gerecek azîm ve kararlılıkta olmaları gerektiğini de belirtmek gerek. “Hamama giden terler” kaidesince ve eskilerin tâbiriyle: “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe!” tercîhiyle yola çıkanların, bahtlarına çıkanlara katlanması îcâb eder. İnsanlık târîhi kadar eski ve yine bir o kadar mal, can yakan; kan, gözyaşı akıtan; haksızlık, zulüm işleyen ve şehirleri, medeniyetleri yerle bir eden çirkin siyâsetin kendine mahsûs kuralları var. İnsanın enâniyeti, hırsı, insafsızlığı siyâset toprağında neşv ü nemâ bulur, kâinatı rahatsız edecek zakkum ağaçlarını netîce verir. Bu sebepledir ki, akılda ve idrâkte fevka’l-beşer seviyeye çıkanlar ondan içtinâb etmişlerdir. Bedîüzzamân Saîd Nursî Hazretlerinin “Şeytandan ve siyâsetten Allâh’a sığınırım” demesi boşuna değildir. Üstünde yaşayanların nice cefâlı ve safâlı hallerini gören bu vatan topraklarında, şu medeniyet ve insâniyet asrında, artık iyi günlere kavuşulması herkesin ortak temennîsidir. Yalnızca az da olsa, şer ve melânetle; tahrîbât ve zorbalıkla idâme-i hayât edebilen kimselerin bulunduğunu göz ardı etmemek lâzımdır. Üstelik bunlar, hiçbir şekilde karşılarındakine acımaz, müsâmaha etmez, bağışlamaz. Onlara gösterilecek her zaaf, iştihâlarını kabartır, ağızlarını sulandırır. Dostluk elini uzatanın kolunu koparırlar. Bu gürûhla sûret-i mutlakada sulh kabil değildir. Haksızlığa, hakarete, şiddete, tedhîşe mâruz kalarak nefsini, nâmûsunu, izzetini korumak gayesi ile silâha sarılan, dağa çıkan, kanûn nazarında suçlu olan veyâ tamâmen aldatılmış vatandaşları, yukarıda sayılanlardan ayırmak; onlara milletin ve vatanın hastalanmış ve yaralanmış birer ferdi gibi yaklaşmak; maddî ve mânevî tedâvîlerini yapmakla hakîkî barış sağlanabileceğini akıldan uzak tutmamak gerekir. Siyâsetçilerin işlerini yaparken, halkı idâre ederken hak nâmına, hakîkat hesâbına hareket etmeleri; makamlarının tahakküm ve tegallüb için değil, halka hizmet ve hürmet için, kendilerine yine halk tarafından verildiğini dâimâ hâtırlamaları yanlış yapmalarını önleyecektir. Zora tâlip olmuşlardır. Başarı, zorlukları yenerek elde edilir. Cenâb-ı Hakk, hakka ve halka riâyet edenlere yardımcı olacaktır. |
EKREM KILIÇ 20.12.2009 |
Toyota üretim sistemi
Bütün dünyada geniş yankı bulan Toyota’nın üretim sistemi, Japonya’daki başka şirketler başta olmak üzere dünyanın diğer dev şirketleri de bu sistemi anlayıp hazmedip ve Toyota’nın başardığı verimli ve kaliteli üretimi kendi şirketlerinde de uygulayabilmek için seferber olmaktadırlar. Hatta otomotiv sektörüyle uzaktan yakından ilgisi olmayan şirketler dahi bu felsefeyi benimsemek ve yararlanmak için adeta yarışır haldeler. Bu sebepten dolayı da “Toyota üretim sistemi”, “Toyota felsefesi”, Toyota… Toyota… vs adı altında bütün dünyada hiç abartısız yüzlerce kitap yazılmış ve hatta binlerce bu konuda hakikî anlamda uzman veya uzman olduğunu iddia eden insanlar ortaya çıkmıştır. Öyle olması da çok normal. Çünkü hakikaten kısa bir sürede, dünyada otomobil denildiğinde hemen akla Amerika’nın üç büyüklerin en büyüğü olan GM’i yıllık araç satışı olarak geride bırakmış, geçen yıl patlak veren global kriz öncesi dünya birincisi olmayı başarmıştır. Şu anda çalıştığım şirket bir Japon şirketi ve aynı zamanda otomotiv sektöründe faaliyet gösterdiği için normal olarak çalışmaya başladığım ilk günden beri yaklaşık 17 yıldır Toyota sistemiyle yatıp, Toyota sistemiyle kalkıyoruz. Muhtemelen bu yazıyı okuyan herkes “Bu nasıl bir sistemki 17 yıldır sürekli tazeliğini koruyup gündemde kalmayı başarıyor…?” diye mırıldanmalarını duyuyor gibiyim. Hemen bu sorunun cevabını verebilirim. Toyota sisteminde sürekli daha iyisini araştırmak, bulmak ve mükemmele asla ulaşılamayacağını, her zaman her şeyin daha iyisi olabileceğini düşündükleri ve “Sürekli iyileştirme” mantığı tam anlamıyla oturmuş olduğu için bundan sonra da çok uzun yıllar tazeliğini ve gündemdeki yerini koruyacağa benziyor. Lâfı daha fazla uzatmadan gelelim “TOYOTA ÜRETİM SİSTEMİ nedir?” konusuna. Japon “Kenkyuusha” yayınevinden yayınlanan Matsuzaki Hitozumi’nin “Dinleyerek öğrenilen Toyota üretim sistemi” adlı kitabında özetle ne en basite indirgenmiş olarak şöyle yazıyor. (*) “Üretimin ve yönetimin bütün aşamalarındaki kayıpların tamamen ortadan kaldırılarak İSRAFIN önlenmesi ve bunun tabiî sonucu olarak düşük maliyetli üretimin yapılması.” İşin kalite tarafı zaten gündeme gelmesi dahi abes karşılanacak kadar olmazsa olmazı olduğu için bahsedilmeye gerek dahi görülmemiş. Hemen akla Toyota üretim sisteminde veya üretim fabrikalarında yıllardır bitirilemeyen kayıplar mı varki, bunca yıldır bitirilememiş diye bir düşünce gelebilir. Ama kesinlikle durum öyle değil. Eğer üretimin daha verimli veya insanların daha rahat çalışması için gerekli olmayan 1 metrelik mesafe, hatta yüksekliği olması gerekenden 10 cm daha yüksek raf, gereksiz atılan bir adım ve hatta gereksiz yapılan küçük bir eğilme dahi israf olarak görülmekte ve iyileştirilmesi gerektiği düşünülmekte. Biz Türkler “Damlaya damlaya göl olur” demişiz. Ama Toyota zerreleri toplayarak göl olmayı aşmış, deniz olmayı bile başarmış. Kriz öncesi yıllık araç satışı 10 milyon adede yaklaşmış ve cirosu da dünyadaki bir çok ülkenin ülke bütçesinden daha büyük yapmayı başarmıştır. Türkiye’deki toplam araç sayısının yaklaşık 13 milyon olduğunu düşündüğümüzde yıllık 10 milyon araç satışının ne demek olduğunu anlamak sanırım daha kolay olur. Ne dersiniz Toyota çalışanları henüz İslâmı keşfetmediler, ama “Yiyiniz, içiniz ama israf etmeyiniz” (A’raf 31) âyeti kerimesini keşfetmişler gibi. Biz Elhamdülillah İslâmı keşfettik, ama ne yazık ki hâlâ söz konusu âyeti kerimeyi keşfedememişiz gibi. İnşallah en yakın zamanda keşfederiz. *Orjinal metin Japonca olup Türkçe’ye çevrilmiştir.
KADİR COŞKUN - [email protected] |
20.12.2009 |