Kültür-Sanat |
Tahtalı köyden gelen adam |
GAZETEMİZİN epey eski okuyucuları hatırlar. 1980 yılında “Mustafa Polat Armağanı” adıyla: Şiir, makale ve mizah olmak üzere üç dalda ödüllü yarışma düzenlendi. Yarışmada dereceye giren eserler 15 Mayıs 1980 tarihinde Yeni Asya’da yayınlandı. Her birisi diğerinden kıymetli eserler meydana geldi. Bunlardan mizah dalında birinci gelen eserin adı: “Tahtalı Köyden Geliyorum” ismini taşıyordu. Hayatta hep çeşitli olaylar, rastlantılar, tevafuklar birbirini takip eder gider. Mizah için kurgulanmış, hayalen canlandırılıp hazırlanmış esprili bir yazı ile gerçek hayat da yaşanmış bir maceradan alınan kesitleri, bu yazımızda peşpeşe koyarak bakalım okuyucularımız nasıl benzerlikler, dersler, ibretler çıkarıp tebessüm ve tefekkür edecekler. Önce mizah dalında birinci olan eserden bir kesit; sonra Değirmen Ayvalı Köyü’nden Osman Amcanın Maceraları... *** “...Nihayet tahtalı köyü boyladık. Taşıma, gömme, ha! Unutuyordum neredeyse, taşırken iki defacıkta yere düşürdüler. Gömdüler, kapaklar çekildi. Artık kendi kaderime terk edildim. İşim biraz kolaylaştı. Gece olunca tabutu, kapakları açar evi boylarım. Fazla kestiremiyorum, ama gece oldu, galiba. Yalnız üzerimde bir küpürdeme oldu. Dikkat ettim kapaklar açılıyordu! Biraz ürperdim, olur ya sual meleği falan çıkar gelir. Hemen toparlanıp sorulara cevapları hazırladım. Biraz sonra yıldızlar görünüverdi!.. Küt, diye eli penseli biri atladı yanıma. Eliyle ağzımı yoklayarak: -Hım!.. Hepsi de altın, diye mırıldandı. Penseyi yaklaştırdı. Faaliyete tam başlayacaktı ki, dayanamayıp: -Aleyna ve aleykümselaaaaaaam!.. deyiverdim. Adam önce kaçmak istedi. Yukarı sıçradı. Kafasını betona vurduğu gibi yanıbaşıma uzandı. Hemen yerimden fırlayıp kalktım. Onun elbiselerini çıkarıp giydiğim gibi dışarıya yürüdüm. Mezar bekçisi: -Hey, hop. Hemşerim hani bizim şerbetlik? diye bağırıyordu. Aldırmayıp yürüdüm. Mezarlığın çıkışında, karanlıkta bir araba ve dört kişi beni karşıladı: -Ülo Zühtü kaç ula, kaç tane? - Tam otuz üç, dedim. Arabaya atladığımız gibi yürüdük. Mezardan uzaklaşınca bölüşelim, diye konuşuldu. Şoför iç lambayı yaktı.Yanımdaki pür dikkat bana bakmaya başladı: - Ülo...Ula... Hö, bu, O ölü değil mi? Hepsi bana bakıştılar. Ağzımı açıp dilimi çıkardım!.. Gözlerimi petletip derin, derin nefes almaya başladım. Araba sağa sola dans ediyordu. Herkes arabanın içine uzandı. Bazılarının dili boğazına kaçtı. Bazıları da debeleniyordu. Araba stop etti. Yere indim. Eve doğru finişe kalktım. Mehtap her tarafı gündüz gibi yapmış. Soğuk soğuk rüzgâr esiyordu.” *** “Küçüklüğümde yaşadığım olay herkesin başına gelmeyen cinsten. Beş-altı yaşlarımda iken nasıl oldu bilmiyorum, kalbim durmuş. Beni öldü diye yıkayıp köyün mezarlığına gömmüşler. Buradan öncesini pek hatırlamıyorum. Nasıl oldu, nasıl bayıldım, ne yaptılar bilmiyorum. Ancak uyanınca karanlık bir yerde olduğumu, yalnız olduğumu biliyordum. Açmaya, çıkmaya çabalasam da nafile. Başladım ağlamaya, bağırmaya, çağırmaya. Dinlenip dinlenip, ağlıyordum. Orada iki gün kadar kalmışım. Sonra yoldan geçenlerden birisi sesimi duymuş, öteki arkadaşlarına da söylemiş. Durumu köyün imamı Hacı Osman Efendiye haber vermişler. Birlikte köyün kabristanına geldiklerinde bakmışlar ses seda yok. Hoca demiş ki; “Bazen azap çekenlerin feryatları göğe yükselirken ibret için insanlara da duyurulur ya da hayaldir, vehim de olabilir” demiş. Şuradan geliyordu, buradan geliyordu, diye konuşulurken ben onların sesini duyunca başladım ağlamaya. Hoca benim kabrimi göstererek açılmasını istemiş. Kazma-kürek başlıyorlar açmaya. Bende onların seslerini iyiden iyiye duyuyordum. Ama nerede olduğumu hâlâ bilmiyordum. Her halde evin samanlığında üzerime saman göçtü ya da bir yıkıntıda kaldım sanıyordum. İyice yaklaştılar, üzerim açılır açılmaz bulunduğum yerden fırladığım gibi çıktım. Köyün yaşlı imamı Osman Efendi’nin haricinde herkes telâşla çil yavrusu gibi dağılıverdi, benden kaçmaya başladılar! Bende etrafa bakındım, üstüme baktım. Anladım ki kabirdeyim ve ölmüş, dirilmişim. Hoca Efendi elimden tuttu, kaçan köylüler de geldiler, beni evimize götürdüler. Babam şehre gittiği için anneme müjdeleyip teslim ettiler. Zavallı kadıncağızın bana hasretle, sevgiyle, şefkatle “Oğlum” deyip ağlayarak sarılmasını, onun sıcaklığını, kokusunu hâlâ daha unutamam. Sonraki zamanlarda sokaklarda arkadaşlarımla oynadık, zıpladık. Bana “cenaze” diyorlardı. Günler rüzgâr gibi geçti. şimdi altmış sekiz yaşımdayım. İşe girdim, emekli oldum. Köye bir çeşme yaptırdım, yoksul bir çocuğu evlendirdim. İleri yaşlarımda felç geçirdim. Tedavi oldum, kurtuldum, ama beynimde eseri kaldı. Çok şükür Allah’ın verdiği nimetlere on beş-yirmi günde bir hatim ediyorum. “Şu mahlûkat, izn-i İlâhî ile, zaman nehrinde mütemadiyen akıyor... âlem-i gaybdan gönderiliyor, âlem-i şehadette vücud-u zahiri giydiriliyor. Sonra âlem-i gayba muntazaman yağıyor, iniyor.” 1
Dipnot:
1. Said Nursî, Mektubat s. 220. |
MUZAFFER KARAHİSAR 26.09.2009 |