26 Eylül 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Kültür-Sanat

 

Son bakış

Bakmak gerekir bir işe başlamadan önce; bakıp şöyle bir tartmak. Sonrası mı? Sonrası, san'at eserleri, gözün alabildiğine gönlün ulaşabildiğine bir süre.

Cansiperane bir çalışma, damla damla terler, tereddütler, olur olmazlar ve en manidarı sade bir emek, dupduru. —İki bakmak arası—. İki bakmak diyorum zira yapılması kararlaştırılan her işin mebdeinde, başlangıcında şöyle bir bakılır. Nihayetinde, müntehasında bakmak sakın, ama sakın unutulmamalıdır.

Önceki bakış yapabilirler, edebilirler, bitirebilirler, tereddütler sarmalında bir sürü git-geller barındırır göz kapaklarının o sıcacık barınağında. Peki ya sadece gözleri mi bakar insan denilen ‘kâinat sözcüsünün’? Eli de bakar, kulağı da, burnu da…

“Telefona ‘bak’ demişti anne, yavrusuna; yavru yavruyu has elleri ile kavramıştı, avizeyi ve kulağına uzatıvermişti, alo…”

Bakıldığında o kadar da korku ve olamazlık uyandırmayan işler başlamaya değerdir her zaman; tıpkı bu yazı gibi. Aralarda küçük bakışlar atılır elbet, ama asıl olan dikkat ve tereddüt ikilemleri saklayan ilk ve son bakıştır. İlki başlamaya sebebiyet verdiği gibi, son bakış yeniden başlamaya karar verebilir.

Olur ya insan yarıda kesebilir eserini, işini, kitabını, konuşmasını, yapışını, edişini fakat bu kesiş bir bitirmedir aynı zamanda, daha güzelini yapmaya, yeniden başlamaya bir adım veya geri dönmemecesine bir vedadır.

‘Âdem’ kâinatta var edilmesinden bu yana üstün bir varlığa bağlanmayı ve ona itaat etmeyi ve elverdiği ölçüde de ibadet etmeyi yeşertmiştir yüreğinde. Yapılması gerekeni veya yapmak istediğini, bir hareket veya eyleme dönüştürürken de ilk önce bakışını yoğunlaştırmıştır.

Kâinatı bütün ince san'atlarla yaratan ‘O’; güzelliğini, ihtişamını türlü türlü vasfını, yarattığı aynalarda görmek istediği gibi, farklı farklı, çeşit çeşit masnularını alkışlayacak, bütün hepsinin takdislerini üzerinde toplayıp O’na sunacak varlıkların var olmasını istemiş ve var etmiştir ‘insanı’.

‘İbadet’ muhkemleştirendir iman kalesinin temellerini. Hep duyagelmiştir kulaklar bu güne kadar. ‘Filanca ibadetinde, ama pek de düzelmemişe benziyor.’ Bu durum ibadeti edene mi zarardır yoksa daha çok ibadetin kendisine mi?

İşte ‘aynen öyle de’ her işte, her faaliyette nazarlar iki tarafta yoğunlaştığı gibi, ibadette de başlangıç bakışı olduğu ve bunun yanında sağlamasını yapmak için kendi iç muhasebemizde son bakışta önemlidir ve elzemdir.

Bu tutarsızlığın çözümü kaynağında aranmalı tabiî ki. Şöyle bir dönmeli önce; göz ucuyla falan değil, küllî bir bakışla, bütün azalar ile dönmeli. Yamulmadan, mertçesine son bir bakış bırakmalı az önce yaptığı ibadete; namazıysa namazına, orucuysa orucuna. Zira üstünkörü ilerlemeler bu otobanda hep bariyerlerle sonuçlanmamakta, sert virajların ötesi uçurumlarla tutulmakta. Bizi tutarlı biri haline getirecek ve bu yolda barınmamız için sağlam kaleler inşa edecek elbette ibadetlerimizdir ve bilelim ki bir mü'min mü'mine has olmaktan uzaklaşıyorsa ve bunun yanında ibadet dediğimiz sağlamlaştırma hareketini yapıyorsa, her şeyi bir kenara bırakıp geriye dönüp bakmalı, ilk baktığı kadar hep inceden inceye. Terk etmemeli fakat bundan sonra daha iyisini yapmalı. Ne kendimize lâf getirmeli, ne de en önemlisi ibadetimize.

[email protected]

ERSİN ACAR

26.09.2009


 

Rabbe dönüş

YANGIN… Koca bir yangın kalmıştı ondan geriye. Alev alev yanan bir kalp ve bir çift göz…

Vuslata söz vermiş gibi gözyaşları ardı ardına düşüyordu toprağa, ayrılıklara inat, onun ayrılığına inat. Kocaman bir sessizlik hakimdi kabristanda. Ve sessiz çığlıklar atıyordu geride kalanlar, bu çıldırtan sessizliğe inat. Giden gidiyordu elbet zamanı gelince, yalnızlığa adanmış kalpler kalıyordu geriye hüzünle sarmaş dolaş…

Boş bakışları takılıp kalıyordu genç kadının buz gibi mezar taşına. Şaşkındı, çok şaşkın. Yaşadıklarının hayal olup olmadığını teyit etmek için çimdikledi kendini ilkin. Apaçık hakikatti bu, hayal değil. Kafasını kaldırdı, şöyle bir süzdü kabirleri tek tek. Ama bu bakış farklıydı, farkındalıklı bir bakıştı çünkü. Ölümün öldürülmediğine, kabir kapısının kapanmadığına ve “el mevti hakkun” ibaresinin mücessemleşmiş haline bir bakış… Hakkalyakin yaşıyordu bütün bildiklerini. Canını acıtıyordu öğrendikleri ilk defa. Nasıl da isterdi oracıkta hıçkırıklarla feryat etmeyi, kaybetmeyi kendini, vazgeçmeyi bütün benliğinden. Ama yapamazdı, yapmamalıydı zira. Uzattı titrek ellerini öne doğru, iyice açtı gözlerini daha iyi görmek istercesine hakikatleri. İki tane alyans kalmıştı geriye sadece, bir de buruk bir kalp. “Oysa ne kadar da mutluyduk, söz vermenin tadına varırcasına söz vermiştik ayrılmayacağız diye birbirimize” diye geçirdi içinden.

Yorgun bir tebessüm geziniyordu yaşlarla ıslanmış yüzünde. Bir kendi parmağına bakıyor, bir de sağ eliyle sıkı sıkıya kavradığı alyansa bakıyordu, onu takan elleri görememenin acısıyla. “Neden”lere, “niçin”lere savrulacak oldu bir an. Bir tek o muydu sevdiğini kaybetmenin acısını yaşayan? O Yüce Peygamber de (asm) kaybetmemiş miydi babasını henüz tanımadan? Annesini yitirmemiş miydi çocukların oyun oynadığı çağında? Ve dedesini, en ihtiyacı olduğu anında… Yakup (as) yitirmemiş miydi “Güzeller Güzeli”ni bir yalan uğruna? Nice kayıplar vermedi mi “En Sevgililer”en zor anlarında? Ama onlar baştan başa tevekküldü, baştan başa teslimiyet. “Ben şikâyetimi de hüznümü de ancak Allah’a arz ederim” demişlerdi ve her daim yanlarında olmuştu en Yüce Kudret. Çünkü merhametti O, baştan başa Rahmet. “Bize düşen tek şey teslimiyet” dedi genç kadın, bildiği şeyleri yeniden hatırlarcasına. Önü ardı kesilmeyen damlalarla dolan gözleri, yağmur sonrası çıkan güneş gibi parladı. “Rabb” dedi usulca. O bütün kâinatın Rabbi, bizim de Rabbimiz elbet. Rabb mülk sahibidir, kul ise emanet… Hani elest bezminde sormuştu Rabb, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye. Biz de “Kalu, bela” demiştik. Evet, Rabbimizsin, Malikimizsin, emanetimizin sahibi, varlığımızın asıl sebebisin. Ahitleşmiştik o yüce Rabb ile. Şimdi ahdimizi yenileme zamanı. Emanet Sahibi emanetini aldı. Bize düşen “bela” demenin şükrünü eda etmektir.

Ayağa kalktı genç kadın, hale hale parlayan gözleriyle baktı güneşe doğru, damla damla aktı varlık semasına. Orda duran o değildi sanki, vakurdu, metanetti, baştan başa teslimiyet. Elbet yanıyordu canı, gözü ağlıyor, kalbi hüzünleniyordu. Ama yalnız olmadığını fark etmişti en azından. O Yüceler Yücesi onunlaydı, şah damarı kadar yakındı ona. Onun en gizli hatıratını işitip, cevap verebilecek bir yaratıcıydı. Çünkü O; kişi ile kalbi arasındaydı. Cana, candan daha yakındı. İnsan kayıplar veriyordu elbet. Ama O’nu kaybeden neyi bulmuş ve O’nu bulan neyi kaybetmişti ki şimdiye kadar?

Son bir kez baktı genç kadın canının yarısını bıraktığı yere, sonra döndü arkasını ve usul usul yürüdü emanetinin sahibiyle birlikte…

[email protected]

CANSU KARATAŞ

26.09.2009


 

Tahtalı köyden gelen adam

GAZETEMİZİN epey eski okuyucuları hatırlar. 1980 yılında “Mustafa Polat Armağanı” adıyla: Şiir, makale ve mizah olmak üzere üç dalda ödüllü yarışma düzenlendi.

Yarışmada dereceye giren eserler 15 Mayıs 1980 tarihinde Yeni Asya’da yayınlandı. Her birisi diğerinden kıymetli eserler meydana geldi. Bunlardan mizah dalında birinci gelen eserin adı: “Tahtalı Köyden Geliyorum” ismini taşıyordu.

Hayatta hep çeşitli olaylar, rastlantılar, tevafuklar birbirini takip eder gider. Mizah için kurgulanmış, hayalen canlandırılıp hazırlanmış esprili bir yazı ile gerçek hayat da yaşanmış bir maceradan alınan kesitleri, bu yazımızda peşpeşe koyarak bakalım okuyucularımız nasıl benzerlikler, dersler, ibretler çıkarıp tebessüm ve tefekkür edecekler. Önce mizah dalında birinci olan eserden bir kesit; sonra Değirmen Ayvalı Köyü’nden Osman Amcanın Maceraları...

***

“...Nihayet tahtalı köyü boyladık. Taşıma, gömme, ha! Unutuyordum neredeyse, taşırken iki defacıkta yere düşürdüler. Gömdüler, kapaklar çekildi. Artık kendi kaderime terk edildim. İşim biraz kolaylaştı. Gece olunca tabutu, kapakları açar evi boylarım.

Fazla kestiremiyorum, ama gece oldu, galiba. Yalnız üzerimde bir küpürdeme oldu. Dikkat ettim kapaklar açılıyordu! Biraz ürperdim, olur ya sual meleği falan çıkar gelir. Hemen toparlanıp sorulara cevapları hazırladım. Biraz sonra yıldızlar görünüverdi!.. Küt, diye eli penseli biri atladı yanıma. Eliyle ağzımı yoklayarak:

-Hım!.. Hepsi de altın, diye mırıldandı. Penseyi yaklaştırdı. Faaliyete tam başlayacaktı ki, dayanamayıp:

-Aleyna ve aleykümselaaaaaaam!.. deyiverdim. Adam önce kaçmak istedi. Yukarı sıçradı. Kafasını betona vurduğu gibi yanıbaşıma uzandı. Hemen yerimden fırlayıp kalktım. Onun elbiselerini çıkarıp giydiğim gibi dışarıya yürüdüm. Mezar bekçisi:

-Hey, hop. Hemşerim hani bizim şerbetlik? diye bağırıyordu.

Aldırmayıp yürüdüm. Mezarlığın çıkışında, karanlıkta bir araba ve dört kişi beni karşıladı:

-Ülo Zühtü kaç ula, kaç tane?

- Tam otuz üç, dedim. Arabaya atladığımız gibi yürüdük. Mezardan uzaklaşınca bölüşelim, diye konuşuldu. Şoför iç lambayı yaktı.Yanımdaki pür dikkat bana bakmaya başladı:

- Ülo...Ula... Hö, bu, O ölü değil mi?

Hepsi bana bakıştılar. Ağzımı açıp dilimi çıkardım!.. Gözlerimi petletip derin, derin nefes almaya başladım. Araba sağa sola dans ediyordu. Herkes arabanın içine uzandı. Bazılarının dili boğazına kaçtı. Bazıları da debeleniyordu. Araba stop etti. Yere indim. Eve doğru finişe kalktım. Mehtap her tarafı gündüz gibi yapmış. Soğuk soğuk rüzgâr esiyordu.”

***

“Küçüklüğümde yaşadığım olay herkesin başına gelmeyen cinsten. Beş-altı yaşlarımda iken nasıl oldu bilmiyorum, kalbim durmuş. Beni öldü diye yıkayıp köyün mezarlığına gömmüşler. Buradan öncesini pek hatırlamıyorum. Nasıl oldu, nasıl bayıldım, ne yaptılar bilmiyorum.

Ancak uyanınca karanlık bir yerde olduğumu, yalnız olduğumu biliyordum. Açmaya, çıkmaya çabalasam da nafile. Başladım ağlamaya, bağırmaya, çağırmaya. Dinlenip dinlenip, ağlıyordum.

Orada iki gün kadar kalmışım. Sonra yoldan geçenlerden birisi sesimi duymuş, öteki arkadaşlarına da söylemiş. Durumu köyün imamı Hacı Osman Efendiye haber vermişler. Birlikte köyün kabristanına geldiklerinde bakmışlar ses seda yok. Hoca demiş ki; “Bazen azap çekenlerin feryatları göğe yükselirken ibret için insanlara da duyurulur ya da hayaldir, vehim de olabilir” demiş. Şuradan geliyordu, buradan geliyordu, diye konuşulurken ben onların sesini duyunca başladım ağlamaya.

Hoca benim kabrimi göstererek açılmasını istemiş. Kazma-kürek başlıyorlar açmaya. Bende onların seslerini iyiden iyiye duyuyordum. Ama nerede olduğumu hâlâ bilmiyordum. Her halde evin samanlığında üzerime saman göçtü ya da bir yıkıntıda kaldım sanıyordum. İyice yaklaştılar, üzerim açılır açılmaz bulunduğum yerden fırladığım gibi çıktım.

Köyün yaşlı imamı Osman Efendi’nin haricinde herkes telâşla çil yavrusu gibi dağılıverdi, benden kaçmaya başladılar! Bende etrafa bakındım, üstüme baktım. Anladım ki kabirdeyim ve ölmüş, dirilmişim. Hoca Efendi elimden tuttu, kaçan köylüler de geldiler, beni evimize götürdüler. Babam şehre gittiği için anneme müjdeleyip teslim ettiler. Zavallı kadıncağızın bana hasretle, sevgiyle, şefkatle “Oğlum” deyip ağlayarak sarılmasını, onun sıcaklığını, kokusunu hâlâ daha unutamam. Sonraki zamanlarda sokaklarda arkadaşlarımla oynadık, zıpladık. Bana “cenaze” diyorlardı.

Günler rüzgâr gibi geçti. şimdi altmış sekiz yaşımdayım. İşe girdim, emekli oldum. Köye bir çeşme yaptırdım, yoksul bir çocuğu evlendirdim. İleri yaşlarımda felç geçirdim. Tedavi oldum, kurtuldum, ama beynimde eseri kaldı. Çok şükür Allah’ın verdiği nimetlere on beş-yirmi günde bir hatim ediyorum.

“Şu mahlûkat, izn-i İlâhî ile, zaman nehrinde mütemadiyen akıyor... âlem-i gaybdan gönderiliyor, âlem-i şehadette vücud-u zahiri giydiriliyor. Sonra âlem-i gayba muntazaman yağıyor, iniyor.” 1

Dipnot:

1. Said Nursî, Mektubat s. 220.

MUZAFFER KARAHİSAR

26.09.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Bütün haberler

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.