Hasan Bülent Kahraman’ın cumartesi günü Sabah’taki yazısı “Kültür Müslümanlığı”nı işliyordu. Bu konu zaman zaman gündeme geliyor.
Türkiye’de bir ateist ne kadar ateisttir, bir gayrı müslim ne kadar gayrı müslimdir ya da Müslümanlık kültürü ile arasına ne kadar mesafe koyabilir?
Daha önce de farklı kalemler tarafından ifade edildiği gibi, diyordu ki H. Bülent Kahraman, ister ateist ister gayrı müslim olun, bu memlekette yaşıyor iseniz, her biriniz biraz “Kültür müslümanı”dır. Sonra sayıyor, “Kültür müslümanı” olarak dile ve davranışlara yansıyan görüntüleri...
Ramazan, “Kültür Müslümanlığı”nın daha bolca sergilendiği bir iklimdir. Yahya Kemal, Ezansız Semtlerde, yaşadığı sosyal ortam gereği “kültür müslümanı” bile olamayacak Türk çocuklarının yabancılaşma dramını işler. Atik Valde’den İnen Sokakta şiiri, iftar saatinde toplumun yaşadığı iklimi paylaşamayan aydının gönül yangınını anlatır.
Adada bir bayram namazına katıldığında, Müslüman kardeşlerinin yaşadığı iklime eklemlenebildiği için sevinç duyar. “Kültür müslümanı”, Müslüman bir toplum içinde yaşayıp, farkında olmadan hayata taşınan İslam renklerini anlatır.
Bir insan, Ateizmi bilinçli olarak seçer ve inanca karşı dirençler geliştirir ama, bir an gelir, bütün dirençler sıfırlanır ve davranışlara, sözlere İslam damgası vurulur. Bilinç altı bilinci aşar. Kahraman’ın “Kültür Müslümanı” yazısını okuyup Medine iklimine geldiğimde, kendi kendime düşündüm: -İnsanlarımızın Medine’de, Mekke’de, umrelerde, haclarda yaşanan coşkuya katılımları sınırlı oluyor.
TV kanalları, iftar zamanı Eyüp’ten görüntüler sunuyor. O görüntüler, iftar saatinde Harem görüntülerinin küçücük, minyatür bir örneği.... Ama onun bir parçası olabilmek bile, farklı bir heyecan oluşturuyor. Ya bir umre ve hac heyecanı yaşansa...
O büyük dünyanın bir parçası olduğu hissi ile dolup taşsa... Şimdilerde, yaşadıkları sosyal muhit yüzünden umre ve hac dünyasına yabancı oldukları düşünülen bazı insanların umre - hac seferleri düzenlediği medyaya yansıyor. Bir kesim onları garipsiyor.
Hatta bunu bir tür moda, değişiklik arayışı gibi, “Kültür müslümanlığı” nın yeni bir versiyonu, “Tüketim kültürünün maneviyat tüketimi” olarak değerlendirmek istiyor. Ben öyle bakmıyorum, ya da Medine ikliminin bir parçası olan hiç kimsenin böyle bakmayacağını düşünüyorum.
Bu, eni - konu bir heyecan. Bir coşku. Bir maneviyat hamlesi... Bu iklime giren bunu yaşar, kendini bundan kurtaramaz. İçinde bir boşalma, bir seyrelme hissettikçe de, koşar gelir buralara ve maneviyat yüklenir. Yeni ifadeyle şarj olur.
Eyüp’e henüz ne olduklarını gizleme gereği duymayan halktan insanlar gidiyor. Sanat ve sosyete muhitinden olanlar kaybolarak gitmeyi tercih ediyorlar. Aslında bu, bir başka tür mahalle baskısının işareti... “Ya kameraya yakalanırsam ne söylerim?” korkusuna itilmiş unvan sahibi insanlar...
Oysa bir ünlü gazeteci - yazarın Süleyman Demirel’le birlikte girdiği Kabe’nin içindeki secdenin deruni duygularını hatırlıyorum. Yani insanın; -Gel ve korkusuzca kendini yaşa, diyesi geliyor. Kendini,yani o içinde bulunan, “Kültür Müslümanı” mı ne diyorsan onu yaşamaktan korkma...
İçindeki duygular seni, kültürden inanca taşıyacaksa, bırak taşısın. Direnme kendine...
Gel ve bir iftar vakti, zemzemin yürek soğutan yudumunu içine taşı.
Bugün, 24.9.2008
|