"Gerçekten" haber verir 25 Eylül 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Başbakan’a üç tavsiye

Maalesef dış dünyada yükselen eğri çizgimiz durdu. Sebebi Deniz Feneri, RTÜK başkanı, basın boykotu tartışmaları.

Bir buçuk yıldan beri zaten ayağına takılan ağır zincirlerle hareket etmekte zorlanan hükümet bir de bu tartışmaların içine girince ülkemizin dışarıdan görünen manzarası hiç de sevindirici değil.

Şam Zirvesi, Ermenistan ziyareti, Kafkas İstikrar Paktı ve Cumhurbaşkanı’nın BM ziyareti bu tartışmaların gölgesinde kaldı.

Bu tartışmaları Doğan grubunun tetiklediği doğru ancak hükümetin daha doğrusu Başbakan’ın bu tuzağa düşmemesi gerekirdi. Asılsız haberleri Başbakan bizzat isim vererek kendisi değil yardımcıları aracılığıyla tekzip etse ve cevaplasaydı elbette ki daha iyi olurdu.

(...)

Gazete boykotuyla ilgili sarf ettiği sözler de harbiliğinden kaynaklanan bir kazadır diye düşünüyorum. Böyle bir boykotun tutmayacağını sadece boykotun değil teşvikin de etkili olamayacağını en iyi bilenlerden biri Başbakan’dır.

Ben Doğan grubunun yaptığı yayınları haklı görmüyorum ama Başbakan’ın onları muhatap almasını da isabetli bulmuyorum. Yalan haberleri yayınlayan basını boykot çağrısı kendince makul görünüyor olsa da bu çağrı bir Başbakan’ın ağzından çıkınca ister istemez basın özgürlüğüne yönelik bir tavır olarak algılandı/algılanıyor, dolayısıyla işiten herkese “İşte budur!” dedirtmiyor.

(...)

Benim Başbakan’a üç tavsiyem var.

Birincisi şu bayram tatilinde birkaç gün dinlenmesi. Türkiye’de dinlenemez, çünkü yine sokağa çıkar yine siyasetten kurtulamaz. Bence birkaç gün ailesiyle birlikte sakin bir yurt dışı seyahatine çıkmalı. İyice dinlenmeli.

İkinci tavsiyem Deniz Feneri gibi, basın boykotu gibi konularda ortak aklı devreye sokmasıdır. Rahmetli Özal her ay İstanbul’da merhum Sabahattin Zaim gibi bilge insanlardan oluşan bir heyet ile oturur istişare ederdi. Özal’ın ilk dönemi başarılarla doludur. İkinci döneminde bu istişareyi terkettiği ve çevresi farklı insanlarla dolduğu için partisi eridi, kendisini sevenler bile duvardaki resimlerini indirdiler ve partisinin üçüncü dönemi olmadı!

Üçüncü tavsiyem de bugünlerde Anayasa Mahkemesi’ndeki DTP davasına yoğunlaşmasıdır. AK Parti’nin kapatılması ne kadar yanlış idiyse DTP’nin kapatılması da o kadar yanlıştır. Bugünlerde gündemimize Venedik Kriterleri damgasını vurmalıdır. Teröre bulaşmamış partilerin kapatılmaması gerekir. Partinin hükmi şahsiyetini mahkum etmek yerine suç işleyen şahısların cezalandırılması ve partilerin uyarılması ilkesi gündemde tutulmalıdır.

DTP’nin kapatılması onlara oy veren seçmenin devlete küstürülmesi demektir. Bu sonuç ne terörle mücadeleye bir fayda sağlar ne de siyasi istikrara bir faydası olur.

Demokrat olmanın gereği halkın oylarıyla seçilmiş vekillerden oluşan DTP’nin kapatılmasına karşı çıkmaktır.

Fikir özgürlüğünü savunmanın gereği de bu kapatmaya karşı çıkmaktan geçer. Partileri halk kapatmalıdır. Partilerde suç işleyenler varsa mahkeme onları cezalandırmalı ve partileri odak olma konusunda ikaz etmelidir. Yani Siyasi Partiler Kanunu’ndaki eski 103. madde yeniden düzenlenmelidir.

Anayasa Mahkemesi CHP’nin hesaplarında yargılanmasını hatta mevcut yasal düzenlemeye göre kapatılmasını gerektiren yanlışlar buldu. Ayrıca CHP’nin yurt dışından para desteği aldığı belgeleri basında yer almaya başladı. Basında CHP de kapatılmalı gibi düşünceler yer almaya başladı. Bence AK Parti burada da CHP’nin yanında durmalı, bu tür yanlışlıklar ve eksiklikler sebebiyle de partilerin kapatılmaması gereğini vurgulamalıdır.

AK Parti kanaatimce bu günlerde Siyasi Partiler Yasası’nı konuşmalı ve partilerin kapatılmasına, halen davası devam eden DTP’nin de kapatılmasına şiddetle karşı çıkmalıdır.

Yeni Şafak, 24.9.2008

Resul Tosun

25.09.2008


 

NİZAMİYEDEN GERİ ÇEVRİLDİLER

Sayıştay Denetçileri, denetim yapmak üzere gittikleri Bayburt’taki Jandarma Genel Komutanlığına bağlı 48. İç Güvenlik Tugay Komutan Yardımcılığı kapısından, askerî yönetmelik gerekçe gösterilerek geri çevrildi. Oysa Sayıştay Kanununa göre, Sayıştay denetçileri, TBMM Başkanlığının talebiyle, askerî karargâhları, belirli bir konu ile sınırlı olmak üzere denetleme yetkisine sahip

BU NE BİÇİM SAYIŞTAY DENETİMİ? Bayburt'taki olay üzerine Millî Savunma Bakanlığı askerî saymanlıklara askerî kadrolarla teçhizat, levazım, ayniyat, fabrika ve müesseselerin TBMM adına Sayıştay denetimine tâbi olduğunu, ancak bu denetimin Sayıştay denetçileri yerine MSB ile Jandarma Genel Komutanlığına bağlı denetçiler tarafından yapılacağını bildirdi. Sayıştay Başkanlığı bu yazıya itiraz etmedi. Askerî bütçe denetimi ve sivil irade eksikliği En baştan belirtelim de kafası bir türlü almayanlar belki durumu bir nebze olsun kavrarlar. Bir ülkede sivil ve askerî kurumlar ile özel şirketler ve vakıfların tüm faaliyetlerinin denetimi, o ülke insanının refah seviyesini artırır. Hem de bu kurumların yararına sonuçlar doğurur denetim mekanizması. Türkiye’de demokratikleşme çabaları çerçevesinde son yıllarda sivil kurumların denetimi bir ölçüde yapılabiliyor, yapılmayanlar da medya aracılığıyla kamuoyuna deşifre ediliyor. Ne yazık ki askerî kurumların bütçeleri ile devlete ait ellerindeki mal ve silahların denetimi hiç mi hiç yapılamıyor, kimi yasalar buna bir ölçüde elverse bile. Nitekim, askerî bütçenin denetimi yolunu açan AK Parti’nin Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, 23 ağustos tarihli Taraf gazetesine verdiği demeçte, TBMM’nin bütçe hakkını (Askerî) yeterince kullanmamasından yakınabiliyor. Gönül’e göre, “Milletvekillerinin savunma bütçesinin incelenmesinde daha aktif davranması, askerî harcamaların Avrupa standartlarında şeffaf ve denetimli olmasına hizmet edecek.” (Taraf 23 Ağustos 2008). Anlayacağınız Türkiye’nin Ağustos ortalarında kamuoyu ile paylaştığı AB’ye uyum için yerine getirilmesi gerekenleri içeren Ulusal Program’da, yapılan yasal düzenlemeler çerçevesinde askerî bütçe denetiminin gerçekleştirilmekte olduğu savlanırken konunun muhatabı Bakan Gönül, Parlamento’nun bu hakkını yeterince kullanmadığını belirterek çelişkiyi açıkça gözler önüne seriyor. Belki çelişkiden de öte, gerek iktidar partisi gerekse Meclis’te temsil edilen diğer partilerin, askerî bütçenin denetlenmesi yolundaki iradesizliklerini ortaya koyuyor. Oysaki biz vergi mükelleflerini temsil eden milletvekillerinin, askerî bütçe denetimini de layıkıyla yerine getirmeleri asli görevleri. Savunma harcamaları ve askerî malların denetimi yoluyla da işletilecek hesap verilebilirlik ilkesinin kamuya yani bizlere yararı olduğunu bilmemizde yarar var. Nitekim Dünya Bankası’nın, kredi verdiği ülkelerde 2002 yılında yapılan bir araştırma, şeffaf ve hesap verilebilirlik ilkelerinin kamu açısından nasıl bir yarar sağladığını gözler önüne seriyor. * Araştırma, kamu harcamalarına, savunma harcamalarının da dahil edilmesinin şu üç yararını sıralıyor; savunma politikalarının kamuoyu tarafından daha iyi anlaşılarak, kabul görmesi; savunma harcamalarına ayrılan miktarın sebeplerinin hangi akılcılığa dayandığının açıklığa kavuşması ve savunma harcamalarının daha etkin ve rasyonel kullanımının önünün açılması. Bu arada belirtmekte yarar var, Türkiye’de savunma dahil tüm harcamalar artık önümüzdeki üç yılı kapsayacak biçimde kamuoyuna ilan ediliyor. Ama benim sözünü ettiğim konu, askerî bütçenin denetlenmemesi üzerine. Nitekim, Bayburt’ta bir askerî karargahta 2003 yılında yaşanmış bir olay, askerî denetimi oldukça sınırlı tutan mevcut yasalara dahi uyulmadığını gözler önüne seriyor. Sayıştay Denetçileri, denetim yapmak üzere gittikleri Bayburt’taki Jandarma Genel Komutanlığı’na bağlı 48. İç Güvenlik Tugay Komutan Yardımcılığı kapısından, askerî yönetmelik gerekçe gösterilerek geri çevriliyorlar. Sıkı durun, sorun ne biliyor musunuz?, aynı yasa, sınırlı olsa da hem askerî denetime izin veriyor hem de vermiyor. Niye mi?, yanıt askerî yönetmelik. Yani yönetmelik yasanın önüne geçiyor. Başına sivil bir bakanın atandığı Milli Savunma Bakanlığı, Bayburt olayı üzerine (denetimle ilgili yanıtın bir yıl sonra gelmesi prosedür gereği) 18.10.2004 tarihinde tüm askerî saymanlıklara bir yazı göndererek, “askerî kadrolarla askerî teçhizat, levazım, ayniyat, fabrika ve müesseselerin TBMM adına Sayıştay denetimine tabii olduğu, ancak 832 sayılı Sayıştay Kanunu’nun 38. maddesinin son fıkrası gereği bu denetimin Sayıştay denetçileri yerine Milli Savunma Bakanlığı ile Jandarma Genel Komutanlığı’na bağlı teftiş kurulları marifetiyle denetleneceğini,” belirtiyor. Bu yazının bir örneğinin gönderildiği Sayıştay Başkanlığı ise, kendisine bağlı memurların denetim hakkının geri çevrilmesine karşı yasal bir işlem bile yapmıyor. Oysaki Sayıştay Kanunu’na 2003 yılında eklenen 12. madde, TBMM Başkanlığı’nın talebi üzerine Sayıştay denetçilerinin, askerî karargâhlarda, o da belirli bir konu ile sınırlı olmak üzere denetim yapmalarının önünü açıyor. Sayıştay denetçileri, Bayburt denetimini, yukarıda belirtilen yasaya istinaden yapmak isterlerken, aynı yasanın 38. maddesine dayanılarak 1969 yılında TSK’nın kabul ettiği bir askerî yönetmelik gerekçe gösterilerek, kapıdan geri çevrilmişler. Dolayısıyla, askerî yönetmelik, Sayıştay Kanunu’na eklenen ve zaten sınırlı askerî denetimi öngören 12. maddeyi gözardı ederek, 2003 yılından bu yana karargâhlarda denetim yapılmasını engellemiş. İstisnai ve sınırlı durum olmaksızın tüm asker ve sivil kurumların rutin biçimde mallarının denetlenmesinin önünü açan ve mevcut Sayıştay Kanunu’nun yerine geçmesi öngörülen yeni Sayıştay Kanunu yasa taslağı ise iktidar ve muhalefet arasındaki tartışmalar yüzünden 2005 yılından beri komisyonlarda bekletiliyor. Anlayacağınız mevcut yasa, askerî yönetmeliklere takılıp, sivil irade eksikliğini ortaya koyarken silahlar dahil devlete ait askerî malların sınırsız bir biçimde denetiminin önünü açacak taslak yasa da yine bizi temsil eden Meclis’te kanunlaşamıyor. Denetim yapmazsanız, son yıllarda çeşitli evler ile gecekondu semtlerinde ortaya çıkartılan yüksek miktardaki bomba ve cephanelik ile Cumhuriyet Gazetesi’ne atılan bombaların da izini doğal olarak süremezsiniz. Denetimsizliğin faturasını çok ağır bedellerle ödüyoruz... * Nicole Bal, Malcolm Holmes, “Integrating Defense into Public Expenditure Work”, Commissioned by UK Department for International Development (11 Ocak 2002). Taraf, 24.9.2008

Lâle Sarıibrahimoğlu

25.09.2008


 

Müslümanlık kültürü

Hasan Bülent Kahraman’ın cumartesi günü Sabah’taki yazısı “Kültür Müslümanlığı”nı işliyordu. Bu konu zaman zaman gündeme geliyor.

Türkiye’de bir ateist ne kadar ateisttir, bir gayrı müslim ne kadar gayrı müslimdir ya da Müslümanlık kültürü ile arasına ne kadar mesafe koyabilir?

Daha önce de farklı kalemler tarafından ifade edildiği gibi, diyordu ki H. Bülent Kahraman, ister ateist ister gayrı müslim olun, bu memlekette yaşıyor iseniz, her biriniz biraz “Kültür müslümanı”dır. Sonra sayıyor, “Kültür müslümanı” olarak dile ve davranışlara yansıyan görüntüleri...

Ramazan, “Kültür Müslümanlığı”nın daha bolca sergilendiği bir iklimdir. Yahya Kemal, Ezansız Semtlerde, yaşadığı sosyal ortam gereği “kültür müslümanı” bile olamayacak Türk çocuklarının yabancılaşma dramını işler. Atik Valde’den İnen Sokakta şiiri, iftar saatinde toplumun yaşadığı iklimi paylaşamayan aydının gönül yangınını anlatır.

Adada bir bayram namazına katıldığında, Müslüman kardeşlerinin yaşadığı iklime eklemlenebildiği için sevinç duyar. “Kültür müslümanı”, Müslüman bir toplum içinde yaşayıp, farkında olmadan hayata taşınan İslam renklerini anlatır.

Bir insan, Ateizmi bilinçli olarak seçer ve inanca karşı dirençler geliştirir ama, bir an gelir, bütün dirençler sıfırlanır ve davranışlara, sözlere İslam damgası vurulur. Bilinç altı bilinci aşar. Kahraman’ın “Kültür Müslümanı” yazısını okuyup Medine iklimine geldiğimde, kendi kendime düşündüm: -İnsanlarımızın Medine’de, Mekke’de, umrelerde, haclarda yaşanan coşkuya katılımları sınırlı oluyor.

TV kanalları, iftar zamanı Eyüp’ten görüntüler sunuyor. O görüntüler, iftar saatinde Harem görüntülerinin küçücük, minyatür bir örneği.... Ama onun bir parçası olabilmek bile, farklı bir heyecan oluşturuyor. Ya bir umre ve hac heyecanı yaşansa...

O büyük dünyanın bir parçası olduğu hissi ile dolup taşsa... Şimdilerde, yaşadıkları sosyal muhit yüzünden umre ve hac dünyasına yabancı oldukları düşünülen bazı insanların umre - hac seferleri düzenlediği medyaya yansıyor. Bir kesim onları garipsiyor.

Hatta bunu bir tür moda, değişiklik arayışı gibi, “Kültür müslümanlığı” nın yeni bir versiyonu, “Tüketim kültürünün maneviyat tüketimi” olarak değerlendirmek istiyor. Ben öyle bakmıyorum, ya da Medine ikliminin bir parçası olan hiç kimsenin böyle bakmayacağını düşünüyorum.

Bu, eni - konu bir heyecan. Bir coşku. Bir maneviyat hamlesi... Bu iklime giren bunu yaşar, kendini bundan kurtaramaz. İçinde bir boşalma, bir seyrelme hissettikçe de, koşar gelir buralara ve maneviyat yüklenir. Yeni ifadeyle şarj olur.

Eyüp’e henüz ne olduklarını gizleme gereği duymayan halktan insanlar gidiyor. Sanat ve sosyete muhitinden olanlar kaybolarak gitmeyi tercih ediyorlar. Aslında bu, bir başka tür mahalle baskısının işareti... “Ya kameraya yakalanırsam ne söylerim?” korkusuna itilmiş unvan sahibi insanlar...

Oysa bir ünlü gazeteci - yazarın Süleyman Demirel’le birlikte girdiği Kabe’nin içindeki secdenin deruni duygularını hatırlıyorum. Yani insanın; -Gel ve korkusuzca kendini yaşa, diyesi geliyor. Kendini,yani o içinde bulunan, “Kültür Müslümanı” mı ne diyorsan onu yaşamaktan korkma...

İçindeki duygular seni, kültürden inanca taşıyacaksa, bırak taşısın. Direnme kendine...

Gel ve bir iftar vakti, zemzemin yürek soğutan yudumunu içine taşı.

Bugün, 24.9.2008

Ahmet Taşgetiren

25.09.2008


 

Bir özgürlükler kalesi daha mı düştü?

Duyar duymaz ilk tepkim gayri ihtiyari bu oldu: “Eyvah, bir özgürlükler kalesi daha düştü!” Kesin karar vermek için belki hâlâ çok erken.

Bu tür talihsiz durumlarda insan belki bir yanlış anlaşılma ve bu yanlış anlaşılma üzerine yapılan bir yanlış uygulama vardır ümidini korumak istiyor hep.

Söz konusu olan çok köklü bir üniversitenin koskoca rektörü de olsa belki de ilk günün heyecanıyla ne yaptığını bilmiyor diye avunmak istiyor insan. Yoksa en baskıcı dönemlerde bile bir özgürlükler kalesi olmayı sürdürebilmiş, her türlü farklı düşünce ve hayat tarzına sonuna kadar kapılarını açmış Türkiye’de ender rastlanan gerçek üniversitelerden biri olan Boğaziçi Üniversitesi’ni Boğaziçi Üniversitesi yapan en önemli özelliği olan özgürlükçü tarzını bir çırpıda çöpe atmak yakışır mı böyle bir üniversitenin rektörüne? Hele yeni rektör, bu üniversitede yıllarını geçirmiş, dahası bu üniversiteyi bir özgürlük vahası haline getiren öğretim üyelerinin oylarıyla bu makama seçilmiş biriyse, anlamak mümkün mü böyle bir yasakçılığı? “Bu rektör Boğaziçi Üniversitesi’nin özgürlükçü atmosferinden hiç mi nasibini almamış?” diye düşünmeden gerçekten edemiyor insan.

Ama, maalesef burası Türkiye. Yani her an her şeyin mümkün olabileceği bir çelişkiler ülkesi. İşte bu yüzden olsa gerek, generallerin dominasyonundaki 28 Şubat sürecinin en baskıcı dönemlerinde bile öğrencilerinin bireysel özgürlüklerine, giyim kuşamına müdahale etmeyi aklından bile geçirmeyen Boğaziçi Üniversitesi, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül gibi baskı ve kısıtlamaların mağduru olmuş liberal-demokrat biri tarafından atanan bir rektörün elleriyle yasakçılıkla ilk kez karşılaşma bahtsızlığını yaşayabiliyor. Mezunu olmaktan hep gurur duyduğum eski bir Boğaziçili olarak gerçekten isyan etmemek elde değil. Yazık, gerçekten çok yazık!

Belki neden bahsettiğimi biraz açmam gerekiyor. Dünkü gazetelerden biri konuyla ilgili haberine şöyle giriyordu: “Yeni rektörle birlikte Boğaziçi Üniversitesi’ndeki (BÜ) özgürlükler dönemi de sona erdi. Üniversitenin açılış gününde okullarına gelen başörtülü öğrenciler, önceki yıllarda rahatça girdikleri kampüse dün alınmadı. Bu durum karşısında şaşkınlık yaşayan öğrenciler, yasağı kampüs girişinde protesto etti. Olay üzerine açıklama yapan Genç Siviller hareketi de, başörtülülerin kampüse alınmamasını ilginç bir dille eleştirerek ‘Boğaziçi Üniversitesi’nin yeni rektörü Kadri Özçaldıran, vatani görevine hızlı başladı’ ifadesini kullandı.”

Bugün ben hâlâ Boğaziçi Üniversitesi’nde okuyor olsaydım, büyük bir çaba sonucu girme başarısı gösterdiğim, bugüne kadar çok iyi bir şöhrete sahip olan bu özgürlükler üniversitesinin rektör eliyle de olsa şöhretinin lekelenmesine izin vermemek için ne gerekiyorsa yapardım. Başörtülü-başörtüsüz, sol görüşlü-sağ görüşlü ayrımı yapmaksızın başörtülülerle ya da yeni rektörün aldığı despotik kararların mağduru olan hangi kesimse onlarla birlikte hareket ederdim. Hangi kesimden olursa olsun despotizmin sebep olduğu mağduriyetten payımı almaya çalışır ve ona göre tepki verirdim.

Felsefesini anlamakta aciz kaldığı halde bu güzel üniversiteyi yönettiğini zanneden rektörün aldığı despotik/yasakçı kararlarla Boğaziçi Üniversitesi’ni sıradanlaştırıp hiçleştirmesine müsaade etmezdim. Kimi mağdur ediyorsa onunla hareket eder, o mağduriyeti genişletirdim. İster öğrenci, isterse öğretim üyesi olsun bir Boğaziçiliye yakışan tavır da budur. Bugün bu tepki konulmazsa bugün öğrencisi olduğunuz, yarın mezunu olacağınız ya da halihazırda görev yaptığınız bu üniversite maalesef artık mensubu ya da öğrencisi olmaktan gurur duyduğunuz o eski üniversite olmayacaktır.

Ne 12 Eylül askerî darbe döneminin ne de 28 Şubat askerî vesayetinin yapmayı başaramadığını kendisine bilim adamı diyen bir rektörün başarmış olması ne kadar da acı! Bilimi bir kenara bırakan yeni rektör, pek çok türdeşi gibi anlaşılan öğrencilerin saçı sakalıyla uğraşmayı marifet sayıyor. Bununla da yetinmiyor, peruk, kapüşon avına çıkıyor. Sanki bu ülkede bu işlerle uğraşan onlarca sıradan üniversite yokmuş da yasakçılığı, çok büyük eksikliği hissediliyormuş gibi. Buradan Prof. Özçaldıran’a bir tavsiyem var. Şayet özgür üniversiteden bu kadar rahatsız idiyse neden bir özgürlükler kalesi olan Boğaziçi Üniversitesi’nin rektörlüğüne aday oldu? Yoksa adaylıktaki tek amacı Boğaziçi Üniversitesi’nin çanına ot tıkamak mıydı? Hem madem despotizme bu kadar meraklıydınız Boğaziçi Üniversitesi gibi bir uluslararası markayı lekelemek yerine, ülkemizde bolca bulunan despotik üniversitelerden birine transfer olabilir ve hiçbir üniversiteye yakışmayacak ilkel yasakçılığınızın sınırsız keyfini buralarda sürebilirdiniz.

Bu güzelim üniversiteye karşı kastınız, hıncınız, düşmanlığınız nedendir? Lütfen herkes için çok geç olmadan yaptığınız bu hatadan dönün. Boğaziçi mezunu olmaktan gurur duyan bizlere yasakçılığın utancını daha fazla yaşatmayın. Bırakın Boğaziçi Üniversitesi, evrensel standartlarda gerçek bir üniversite olarak kalsın? Sakın bu despotizminize yasakçı yasalardan mazeret arama zahmetine de girmeyin. Çünkü yasakçı yasalar hep oradaydı ama Boğaziçi’nde yasakların başlaması ilk kez sizin despot ellerinizle oluyor. Bunu da unutmayın!

Zaman, 24.9.2008

Bülent Keneş

25.09.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün haberler

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır