ÖNCEKİ yazımızda Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın çocukluğunda tuttuğu daha doğrusu tutma girişiminde bulunduğu ilk orucunun hikâyesinin ilk bölümüne yer vermiştik.
İki üç cümleyle kısa bir hatırlatmanın ardından hikâyemize kaldığımız en heyecanlı yerinden devam edelim:
“İlk orucumu dokuz yaşında tuttum. Eğer bir gün tutmaya tahammül edebilirsem Hacı ninem benden bir mecidiyeye (yirmi kuruş) satın alacaktı. Öğleye doğru sabrım tükendi. Gitgide açlığım tahammül edilemez bir hal aldı. Dolabı açtım, kapısı gıcırdadı. Üç dört köfte ile pide parçası aşırarak gidip bahçenin köşesinde yemeye karar verdim. Heyecanla elimi sahana uzattım. Arkadan menhus bir ses çıktı:
- Hu küçük bey, ne yapıyorsun orada ayol ? Bugün sen oruçlu değil misin?
Döndüm baktım, Nezahat arkamda simsiyah upuzun duruyor. Arap’la zıtlaşacak zaman değildi. En tatlı sada-yı istirhamımla:
- Dadıcığım ayaklarını öpeyim, kimseye söyleme.
- A olur mu hiç ? Günah değil mi?
- Akşam Hacı Ninemden bir mecidiye alacağım.
- Yarısını bana verirsen söylemem.
Mecidiyeyi bütün bütün kaybetmektense yarısını kazanmak her halde kârlıydı. O akşam orucum şerefine iftarda Çerkez tavuğu kaymaklı güllaç vardı. İftar zamanı yaklaştı. Sofraya dizildik. Ben Hacı Ninemin yanındaydım. Bu doksanlık kadının gözleri iyi seçmezdi. Bütün şefkatiyle yüzüme baktı.
- Bu oğlanın benzi limon gibi sararmış. Yavrucak hiç şikâyet etmedi. dedi.
Gözlerim karşıda ayakta duran Nezahat'a kaydı. Kahkahalarını birer birer içine sindiriyordu. Top gürledi. Hacı Ninem zemzem fincanını evvelâ benim dudaklarıma uzattı. Sonra kendi ağzına götürdü. Üç gün sonra Hacı Nineme on kuruşa bir oruç daha sattım. Giderek mübarek savmım (oruç) ucuzluyordu. Birincisi gibi ikincisinin bedelini de Nezahatla paylaştık. Çünkü sahtekârlık sırdaşlığı ikimizi birbirimize bağlamıştı. Bozuk oruç satmak ne tatlı bir günah işlemekti. Ah bu hayatın ifsadı insanı en küçük yaşta kavrıyor.” İkdam, 1 Haziran 1920
|