Hani New York limanına beklenenden de önce vararak tarihe geçmek için hız sınırlarını zorlayan ve bir kısım haddini bilmezlerin ‘Tanrı bile batıramaz’ dediği Titanik’in Atlantik okyanusunun dibini boylamasına büyük ölçüde sebebiyet veren hırslı armatör Bruce Ismay var ya. Başkan Bush’un vaziyeti işte biraz ona benziyor.
Buzdağına çarpan geminin batacağı anlaşılınca Titanik’in kaptanı Smith, Ismay’e acı bir ironiyle ‘Manşetleriniz şimdiden hayırlı olsun’ demişti. Tarihe kahraman olarak geçme hırsıyla Irak’ı işgal eden; ancak başarısızlığa uğrayarak olumsuz manada manşetlere çıkan Bush, yine tarih yazdı! Geçen hafta piyasalardaki korkunç dalgalar, az kalsın kimilerinin Tanrı’nın bile batıramayacağına inandığı ABD’yi alaşağı edecekti. Bush nezaretindeki ülke, 1930’ların Büyük Depresyonu’ndan sonraki en büyük ekonomik krizi yaşıyor.
Titanik’i batıran nasıl hırs idiyse, ABD gemisini batmanın eşiğine getiren de hırstan başkası değil. Bir serbest piyasa sisteminde ekonomide olan her şeyden tabii ki hükümet sorumlu tutulamaz. Geri ödeme kabiliyeti zayıf olduğu halde sınıf atlama hırsıyla faiz borcu altına girerek ev satın almaya çalışan bazı Amerikan halk kesimleri, kâr hırsıyla milleti bu hataya teşvik eden bankacı ve simsarlar da en az piyasaları yeterince denetlemeyerek başıboş bırakan hükümet ve Kongre kadar suçlu. Zincirleme etkisiyle dünyayı da girdabına alan krizin temelinde, mortgage borçlarının ödenememesi ve ev fiyatlarının düşmesi sonucu, finans sistemin kalesi görülen kuruluşların domino taşları gibi birer birer devrilmesi yatıyor.
Konut finans sektörünün yarı-kamusal statüdeki büyük kuruluşları Fannie Mae ve Freddie Mac’e iflaslarını önlemek için Amerikan hükümetince el koyulması, sigorta devi AIG’ye hazineden 80 milyar dolar borç verilmesi kâfi gelmedi. Şimdi, piyasadaki habis borçları silmek için 700 milyar dolarlık bir büyük kurtarma operasyonu gündemde. Peki neredeyse Pentagon’un bütçesi kadar olan bu para nereden gelecek? Tabii ki vergi gelirlerinden, yani halkın cebinden. Kısacası özellikle Irak savaşının etkisiyle 500 milyar dolar civarına çıkarak tarihî rekor kıran bütçe açığı, gelecek nesillerin sırtına daha da binecek.
ABD ekonomisinin bu durumunun muhakkak ki iç ve dış politikasına da kayda değer yansımaları olacak. Bush dönemindeki anaforlardan sonra güvenli bir limana demir atmak isteyen Amerikan halkı için kasımdaki başkanlık seçimlerinin önemi iyice arttı. Son haftada Obama’ya doğru hafif bir yöneliş görülse de, genel olarak başa baş sonuçlar veren kamuoyu araştırmalarına bakılırsa, ne McCain ne Obama’nın Amerikan halkının çoğunluğuna henüz tam manasıyla güven verdiği söylenemez. McCain’in en büyük dezavantajı, son sekiz yıldır ülkeyi yöneten ve başarısız bulunan Bush’un partisinden olması. Obama’nın temel sorunu ise ulusal piyasaya yeni çıkması ve özellikle genç yaşı nedeniyle halkın önemli bir kısmı için hâlâ risk unsuru taşıması.
ABD’nin ulusal güvenlik ve ekonomide büyük sorunlarla boğuştuğu bir dönemde iktidara talip olan her iki adaya oy verecek olanların bile kafası karışık. ‘Obama’ya içim ısınmadı; ama McCain’e tercih ederim’ diyenler, içi McCain’e ısınamadığı halde onu Obama’ya tercih edenler kadar çok. Amerikan halkı, nihai kararını vermek için gelecek cuma başlayacak televizyon tartışmaları serisini bekliyor. İştiyaksız kitlelerce kıl payı seçilen bir başkanın ayakları yere pek sağlam basmayacağından, ülkenin ağır sorunlarına çözüm getirebilme keyfiyeti de zayıflayacaktır. Her ne kadar Bush yönetiminin dramatik müdahaleleriyle ekonomi (en azından finans boyutuyla) dibe çakılmaktan kurtulma vetiresine girmiş, dolayısıyla yeni başkan üzerindeki stres biraz azalmış olsa da, yapısal reformlara ihtiyaç var. Onun için de ciddi siyasi irade gerekiyor.
Derin ekonomik sorunlardan muzdarip ülkeler, genelde içe kapanır. Dünyanın her yeriyle ilgilenen hegemonik bir devlet olan ABD’nin ise böyle bir lüksü yok. Ancak zaaflı bir ekonomiyle ulusal çıkarlarını her zamanki kadar baskılı şekilde takip edemeyecektir. Washington (Cheney gibi hırs küpleri hariç) Irak ve Afganistan işgali sonrasında askerî gücünün sınırlarını gördü. Son ekonomik kriz de özellikle sert güce (hard power) dayalı dış politikanın faturasının artık dünyanın en zengin ülkesi ABD tarafından bile kolay kolay ödenemeyeceğini gösteriyor. Zemindeki gerçekler, ABD’yi Savunma Bakanı Robert Gates’in de savunuculuğunu yaptığı tarzda yumuşak güç (soft power) ağırlıklı bir dış politikaya yönelmeye mecbur kılıyor. Bu, büyük savaşlardan mümkün mertebe kaçınan, hasımlarla bile angajmana, al-vere, çoktaraflı uluslararası istişareye dayalı diplomasi ağırlıklı anlayışın hakim olması demek. Başkanlık seçimini kim kazanırsa kazansın, aynı anlayışı benimsemek zorunda. Tercümesi? Kimse yakın vadede ABD’nin İran’la ya da Rusya’yla sıcak savaşa girmesini beklemesin...
Sözün özü, regüle edilmeyen kazanma hırsı, ülkeleri ekonomide de dış politikada da baş aşağı götürebilir. Titanik’seniz bile, batmaktan kurtulamayabilirsiniz. Hızla büyüyen Türkiye’nin de ABD’nin başına gelenlerden gerekli dersleri çıkarması ümidiyle.
Zaman, 22.9.2008
|