Eskiden bir solcuya “Demokrat mısın?” sorusu sorulduğunda “Hayır. Ben sosyalistim” yanıtıyla karşılaşmak hiç de nadirattan sayılmazdı. Belki bugün bile böyle bir yanıtla karşılaşmak olasıdır. Geçmişte solda hemen hepimiz demokrasiyi araçsal bir mantıkla yaklaşmıştık. Nihai hedefe gidişte kullanıp terk edeceğimiz bir ara konaktı burjuva demokrasisi. Bu nedenle demokrasi kavrayışımız derinleşmemişti. Sivil demokrasisi gelişmemiş bir ülkenin solcularıydık nihayetinde. Sağın da solun da gelişmişliğini demokrasimizin gelişkinlik düzeyinin belirlediğinin farkına varmaksızın, suyu olmayan havuzda yüzme yarışması yapıyorduk: Kim demokrat kim değil !
Bizde demokrat olmak ötekinin anti-demokratlığıyla ölçülüp biçilen kanıtlanan bir şey ola geldi. Solculuk da öyle. Öteki ne kadar az demokrat ise biz o kadar fazla demokrat sayarız kendimizi. Yani kendinden menkul bir demokratlık, “özcü” bir demokrasi anlayışıdır bu. Oysa tersine öteki ne kadar demokrat ise biz ondan daha fazla demokrat olma şansını elde ederiz. Çünkü çıta yükselir ve yarış böylece daha ileri bir noktadan başlar.
Burada gözetilmesi gereken şey, evrensel olan demokratik değerleri farklı çıkar çatışmalarından, farklı özgürlük taleplerinden doğan farklı demokrasi anlayışlarının bileşkesinde kurumlaştırabilmektir. Bu farklılıklar ancak evrensel demokrasi değerlerini, her toplumun tarihsel gelişiminin yarattığı kendine özgü koşullarının öne sürdüğü üst-belirleyici normların bir arada tutucu etkisiyle eklemlenebilir.
Bizim tarihi gelişme seyrimizde “sivillik” üst-belirleyici bir normdur ve güncel olarak da artık kendini dayatmaktadır. Siyasi literatürümüze “sivil demokrasi”, “sivil anayasa” gibi aslında tuhaf sayılması gereken sözler girmiştir. Buradaki sivil kavramı Batı’daki karşılığından daha dar anlama gelmekte. Bu anlamıyla sivil olmayan demokrasiden, anayasadan söz etmek gerçekte tuhaftır ama bizde ötedenberi gelen askersel-vesayet rejimi bu tuhaf “sivil demokrasi” talebini gündeme sürmüştür. Demokrasimiz bu çatlağı kapatıp bu çelişkiyi çözüp olağan (liberal) demokrasi işlerlik kazandığında bu kez demokrasi talebimizin çıtası elbette daha yükselecektir. Üst-belirleyici değişecektir. Bu anlatımla aynı zamanda demiş oluyorum ki, demokrasiyi statik değil dinamik ve her zaman çelişkili bir süreç olarak kavramak doğru olur.
İşte bu nedenlerle bir kişi, örgüt veya bir siyasi partiye “Demokrat mı?” sorusu kategorik, statik bir demokrasi anlayışının tezahürüdür. Doğru soru “Ne kadar demokrat?” sorusu olmalıdır. Bu soru demokrasinin içinde bulunduğu gelişkinlik düzeyini baz alan doğru soru olur. Demokratik sürecin farklı momentlerinde yeni kriterlere göre yanıtlar da değişir.
Avrupa Birliği (AB) müktesebatını kabul ettiğimiz anlamına gelen ilk Ulusal Program’ın kabulü ile ülkemizde demokrasinin çerçevesinin ve zeminin, normlarının değişmiş olduğunu akılda tutmak gerekirdi. Hiçbir şey bu tarihten önceki gibi olmamalıydı. İktidar, muhalefet, bütün yasal ve idari kurumlar, polis, asker demokrasimizin bu yeni evresine kendilerini uydurmak, yakalarını paçalarını düzeltmek zorundaydılar. Türkiye, AB üyeliği müzakere edilebilir bir ülke statüsü kazandığında Türkiye’nin artık ekonomisi ve daha da çok demokrasisi ile “öngörülebilir ülke” olduğunu söylemişti herkes. Bunun anlamı ekonomide ve siyasette “şeffaflıktı”. Oysa bu tarihten sonra sanki nazar değmiş gibi öngörülemez bir ülke olduğumuzu kanıtlarcasına tersi gelişmeler sökün etti.
Cumhurbaşkanlığı seçimine anti-demokratik müdahaleler, “e-muhtıralar”, “y-muhtıralar”, parti kapatma davaları geldi, Güneydoğu’da savaş yeniden hızlandı vs. Ergenekon davası ile tüm bu gelişmelerin derindeki nedenini daha iyi anlar olduk; sivil demokrasiye yükselişin önü darbe ve/veya darbe tehditleriyle kesilmek, ulusalcı ideolojik temelde geriye dönük bir restorasyon rejimi kurulmak istenmekteydi.
Başka deyişle demokrasimiz yeni ve çağdaş normlara kavuşmuştu ama bu doğrultuda toplumun kurumlarıyla birlikte değişimi göz ardı edilmişti. En başta AKP değişmeli, kendi getirdiği uyum yasalarıyla önce kendini uyumlaştırmalıydı. Oysa 301 konusunda, bu temelde açılan davalarda, Şemdinli’de, 1 Mayıs’ta, türban ile ilgili Anayasa değişikliğindeki tutumlarıyla AKP, “Ne kadar demokrat?” sorusunu hak etmişti. Deniz Feneri yolsuzluğu iddiaları ve başbakanın tepki duymakta haklı bile olsa kabul edilemez gazete boykotu çağrıları nedeniyle aynı soru bugün de soruluyor.
Şimdi Anayasa Mahkemesi’nde Demokratik Toplum Partisi için kapatma davası görülecek. Şiddeti reddettiğin açıkça söyleyen DTP’nin kapatılması demokrasimizin kazandığı yeni normlarla çelişir. AKP için açılan kapatma davası da öyleydi, yanlıştı. AKP iktidarı kendi getirdiği uyum yasalarının takipçisi olmalı, sessiz kalmamalı, DTP’nin kapatılmasına karşı “daha çok demokrasi için” tutum göstermeli.
Referans, 22.9.2008
|