Bazı çok önemli meseleler kavga gürültü arasında kaynayıp gidiyorlar demiştik, işte bakın, hükümet YÖK konusunu yeniden gündemine almış, kimsenin haberi de yok, umurunda da değil... Çünkü Doğan-Erdoğan “maçını” seyretmek daha heyecanlı!
Cumhurbaşkanı “şu sistemi değiştirin de artık rektör ataması yapmayayım” diye feryat ediyor, basının cici beyleri de cumhurbaşkanına rektör atamaları yüzünden yüklenmeyi sürdürüyorlar. (Hayrola, imar izinleri Köşk’ten de mi geçiyor?)
Ahmet Necdet Sezer de “elimde fazla yetki var, alın bunları” demişti, kimse aldırmamıştı, o yetkileri kendi amaçları doğrultusunda kullandırmak istiyorlardı çünkü!
Düzgün bir ülkede, üniversite rektörlerini cumhurbaşkanı tayin etmez. Düzgün bir ülkede YÖK mök diye bir kurum da bulunmaz.
Gerek bu kurum, gerekse olağanüstü cumhurbaşkanı yetkileri, 12 Eylül düzeninin kamışıdır bizlere! Toplumu zart zurtla yönetebilmenin altyapı taşları...
Rektörleri, her üniversitenin öğretim üyeleri kendileri seçerler... Haaa, yalnızca profesörler mi oy versinler, doçentler de katılsınlar mı, asistanlara da oy hakkı verilecek midir, öğrenci temsilcisi de bulunsun mu, “idari personelin” başı kel mi, onlara yazık değil mi, bunları tartışabilirsiniz...
İsterseniz, sizi çok mutlu edecekse, cumhurbaşkanı bu seçimleri onaylar ( “formalite” olarak “tasdik” eder), bürokrasi sevinir... O kadar.
O üniversitede türbanın serbest olup olmayacağına da gene rektör ve üniversitenin senatosu birlikte karar verirler! Gene oylama yöntemiyle... “Mütevelli heyet” de bunu denetler.
Hangi öğrenciden kaç lira ücret alacağına, kime hangi bursu vereceğine, hangi hocanın eline kaç lira maaş geçeceğine de bu “merci” karar verir, bakanlık değil!
Öğrenci de böylelikle istediği üniversiteyi kendisi seçer, belki birini ucuz bulur tercih eder, ötekinin bursu caziptir, berikinde kendi “itikadına” göre giyinmesi rahattır.
(Doktor olmak isteyen kendini Sümeroloji tahsil ederken bulmaz yani! Giriş sınavı koyacaksa, her üniversite kendi sınavını kendi kriterlerine göre kendisi yapar. Bu, ÖSYS gibi bir “yarış atı parkuru” değil, bir “bilimsel yeterlilik ölçümü” olur. Mühendis olmak isteyen çocuğa kurbağanın sindirim sistemi, karşılaştırmalı edebiyat okumak isteyene entegral denklemi sorulmaz.)
Avrupa’da “katolik üniversiteleri” de vardır örneğin ve bunların dini kimlikleri asla tartışma konusu edilmez.
Fransa’da, örneğin, dileyen koyu katolik Stanislas Koleji’ne yazılır, isteyen kızıl komünist Vincennes Üniversitesi’ne...
Çağdaş yüksek öğretim budur.
Bizde çocuğun saçına da karışılır hocanın sakalına da, ve yüksek öğretim yapıyoruz sanılır. Hocalara zorla sakal kestirmek de bize özgü bir rezilliktir, on sekiz yaşını doldurmuş adamla kadının ne giyeceğine karışmak da bize özgü bir faşizm tortusudur.
Çünkü bu tür zart zurt eğitimi, aslına bakarsanız, 1934 reformuyla başlamıştır. Fakat tek parti döneminin “kışla üniversitesi” modeli, daha da sertleştirilerek sürmektedir.
Türk üniversiteleri, Kenan Evren, Haydar Saltık, Orhan Aldıkaçtı ve İhsan Doğramacı’nın “yüksek liseleri” olmaktan kurtarılamazlarsa, bu memleket de iflah olmayacaktır.
Önce bunu çözelim, sonra üniversitelerde “bilim üretmeye” de sıra gelir inşallah!
Lehmann Brothers bankasının batmasından korkacağınıza, Türk üniversitelerinin içler acısı durumundan korkunuz. Biri bugününüzü etkiler, öteki, geleceğinizi...
Sabah, 18.9.2008
|