Tabii ki, ne insanların hakları, ne devletin güvenliği, ne demokratik hukuk devleti bu kadar basit sorunlar değil ama, şöyle bir mekanizma işlemiş:
1. Onikieylülaskeridarbesi döneminde, Diyarbakır Cezaevi’nde öldüresiye işkence. Aşağılama. Dışkı yedirme. (Bakınız en son dünkü Yeni Şafak’ta Mehmet Gündem’in söyleşisinde, Ahmet Türk’ün tanıklıkları)
2. Bu işkencelerden sağ çıkanlardan, çıkan ve çıkamayan yakınlarından, en azından bir kısmından, epeyce bir kısmından “terörist” yaratma!
3. Tarih, köken, yabancı parmağı filan tamam da... Bu “yaratılmış teröristler” ile “terör mücadelesi” için özel birimler.
4. Özel birimlerde, bu kez “itirafçı teröristler”in, yani bir bakıma “katiller”in istihdamı ve itiraflarıyla istihbarat edinmek bir yana, yine “katil” olarak görevlendirilmesi.
5. Bunlardan bazılarının daha sonra, bu kez “devlet görevlileri nezdinde”nde tanık ve ortak oldukları cinayet zincirlerini de “itiraf” etmesi.
6. Lakin, bugüne kadar pek yaprak kıpırdamaması!
Dün birçok yerden “itiraflar” fışkırıyordu.
Aslında, “dün” değil. Yıllardır yapılan kimi “itiraf” yine gündemdeydi.
“PKK itirafçıları”, kimi devlet görevlisiyle karıştıkları cinayetleri anlatıyor, Uğur Mumcu suikastı da dahil, C 4 patlayıcıların seyrine dair iddiaları dile getiriyordu.
Ordudan atılmış bir astsubayın “itiraf ve suçlamaları”nı dile getirdiği (ve yargılandığı) kitabı gündeme gelmişti.
Mesele, “İtirafçı” mı “İftiracı” mı olduğundan, “Bunların doğru olup olmadığı” ndan önce, “Mümkün ve doğru olabileceği” idi.
Yani, bunları asla yakıştıramayacağınız, yapıştıramayacağınız bir “demokratik hukuk devleti” ile onun “terörle mücadele politikası” olmamıştı.
Pekala, kimi devlet görevlisi cinayet işlemiş, suikast yapmış, yaptırmış olabilirdi.
Bir süre “terör örgütü”nde, sonra “terörle mücadele örgütleri”nde tetikçilik, katillik yapmış olanlar, anlattıklarında haklı ve doğrucu olabildi. Doğruyu anlatırken elleri kanlı kalmış ama vicdanları konuşuyor olabilirdi.
Eski bir Amerikalı subayın verdiği C 4, “terörle mücadele uzmanı” bir subaya, oradan da Mumcu’ nun otosuna ulaşmış olabilirdi. (Dipsiz Kuyu da, başkaları da daha önce bu C 4’lerin NATO ve Çek kökenleri üstünde epey durmuştu!)
Yakalanan “zanlı” helikopterden atılmış olabilirdi.
Hala, “Şu anda, 480’i çocuk, 553’ü kadın, 7 bin 300 kişinin işkence mağduru olduğunun” Adalet Bakanı tarafından açıklanabildiği bir ülkede bunlar o devirde haydi haydi olmuş olabilirdi.
Hangisinin doğru, hangisinin yalan olduğu bir yana, evet bunlar olmuş olabilirdi!
Devlet bu suçlara ortak edilmiş, yataklık etmiş, korumuş ve kollamış olabilirdi.
Hukuk, bunca “itiraf”ı ciddiye dahi almamış, kıl kıpırdamamış, kıpırdayan kıllar cımbızlanmış olabilirdi!
İşin tuhafı şu:
Bir tür demokrasi, hukuk devleti, adalet (ve kalkınma) mantığı, bir bakıma hesap sorarken dahi, bu tür “lekeler”i “arızi arıza” sayabiliyor.
Çünkü, bunların siyasi, askeri, idari ve bürokratik sorumluları, bunları ciddiye almamış siyaset, devlet ve hukuk insanları, onların piyasadaki ve medyadaki ortakları hala bu ülkenin “itibarlı” şahsiyetleri.
Bu işleri didikleyen kimileri dahi, anılan dönemlerin siyasi sorumlularını hala “liberal şahikalar” sayabiliyor, toz kondurmuyor.
Hiçbir leke, gittiği yere kadar uzanılarak kazınmak istenmiyor.
“Yoldan çıkanlar” söz konusu! Onların belki de “o yolların yolcusu” olduğu hatırlanmak istenmiyor. Güzergahı kimlerin çizdiği, biletlerin nasıl kesildiği, yollukların kimler tarafından verildiği dert değil.
Öyle ya; “darbecilerle mücadele ediyoruz” ama, en son, en kesin darbeyi yapmış kişi “ülkenin eski cumhurbaşkanı” olarak dokunulmaz. Kendin pişir kendini koru anayasa orada durup darbeciyi koruyor.
Dünyada bugüne kadar (iki) nükleer bombayı bir ülkeye atıp yüzbinleri katletmiş tek devlet ABD olduğu halde, o ABD’nin, başkasının nükleer silah ihtimalini insanlığa tehlike sayması gibi!
Sabah, 26.8.2008
|