"Gerçekten" haber verir 27 Ağustos 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Medya ve oyun

Ben sizi İstanbul’da sokağa çıkamayacak hale getiririm istersem.

Televizyon bültenlerinin ilk haberleri olarak iki cinayeti veririm her gün.

Gazetelerin birinci sayfasına cinayet haberlerinin en kanlı görüntülerini koyarım.

Üç gün sonra bir dehşet şehrinde yaşadığınıza inanır, sıkıyönetim ilan edilmesini bile istersiniz.

Üstelik verdiğim haberler doğrudur da.

Gerçekten öyle cinayetler işlenmiştir.

Ama on beş milyonluk şehirde işlenen iki cinayeti, suç patlaması gibi sunduğunuzda herkesi korkutursunuz.

Bizim medya, bu oyunu askerin siyasete müdahale etmek istediği dönemlerde kullanır.

Bilmiyorum 28 Şubat’ı hatırlıyor musunuz?

Her darbe aşağılıktır ama 28 Şubat, bir de devleti inanılmaz bir arsızlıkla yağmalattığı için biraz daha aşağılıktır.

Hırsızlıklarını ve yağmacılıklarını da “laiklik” maskesi altına gizlemeyi başarmışlardır.

O dönemde herkes ülkede şeriatın patladığına inanmıştı.

Erbakan’ın başbakanlık konutunda verdiği yemeğe katılan sarıklı cüppeli misafirlerin görüntüsü ilk büyük sarsıntıyı sağlamıştı.

Benim için o yemek hâlâ bir muammadır.

Bir darbeye yardım etmek için biri plan yapsa ancak böyle bir iş yapabilirdi.

Gerisini ise üç başrol oyuncusuyla yüz kişilik bir figürasyon ekibi tamamladı.

Siyah külahlı, siyah uzun cübbeli, ellerinde uzun sopalar olan yüz kişi şehir şehir bütün ülkeyi dolaştı.

Her akşam televizyonlarda onlar vardı.

Görüntüleri çok etkileyiciydi.

Arkasından Ali Kalkancı, Fadime Şahin, Müslüm Gündüz üçlüsü çıktı.

Ali Kalkancı bir şeyhti.

Müritlerinden Fadime Şahin ile “ilişkisi” vardı.

Günlerce “şeyhle” sevgilisini izledik.

Dinden ve dindarlardan kuşku duyulmasını sağlayacak sahnelerdi gördüklerimiz.

Sonra Müslüm Gündüz’ün yaşadığı felaket yansıdı ekranlara.

Bu sefer aynı Fadime Şahin, bir başka şeyh olan Gündüz’le basılmıştı.

Üstelik baskın sahnesi bütün detaylarıyla kameralar tarafından çekilmişti.

Yarı çıplak, şaşkın yüzlü bir adam vardı.

Bu iki “skandal” ülkeyi ayağa kaldırdı.

Kimse, iki skandalda da aynı kadının başrolü oynamasındaki tuhaflığa şaşırmadı.

Yetmiş milyon nüfus vardı ama ne tesadüfse iki şeyhin koynuna giren de aynı kadındı.

28 Şubat darbesi bu gösterinin ortasında gerçekleşti.

Medya sayesinde istediğini ele geçirdi.

Ve, medya patronlarını paraya boğdu.

Sonra Fadime Şahin ortadan kayboldu.

İki şeyhle de basılma becerisini gösteren o “sıradan kadın” sırra kadem basmıştı.

Ardından Aczimendiler yok oldu ekranlardan.

Sonra şeyhler de kenara çekildi.

Geldik bugünlere.

Darbecilerin “cici maması” olan “laiklik” gene gündemde.

Ama ortada 28 Şubat’taki kadar “spektaküler” görüntüler yok.

Öyle görüntüler olmayınca, istenen ortam yaratılamıyor.

AKP’li belediyelerin içki yasaklamaları yetmiyor arzulanan “ambiansın” oluşmasına.

Bize “şeyhler” lazım.

Ve, Alev Er geçen gün Ergenekon iddianamelerini okurken bir telefon konuşmasına rastladı.

Ergenekon sanıklarından biri telefonda konuşurken “nerede bu bizim Kalkancı” diyordu.

İşin peşine düştük.

Telefon konuşmasını yapan ikinci kişiye ulaştık.

Anladık ki “bizim Kalkancı”, şu bizim Ali Kalkancı.

28 Şubat’ın ünlü şeyhi.

Ergenekoncular da aynı şeyhi arıyor.

Onunla bir şeyler yapacaklar.

28 Şubat’ın iki skandala ancak tek kadın bulabilmesinin de gösterdiği gibi “darbe göstericilerinin” sayısı pek bol değil bu ülkede.

Kadro dar.

Darbeye her heveslenen aynı kadronun kapısını çalıyor.

“Bizim Kalkancı”yı arıyor.

Zaten, Ergenekon davasının ortaya koyduğu en önemli gerçeklerden biri bu.

Kadronun darlığı.

Ergenekon’u incelerken Susurluk’a rastlıyorsunuz.

Susurluk’un baş aktörleri Ergenekon’da da karşınıza çıkıyor.

Sonra aynı iddianamenin içinde 28 Şubat’ın isimlerine ulaşıyorsunuz.

Ergenekon çözüldüğü zaman, Susurluk’un da, 28 Şubat’ın da sırlarını çözeceğiz.

Ergenekon, yakın tarihin “suç deltası” gibi.

Yıllardır akan suç nehirleri bütün değerli “elemanlarını” Ergenekon’da biriktirmiş.

Ergenekon, Ergenekon’dan daha fazla bir şey.

Yakın tarihin darbecilik külliyatında bulunan neredeyse bütün “derin devlet” unsurları bu çetenin içinde.

Burayı aydınlatınca yakın tarihi de aydınlatacağız.

Eğer, 28 Şubat’ın o “tek sesli, tek çıkarlı” medyası olsaydı, büyük bir ihtimalle Ergenekon da amacına ulaşırdı.

“Bizim Kalkancı”larla istediği havayı yaratırdı.

Ama o günler geçti.

Ergenekoncular ve onların hâlâ varlığını sürdüren medyadaki uzantılarının bir türlü anlayamadığı da bu zaten.

Hayatın ve Türkiye’nin değişmiş olduğu.

“Bizim Kakancılar” yetmiyor artık bu ülkeyi yolundan saptırmaya.

Taraf, 26.8.2008

Ahmet Altan

27.08.2008


 

Müşerref’ten ibret dersleri

‘Amerika’da neden hiç askeri darbe olmaz?’ Lübnanlı gazeteci şöyle cevap veriyordu: ‘Çünkü orada darbeyi kotaracak bir Amerikan Büyükelçiliği yoktur!’

ABD’nin eli kanlı darbecilerle ilişkisinin bir özeti bu. Dünyadaki bütün darbeleri ABD örgütlemedi, ama ‘ulusal çıkar’ adına kendi kuruluş ilkelerine ihanet ederek çok darbe yaptırdı, kendisiyle ‘çalışmak’ isteyen çok diktatörü kolladı, kolluyor. İşi bittiğinde de kullandığı diktatörün posasını çöpe atmaktan çekinmiyor.

Pakistan’ı mahveden darbeci General Pervez Müşerref’in ‘istifa’sını da böyle okuyabiliriz. Müşerref de diğer darbeciler gibiydi; güç ve iktidar için yanıp tutuştuğunu, tek adam olmak için fırsat kolladığını açıkça söyleyemezdi. O ‘ülkeyi kurtarmak’ istiyordu. Darbeciler bir kez ‘kurtarmaya’ karar verdiklerinde, gerekirse ülkenin kurtarılacak hale gelmesine ‘yardımcı’ da olurlardı. Ne diyordu buna Evren, ‘şartların olgunlaşması’ mı? O da Pakistan’daki hukuksuzluklara ve ‘yolsuzluklara’ karşıydı, hazret o yüzden ‘istemeyerek’ darbe yapmıştı.

Darbeci halka dayanmaz, dayansa darbe yapmaz. Aday olur ve seçilir. Müşerref de hiçbir zaman kendi halkına dayanmadı. Kendi halkına dayanmadan iktidarda kalmak isteyen bütün diktatörler gibi o da yüzünü dışarıya döndü. Amerika’ya dayandı. Belki de İngiltere’deki Kraliyet Harp Okulu’nda öğrenciyken, Türkiye’de ‘staj’ yaparken ona biçilen rol vardı.

Demokrasiyi ancak Küba ve İran gibi devletler söz konusu olduğunda hatırlayan ABD, onu da sonuna kadar kullandı. Ona her zaman diktatörlüğünü hatırlatarak, ezerek, itaatte kusur etmemesini sağladı. O da 11 Eylül sonrası Bush’un ‘gönüllü koalisyon’una hararetle destek verdi. Zavallı ve zalim diktatör ne zaman dünyadan yoğun tepki alsa, ‘Taliban ve El Kaide ile savaşıyorum’ diye kendi halkının üstüne bomba yağdırdı.

Yolsuzlukları bahane etmişti, ama yolsuzluklar onunla tavan yaptı. Demokrasinin erdeminin, en iyileri iktidara getiren bir sistem olmasından değil, iktidardakileri denetlemeye imkan veren bir sistem olmasından geldiğini, askeri rejimlerde eksik olanın bu olduğunu, sorunun, çevresindeki subayların hırsızlığından ibaret olmadığını anlamak istemedi. Hukuksuzluk bizzat onun eliyle yapıldı; kendisini azledecek mahkemenin başkanını görevden aldı, kendi hukukunu kendi yaptı.

Ama pek çok diktatörü bekleyen utanç verici sondan o da kurtulamadı. Amerika hiçbir zaman tek ata oynamazdı ve Pakistan’da aşağıdan gelen basınç, diktatörün içerideki son kredisini de tükenince, ABD de onu gözden çıkardı.

Türkiye’ye gelecekmiş diyorlar. Bizde zaten yeterince darbeci var, bence buradakileri de alıp, Amerika’ya yerleşsin.

Pakistan da bir beladan şöyle veya böyle kurtulduğuna sevinip Müşerref’in yakasını bırakmamalı. Bunu ‘devri sabık yaratmayalım’ demenin ne vahim bir hata olduğunu bilen bir toplumun üyesi olarak söylüyorum. Müşerref’i yargılayın ve hak ettiği cezayı verin. Cezalandırın ki, bir daha hiçbir muhteris ve ahlaksız general Pakistan’ı ‘kurtarmaya’ kalkmasın. Pakistan’ı kurtarma ayaklarına kendi iktidar hırsını tatmin etmeyi aklından geçirmesin.

Pakistanlı dostlar, bize bakıp ibret alın; siz darbecileri cezalandırmazsanız yarın yine onlar sizi cezalandıracak.

Star, 26.8.2008

Berat Özipek

27.08.2008


 

İtirafçı!

Tabii ki, ne insanların hakları, ne devletin güvenliği, ne demokratik hukuk devleti bu kadar basit sorunlar değil ama, şöyle bir mekanizma işlemiş:

1. Onikieylülaskeridarbesi döneminde, Diyarbakır Cezaevi’nde öldüresiye işkence. Aşağılama. Dışkı yedirme. (Bakınız en son dünkü Yeni Şafak’ta Mehmet Gündem’in söyleşisinde, Ahmet Türk’ün tanıklıkları)

2. Bu işkencelerden sağ çıkanlardan, çıkan ve çıkamayan yakınlarından, en azından bir kısmından, epeyce bir kısmından “terörist” yaratma!

3. Tarih, köken, yabancı parmağı filan tamam da... Bu “yaratılmış teröristler” ile “terör mücadelesi” için özel birimler.

4. Özel birimlerde, bu kez “itirafçı teröristler”in, yani bir bakıma “katiller”in istihdamı ve itiraflarıyla istihbarat edinmek bir yana, yine “katil” olarak görevlendirilmesi.

5. Bunlardan bazılarının daha sonra, bu kez “devlet görevlileri nezdinde”nde tanık ve ortak oldukları cinayet zincirlerini de “itiraf” etmesi.

6. Lakin, bugüne kadar pek yaprak kıpırdamaması!

Dün birçok yerden “itiraflar” fışkırıyordu.

Aslında, “dün” değil. Yıllardır yapılan kimi “itiraf” yine gündemdeydi.

“PKK itirafçıları”, kimi devlet görevlisiyle karıştıkları cinayetleri anlatıyor, Uğur Mumcu suikastı da dahil, C 4 patlayıcıların seyrine dair iddiaları dile getiriyordu.

Ordudan atılmış bir astsubayın “itiraf ve suçlamaları”nı dile getirdiği (ve yargılandığı) kitabı gündeme gelmişti.

Mesele, “İtirafçı” mı “İftiracı” mı olduğundan, “Bunların doğru olup olmadığı” ndan önce, “Mümkün ve doğru olabileceği” idi.

Yani, bunları asla yakıştıramayacağınız, yapıştıramayacağınız bir “demokratik hukuk devleti” ile onun “terörle mücadele politikası” olmamıştı.

Pekala, kimi devlet görevlisi cinayet işlemiş, suikast yapmış, yaptırmış olabilirdi.

Bir süre “terör örgütü”nde, sonra “terörle mücadele örgütleri”nde tetikçilik, katillik yapmış olanlar, anlattıklarında haklı ve doğrucu olabildi. Doğruyu anlatırken elleri kanlı kalmış ama vicdanları konuşuyor olabilirdi.

Eski bir Amerikalı subayın verdiği C 4, “terörle mücadele uzmanı” bir subaya, oradan da Mumcu’ nun otosuna ulaşmış olabilirdi. (Dipsiz Kuyu da, başkaları da daha önce bu C 4’lerin NATO ve Çek kökenleri üstünde epey durmuştu!)

Yakalanan “zanlı” helikopterden atılmış olabilirdi.

Hala, “Şu anda, 480’i çocuk, 553’ü kadın, 7 bin 300 kişinin işkence mağduru olduğunun” Adalet Bakanı tarafından açıklanabildiği bir ülkede bunlar o devirde haydi haydi olmuş olabilirdi.

Hangisinin doğru, hangisinin yalan olduğu bir yana, evet bunlar olmuş olabilirdi!

Devlet bu suçlara ortak edilmiş, yataklık etmiş, korumuş ve kollamış olabilirdi.

Hukuk, bunca “itiraf”ı ciddiye dahi almamış, kıl kıpırdamamış, kıpırdayan kıllar cımbızlanmış olabilirdi!

İşin tuhafı şu:

Bir tür demokrasi, hukuk devleti, adalet (ve kalkınma) mantığı, bir bakıma hesap sorarken dahi, bu tür “lekeler”i “arızi arıza” sayabiliyor.

Çünkü, bunların siyasi, askeri, idari ve bürokratik sorumluları, bunları ciddiye almamış siyaset, devlet ve hukuk insanları, onların piyasadaki ve medyadaki ortakları hala bu ülkenin “itibarlı” şahsiyetleri.

Bu işleri didikleyen kimileri dahi, anılan dönemlerin siyasi sorumlularını hala “liberal şahikalar” sayabiliyor, toz kondurmuyor.

Hiçbir leke, gittiği yere kadar uzanılarak kazınmak istenmiyor.

“Yoldan çıkanlar” söz konusu! Onların belki de “o yolların yolcusu” olduğu hatırlanmak istenmiyor. Güzergahı kimlerin çizdiği, biletlerin nasıl kesildiği, yollukların kimler tarafından verildiği dert değil.

Öyle ya; “darbecilerle mücadele ediyoruz” ama, en son, en kesin darbeyi yapmış kişi “ülkenin eski cumhurbaşkanı” olarak dokunulmaz. Kendin pişir kendini koru anayasa orada durup darbeciyi koruyor.

Dünyada bugüne kadar (iki) nükleer bombayı bir ülkeye atıp yüzbinleri katletmiş tek devlet ABD olduğu halde, o ABD’nin, başkasının nükleer silah ihtimalini insanlığa tehlike sayması gibi!

Sabah, 26.8.2008

Umur Talu

27.08.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün haberler

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır