Düşünüyorum da, 1950’lerde ABD’nin Kore’ye özgürlük götürme masalına yüz milyonlarca insan yıllarca gönülden inanmıştı herhalde.
Vietnam’la ilgili hamasetin çökmesi, Kore kadar sürmese bile, yine yıllar aldı.
Bugünse durum farklı. Gözümüzün önünde sürüp giden savaşların içyüzünü artık herkes şıp diye anlar hale geldi şükürler olsun ki. Ne emperyal niyetlerin gizlisi saklısı kaldı, ne de yerel despotların iktidar iştahları uğruna babalarının oğlunu bile satabilecekleri meçhulümüz…
Dünyanın herhangi bir noktasında silahlar patladıktan beş dakika sonra, olay en sansürsüz haliyle ve bütün boyutlarıyla; geçmişiyle ve geleceğiyle; siyasi, hukuki, ekonomik ya da sosyolojik analizleriyle birlikte “bilgi otobanı”na düşüyor ve dünyayı bir uçtan öbür uca elektrik hızıyla aşıp global köyün en ücra mahallesine kadar ulaşıyor.
Halklar artık uyanık; süper devletlerin hegemonya hikayelerini özellikle seviyor; komplo teorilerini dinlemeye bayılıyor. Diyebiliriz ki, şimdinin kahve sohbetleri, bir zamanlar sadece siyaset elitleri arasında rağbette olan “bütünsel” siyasi analizleri hiç aratmıyor.
Yani enformasyon tamam… Yorum tamam. Hepimiz emperyalist hegemonyacıların da, milli diktatörlerin de ciğerini okuyoruz artık.
Peki, okuyoruz, biliyoruz, anlıyoruz da ne oluyor? Savaşlar engellenebiliyor mu? ABD’nin duvarın yıkılışından bu yana sinsi sinsi yürüttüğü Sovyetleri kuşatma ve sıkıştırma planlarını ya da Putin’in Gürcistan üzerinden ABD’ye ve Batı’ya verdiği mesajı bilmek neye yarıyor? Osetlerin ya da Gürcülerin bu planlara alet olmalarını engellemedikten sonra?
***
Evet, bizler, yani farklı ülkelerin insanları, dünyayı parsellemeye çalışan iri kıyım gecekondu ağalarından başka bir şey olmayan ulusal ya da uluslararası despotların bizi amaçlarına alet etmelerini engelleyemiyoruz.
Hepimiz bizi yönetenler tarafından kullanılıyoruz. Devlet tutkumuz, bağımsızlık tutkumuz, vatan millet tutkumuz yüzünden savaş ağalarının oyuncağı oluyoruz. Bütün bu savaşlar en temelde, asıl güçlerini bizim endoktrine edilmiş zihinlerimizden alıyor. Ne kadar uyanık geçinirsek geçinelim, bizi yönetenlerin oyununa gelmemiz için, birkaç kutsal sözcüğün, birkaç kavramın, birkaç tekerlemenin yüksek sesle tekrarlanması yetiyor. Mesela Osetya halkı bir türlü kafasını o endoktrinasyondan kurtarıp da, “Özerk olmuşum, bağımsız olmuşum; Gürcistan’ın parçası olmuşum, Rusya’nın parçası olmuşum, benim için fark etmez; ben bunun için ölmem ve öldürmem” diyemiyor. Ya da Gürcüler çıkıp “Osetya’nın statüsünden bize ne? Ne isterse öyle olsun, biz bunun için savaşmayız, bizi bizim özgürlüğümüz ilgilendirir” diye diretemiyor.
Çünkü onlara, ana okulundan bu yana “devlet bağımsızlığının” en kutsal değer olduğu öğretilmiş; vatanın bölünmezliğinin, sınırların geçilmezliğinin…
Çarların, Stalin’in, Saakaşvili’nin ya da Putin’in çizdiği sınırlar uğruna ölümüne savaşırken bu sınırların yapaylığını sorgulamıyorlar. Vatan deyince “uğruna ölmek”ten başka bir şey gelmiyor akıllarına. “Biz vatan için değiliz; vatan bizim için... O, bizim üstünde iyi bir hayat sürmemiz için var” diyemiyorlar. “Özgür değilsek, bağımsızlığın ne anlamı var; yerli bir diktatör tarafından mı yoksa yabancı bir diktatör tarafından mı ezildiğimiz pek de bir şey fark etmez” demeye, “ben kimin tarafından yönetildiğime değil, nasıl yönetildiğime bakarım” diye tutturmaya cesaret edemiyorlar.
İlle de kendi devletini kurma tutkusunun aslında kendi tutkuları olmadığını, enselerinde boza pişirmeye niyetli bir avuç iktidar düşkününün tutkusu olduğunu fark edemiyorlar.
İşte savaşlara asıl bu fark etmeyiş güç veriyor. Halkların, yönetici grupların çıkarlarını ve ihtiraslarını kendi çıkarları ya da ihtirasları zannetmelerinden ve içselleştirmelerinden kaynaklanıyor.
“Baş olayım da isterse soğan başı olayım” ihtirasıyla bir kasaba nüfusundan yeni bir devlet yaratmaya çalışanları kendi ihtiraslarıyla baş başa bırakamadıkça da savaşlar bitmiyor.
Bugün, 15 Ağustos 2008
|