"Gerçekten" haber verir 16 Ağustos 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Küresel krizin tek sebebi: Faiz belâsı

Faiz son derece ilginç bir olgudur. Şöyle ki, bir yandan tarih boyunca en çok lanetlenen bir kavram iken diğer yandan her devirde insan ve toplum hayatını en çok etkileyen bir unsur olmuştur.

Ama, faize ilişkin en önemli gerçek, kapitalist liberal ekonominin temel taşı olduğu veya yapıldığıdır. Parantez içinde söyleyelim ki meşhur iktisatçı Samuelson, komünist sistemde bile gizli bir faiz bulunduğunu öne sürer.

Faizin faziletine inananlar veya bu konuda kararsız kalanlar için dünyanın içinden geçtiği küresel finans krizi aksi yönde yadsınamaz ispatlar sunmaktadır. Dünyanın en başarılı yatırımcıları olan ve bence finans filozofu seviyesine erişmiş George Soros ve Warren Buffet global finans krizinin teşhisinde birleşiyor: Her ikisine göre de kriz ekonomideki son 25 yılın köpüklenmesinden (buble) doğmuştur. Köpüklenmeyi oluşturan ise, modern finansın bel kemiği konumundaki doğurgan ve spekülatif faizdir. Kıymetli evrak hukukundan yararlanan faizli enstrümanlar piyasalarda sınırsız defa dolanım imkanı bulur. Zaten krizin suçlusu reel ekonomi yani sanayi ve ticaret olamaz. Çünkü reel sektör dönemsel hareketler gösterir; belirli müddet yükselir, sonra yavaşlar. Talepteki gerileme belli bir süre devam edince, ihtiyaçlar birikir, gerileyen arz düşen taleple paralellik sağlar. Böylece insanlarda alışveriş arzusu tekrar canlanır vesaire.

Faaliyetlerini iş hayatının ihtiyaçlarıyla sınırlayan finans, normal fonksiyonunu icra eder. Basit bir örnek verelim. 100 bin dolarlık bir sipariş alan ihracat şirketi hiç öz kaynak kullanmasa dahi toplam maliyetini karşılayacak kadar, söz gelimi 90 bin dolar kredi kullanırsa bu borcu faizi ile birlikte yaptığı dış satımın bedeli ile geri ödeyebilir. Bu olayda kreditör banka şirketin öz sermeye noksanını telafi etmiş, karşılığında şirket kârının bir bölümünü faiz olarak kendi hesabına kaydetmiştir.

Ancak, maalesef finans alemi insani hırsın en zor kontrol edilebildiği faaliyetlerdir. Nitekim, banka ve finans sistemi bu doğal çalışma alanının bilhassa 1980’lerden bu yana dışına çıkarak bir görev ve fonksiyon tecavüzü içerisine girmiştir. Finansal kuruluşlar ile hissedarları ve finans yöneticileri, finansı reel sektörün yardımcısı olmaktan çıkarıp sadece kendisi için yaşayan, kendi kendini besleyen büyüten bir canavar mekanizma haline getirdiler. Örneğin; mal bedelini temsil eden, bir poliçenin üzerine konulan bir kelimelik ‘kabul (accepted)’ veya aval ibaresi bu kıymetli evrakın her banka tarafından satın alınmasını sağlar. Ancak iş burada bitmez, iskontocu banka bunu başka bir bankaya satar. O da başka bir bankaya satabilir ve bu sirkülasyon bireysel tasarruf sahibine kadar devam eder. Hatta bireysel yatırımcı da bunu başka yatırımcılara devrederek kâr etme imkanına sahiptir. Böyle bir işlemde her devreden poliçenin içerdiği faizin bir kısmına sahip olur. Başka bir ifadeyle, poliçeye yatırım yapan her kuruluş ve fert faize tamah etmiş olur. Sonuçta, faiz içeren işlem ve araçlar inanılmaz bir doğurganlık kazanır. Halk deyimiyle, bir koyundan bazen 5-6, 10 veya daha çok sayıda post çıkarılır.

Faiz aynı zamanda spekülasyonun kaynağıdır. Trilyonları bulan bono piyasaları, ekonomideki her faiz değişikliğinde dalgalanır; yüz milyar dolarlar birkaç saat içinde bazılarınca kazanılır, bazılarınca kaybedilir. Faiz, modern ekonomilerin adeta hücrelerine kadar işlemiştir. Faizle alakasız gibi görünen finansal işlemlerin hepsi dolaylı olarak faize bağlıdır. Mesela, vadeli kontratlarda spot fiyat ile vadeli fiyat arasındaki farkı tayin eden faizden başka bir şey değildir. Faizin sadece bir puan yükselmesi, bir devletin borç stokunu durup dururken, yukarılara çeker, bir puan inmesi ise alacaklıyı zarara uğratır.

Özetle, faiz suni işlemler oluşturarak ve doğası gereği her bulaştığı muameleyi spekülasyona çevirerek finans hayatını kimileri için saadet, kimileri içinse felaket kapısı haline getirir. Böyle bir sistemin kriz üretmesine neden şaşılır?

Zaman, 15 Ağustos 2008

Sami Uslu

16.08.2008


 

Nutuk, nutuk mu?

Bu nutuk gerçekten Atatürk’ün müdür?

Yok efendim, hemen bağırmayınız, “Büyük Nutuk” tan değil, “küçük nutuktan” söz ediyorum, Bursa Nutku’ndan...

Çünkü savcılık araştırıyormuş, “gerçek olup olmadığının Türk Tarih Kurumu’na sorulması...”

Haberi geçen gazete, satır aralarında savcılıkla da dalgasını geçiyor: Daha neler? Yok sahte mi çıkacaktı?

Sahte olup olmadığı tartışmalıdır ama nutuk olmadığı kesindir. Savcı işkillenmekte haklıdır.

Çünkü Atatürk’ün ünlü Bursa Nutku, Bursa’da Cumhuriyet Meydanı’nda falan değil, bir akşam yemeğinde, bir sofrada “telaffuz” edilmiştir. Masada içki de olup olmadığını tarihçiler yazmamışlar. Acaba var mıydı dersiniz?

“Çekirge yolu üzerinde bulunan bir köşkte...” diye geçer. Tarihini de söyleyeyim: 5 Şubat 1933.

1947 yılına kadar da kimsenin böyle bir “nutuktan” haberi olmamış, bu metin ilk kez “Atatürk’ten Fıkralar” gibilerden dandik bir kitapta ortaya atılmıştır. Rıza Ruşen adında, “quel alaka” bir adam tarafından... Bu “nutuk”, o yemeğe katılan kişiler tarafından yalanlanmıştır.

Daha sonra da, önce DP tarafından CHP iktidarını “tehdit” amacıyla, daha sonra da CHP tarafından DP iktidarını tehdit amacıyla “kullanılmıştır”.

Çünkü bu sofra konuşmasında Atatürk, gençliğe, “devrimleri ve cumhuriyeti güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı gördüğünde, bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır deme, elle, taşla, sopayla, silahla, neyin varsa onunla kendi eserini koru” demiştir!

(“Seni içeri atarlarsa başbakana ve bana hiç boşuna telgraf çekmeye kalkma, kurtulmaya çalışma” da demiştir ama lafın orası pek önemli değildir, çünkü eleştirmek yakışık almayacaktır!)

Ulema arasında da bu mevzuda ihtilaf mevcuttur.

Kimileri, “koskoca Atatürk, gençliği kendi kurduğu devletin polisine, ordusuna karşı şiddete ve ayaklanmaya çağırır mı” diyorlar...

Kimileri de, “ne büyük bir öndermiş, başında bulunduğu devletin bile zaaf içinde olabileceğini düşünmüş ama gençliğe sınırsız bir güven duymuş” diye göklere çıkarıyorlar...

Hiç kimse, “devlet, onuncu yılında, kurucusunun bile kuşku duyduğu sallantılı bir durumdaymış, temeller pek o kadar da sapasağlam değilmiş galiba” demiyor tabii!

Bugünün gençliği için bu konu pek yeni, beklenmedik ve bir o kadar da ilginç olabilir ama, altmışlı yıllarda, “bizim zamanımızda” çok tartışılan, çok gürültü koparmış bir meseleydi. O günlerin ünlü meseleleri olan toprak reformu, köy kalkınması, milli petrol davası, Amerikan üsleri, Vietnam savaşı falan filan gibi...

Çünkü bu sefer de “devrimci ağabeylerimiz” bu sözde nutku ileri sürerek bizi devlete karşı kışkırtmaya çalışıyorlardı...

Bazı arkadaşlarımız bu nutku çok ciddiye aldılar ve Atatürk’ün dediğini yapmaya kalktılar. Kimileri kendini hapiste, kimileri de darağacında buldu.

Üstelik artık “hiç boşuna zahmet edilip de telgraf çekilip yardım istenecek ve olumsuz yanıt alınacak bir Atatürk” de yoktu!..

Bugün de “fişteklemek” isteyenler var, bu tuzağa düşmeyiniz.

Atatürk, bu sofra muhabbetinin günün birinde Ergenekon tarafından bile kullanılacağını tahmin edebilseydi, acaba daha dikkatli konuşur muydu?

Yoksa hıyarlık, Atatürk’ü peygamber, sözlerini hadisi şerif, resimlerini ikona, Büyük Nutuk’u kutsal kitap, Çankaya’yı Kâbe, Anıtkabir’i de türbe gibi görmekle mi başlıyor?

Sabah, 15 Ağustos 2008

Engin Ardıç

16.08.2008


 

Ergenekon karartılmasın diyorsanız, bir imza verin

Dün gazetemizde haberi vardı. Akademisyenler, hukukçular, sivil toplum kuruluşu yöneticileri, sanatçı, yazar ve gazetecilerden oluşan 300 aydın, “Ergenekon davası karartılmasın, derinleştirilsin” çağrısı yaptı.

Benim de altına imza attığım bu çağrıda soruşturmanın bütün boyutları ve uzantılarıyla ele alınması istenirken, Silahlı Kuvvetler başta olmak üzere bütün devlet kurumlarının ellerindeki bilgi ve belgeleri konunun aydınlığa kavuşturulması yönünde değerlendirecekleri umudu dile getiriliyor.

Bugün köşemi, çok önemli bulduğum bu metne bırakıyorum. Siz de imzanızı vermek isterseniz: [email protected]

“Yıllardır gözlerimizin önünde cereyan eden faili meçhul cinayetlerin, siyasi suikastların, devletin içine yuvalanmış çetelerin, halkı birbirine düşürmeyi amaçlayan hain provokasyonların, açık ya da örtülü darbelerin ülkemiz üzerine yaydığı karanlığın bir ucundan da olsa delinmesi olanağı, Ergenekon davası ile Türkiye demokrasi güçlerinin önüne çıkmış bulunuyor.

Şemdinli’de kaçan fırsat

Eleştirilebilecek yanlarına, eksikliklerine ve bazı tartışmalı kurgulamalarına rağmen Ergenekon iddianamesi özünde çok önemli suç iddiaları ve belgeleri içermektedir. Bu suçlar bütün derin bağlantılarıyla ortaya çıkarılabildiği takdirde, temiz toplum olma yolunda Susurluk’ta, Şemdinli’de elimizden kaçırdığımız fırsatı yakalama olanağı doğabilir.

Yıllardır apaçık bildiğimiz olayların ve bu olayların ardındaki mihrakların aydınlatılarak adalet önünde hesap vermelerinden kazançlı çıkacak olan ne günün siyasi iktidarı, ne de şu veya bu siyasal çevredir. Kazanan biz yurttaşlar, demokrasimiz ve geleceğimiz olacaktır.

Gözler askerî yargıda

Ergenekon iddianamesi ahtapotun kollarından birini yakalamıştır. Ancak, diğer kollara ve gövdeye ulaşmakta kendini sınırlamış kaygısı uyandırmaktadır. Bu kaygı giderilmelidir.

Örneğin askeri yargı, savcılığın gönderdiği belge ve bilgileri dikkate alarak yargılama sürecini işlettiği ve gereğini yerine getirdiği takdirde, Türkiye’yi kuşatan ve giderek derinleşen karanlığın aydınlanmasında önemli bir adım daha atılmış olacaktır.

Ergenekon davasının, her türlü uzlaşmanın ötesinde toplumsal ve siyasal ufkumuzun aydınlanması davası haline gelebilmesi için siyasi irade, şimdi her zamankinden daha gereklidir. Asker-sivil bütün kurum ve kuruluşlar da davanın karartılmaması ve mutlaka derinleştirilmesi için aynı kararlılığı göstermelidir.

Dâvânın takipçisi olun

Bu davanın hayati önemine inanan bizler, hukuki/adli sürecin kamu vicdanını her yönden rahatlatacak şekilde, yargı bağımsızlığı çerçevesinde, adil ve titiz yargılama ilkelerine sonuna kadar uyularak sürdürülmesini diliyoruz.

Türkiye demokrasi güçlerinin, karşılarında bir siyasal kanadın değil devlet içine yuvalanmış çetelerin ve darbeci zihniyetin bulunduğunun bilinciyle Ergenekon davasının derinleşmesi ve öze varması için ortak mücadele vermeleri gereğine inanıyoruz.

Demokratik, özgür, hukukun üstünlüğü ve insan haklarına dayalı bir ülkede yaşamak isteyen tüm yurttaşları, aklının ve vicdanının sesini dinleyerek davanın takipçisi olmaya çağırıyoruz.”

Milliyet, 15 Ağustos 2008

Meral Tamer

16.08.2008


 

Rusya’ya karşı koz var artık

SAAKAŞVİLİ’yi kim itti diye sormuştum, geçen haftaki yazımda. Gürcistan ile Rusya arasındaki çatışmanın üzerinden bir hafta geçtikten sonra artık kimin neden ittiğini söyleyebilirim.

Çünkü durum yavaş yavaş aydınlanıyor.

ABD Başkanı Bush, Gürcistan’a saldırısı nedeniyle Rusya’nın 21’inci yüzyılın diplomatik, siyasi, ekonomik ve güvenlik yapılarında yerini alması için gereken “Amerikan desteğinin riske girdiğini” açıkladı önceki gün.

ABD Dışişleri Bakanı Rice da aynı yönde açıklamalar yaptı. Rusya’nın uluslararası toplumdan tecrit edilebileceği açıklamalarını duymaya başladığımız sıralarda ise ilk somut işaretleri gördük.

Rusya ile NATO arasında Ağustos’ta yapılması planlanan bir toplantı iptal edildi hafta başında.

Bir diğer iptal kararı da Kuzey Denizi’nde Rusya ile NATO’nun yapacakları ortak askeri tatbikatla ilgiliydi.

Bu iki küçük işaret fişeğinin ardından, Rusya’nın zenginler zirvesinden çıkartılabileceği haberlerini duyduk.

* * *

BUGÜN bazı çevreler Rusya’nın Gürcistan ile savaştan güçlenerek çıktığını ileri sürüyorlar.

Putin’in, tek lider olarak sivrildiğini, Çeçenistan’da batağa saplanmış olan Rus ordusunun kendisini toparladığını, bunu da Gürcistan’da kanıtladığını söylüyorlar.

Evet belki Rusya, Gürcistan’a karşı kendisini toparladı ama ABD ve Avrupa’nın küresel ortağı olma stratejik hedefinde zemin kaybetti.

Ukrayna’ya gönderdiği doğal gazı kesmenin başına açtıklarını anımsayın. Avrupa’daki en yakın müttefikleri bile enerji kaynaklarını çeşitlendirme kararı aldılar. Nabucco bu sürecin bebeği değil miydi?

Şimdi de Rusya, İran konusunda, hiçbir açığı olmadan oturduğu masadaki pozisyonunu hafifletti.

Artık, ABD’nin de Rusya’ya karşı bir kozu var. Gürcistan’da Rusya bu kozu Washington’a hediye etti.

Hem de İran nükleer krizinin çok kritik bir safhaya girdiği, uluslararası kulislerde “zaman daralıyor” yorumlarının yapıldığı bir dönemde.

* * *

İRAN Devlet Başkanı Ahmedinejad’ın İstanbul ziyareti, nükleer krizde kılıçların çekildiği kritik bir noktada Türkiye’yi de bu sürecin bir parçası olarak devreye sokuyor.

İşin ilginç tarafı Türkiye ve İran için bu ziyaretin amacı farklı.

İran Devlet Başkanı, etrafında tecrit duvarlarının yükseltildiği bir dönemde Türkiye gibi güçlü bir komşu ile iyi ilişkiler içinde olduğunu gösterecek bu ziyarette.

Türkiye için amaç farklı.

Nükleer krizle ilgili İran’a önerilen son çözüm paketine Tahran diplomatik seçeneğin işlerlik bulabileceği bir yanıt vermedi. Bu durumun ortaya çıkmasından sonra Türkiye’nin arabuluculuk değil ama kolaylaştırıcılık rolü üstlenebileceği konuşuldu. Burada, uluslararası toplumun ne kadar ciddi olduğu anlatılacak Ahmedinejad’a, bir komşu olarak uzlaşma için gayret göstermesi istenecek.

Ahmedinejad zamana oynuyor, Amerika’daki seçim sonuçlarını bekliyor ama Amerika ve İsrail’deki savaş lobisi baskısını arttırıyor.

Bu süreçteki en etkili aktörlerden biri olan Rusya, bugüne kadar İran’a karşı tepkinin kontrollü olmasında baş rolü oynamıştı.

Rusya’yı pazarlık masasında sıkıştıracak bir kozu yoktu muhatapların elinde.

Gürcistan, bu kozu verdi.

Ben de Saakaşvili’yi kim itti diye düşünüyordum. Bu toz duman kalktığında Putin de düşünecektir eminim.

Hürriyet, 15 Ağustos 2008

Ferai Tınç

16.08.2008


 

Devlet tutkusu

Düşünüyorum da, 1950’lerde ABD’nin Kore’ye özgürlük götürme masalına yüz milyonlarca insan yıllarca gönülden inanmıştı herhalde.

Vietnam’la ilgili hamasetin çökmesi, Kore kadar sürmese bile, yine yıllar aldı.

Bugünse durum farklı. Gözümüzün önünde sürüp giden savaşların içyüzünü artık herkes şıp diye anlar hale geldi şükürler olsun ki. Ne emperyal niyetlerin gizlisi saklısı kaldı, ne de yerel despotların iktidar iştahları uğruna babalarının oğlunu bile satabilecekleri meçhulümüz…

Dünyanın herhangi bir noktasında silahlar patladıktan beş dakika sonra, olay en sansürsüz haliyle ve bütün boyutlarıyla; geçmişiyle ve geleceğiyle; siyasi, hukuki, ekonomik ya da sosyolojik analizleriyle birlikte “bilgi otobanı”na düşüyor ve dünyayı bir uçtan öbür uca elektrik hızıyla aşıp global köyün en ücra mahallesine kadar ulaşıyor.

Halklar artık uyanık; süper devletlerin hegemonya hikayelerini özellikle seviyor; komplo teorilerini dinlemeye bayılıyor. Diyebiliriz ki, şimdinin kahve sohbetleri, bir zamanlar sadece siyaset elitleri arasında rağbette olan “bütünsel” siyasi analizleri hiç aratmıyor.

Yani enformasyon tamam… Yorum tamam. Hepimiz emperyalist hegemonyacıların da, milli diktatörlerin de ciğerini okuyoruz artık.

Peki, okuyoruz, biliyoruz, anlıyoruz da ne oluyor? Savaşlar engellenebiliyor mu? ABD’nin duvarın yıkılışından bu yana sinsi sinsi yürüttüğü Sovyetleri kuşatma ve sıkıştırma planlarını ya da Putin’in Gürcistan üzerinden ABD’ye ve Batı’ya verdiği mesajı bilmek neye yarıyor? Osetlerin ya da Gürcülerin bu planlara alet olmalarını engellemedikten sonra?

***

Evet, bizler, yani farklı ülkelerin insanları, dünyayı parsellemeye çalışan iri kıyım gecekondu ağalarından başka bir şey olmayan ulusal ya da uluslararası despotların bizi amaçlarına alet etmelerini engelleyemiyoruz.

Hepimiz bizi yönetenler tarafından kullanılıyoruz. Devlet tutkumuz, bağımsızlık tutkumuz, vatan millet tutkumuz yüzünden savaş ağalarının oyuncağı oluyoruz. Bütün bu savaşlar en temelde, asıl güçlerini bizim endoktrine edilmiş zihinlerimizden alıyor. Ne kadar uyanık geçinirsek geçinelim, bizi yönetenlerin oyununa gelmemiz için, birkaç kutsal sözcüğün, birkaç kavramın, birkaç tekerlemenin yüksek sesle tekrarlanması yetiyor. Mesela Osetya halkı bir türlü kafasını o endoktrinasyondan kurtarıp da, “Özerk olmuşum, bağımsız olmuşum; Gürcistan’ın parçası olmuşum, Rusya’nın parçası olmuşum, benim için fark etmez; ben bunun için ölmem ve öldürmem” diyemiyor. Ya da Gürcüler çıkıp “Osetya’nın statüsünden bize ne? Ne isterse öyle olsun, biz bunun için savaşmayız, bizi bizim özgürlüğümüz ilgilendirir” diye diretemiyor.

Çünkü onlara, ana okulundan bu yana “devlet bağımsızlığının” en kutsal değer olduğu öğretilmiş; vatanın bölünmezliğinin, sınırların geçilmezliğinin…

Çarların, Stalin’in, Saakaşvili’nin ya da Putin’in çizdiği sınırlar uğruna ölümüne savaşırken bu sınırların yapaylığını sorgulamıyorlar. Vatan deyince “uğruna ölmek”ten başka bir şey gelmiyor akıllarına. “Biz vatan için değiliz; vatan bizim için... O, bizim üstünde iyi bir hayat sürmemiz için var” diyemiyorlar. “Özgür değilsek, bağımsızlığın ne anlamı var; yerli bir diktatör tarafından mı yoksa yabancı bir diktatör tarafından mı ezildiğimiz pek de bir şey fark etmez” demeye, “ben kimin tarafından yönetildiğime değil, nasıl yönetildiğime bakarım” diye tutturmaya cesaret edemiyorlar.

İlle de kendi devletini kurma tutkusunun aslında kendi tutkuları olmadığını, enselerinde boza pişirmeye niyetli bir avuç iktidar düşkününün tutkusu olduğunu fark edemiyorlar.

İşte savaşlara asıl bu fark etmeyiş güç veriyor. Halkların, yönetici grupların çıkarlarını ve ihtiraslarını kendi çıkarları ya da ihtirasları zannetmelerinden ve içselleştirmelerinden kaynaklanıyor.

“Baş olayım da isterse soğan başı olayım” ihtirasıyla bir kasaba nüfusundan yeni bir devlet yaratmaya çalışanları kendi ihtiraslarıyla baş başa bırakamadıkça da savaşlar bitmiyor.

Bugün, 15 Ağustos 2008

Gülay Göktürk

16.08.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün haberler

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır