YÖK (Yüksek Öğretim Kurumu), 12 Eylül cuntası tarafından üniversiteleri otoriter bir ideolojiyle yukarıdan aşağıya örgütlemek amacıyla kurulmuştu. 30 yıla yaklaşan pratiğin sonucunda cuntacıların büyük ölçüde hedeflerine ulaştıkları söylenebilir. Üniversitelerde rektörler yoluyla tam anlamıyla despotik bir yönetim kuruldu.
Rektörler ellerindeki sonsuz yetkilerle üniversitelerin mutlak hâkimi oldular. Astıkları astık, kestikleri kestikti. Bütün öğretim üyelerinin sicil amirliğini ellerinde tuttukları gibi, döner sermaye benzeri ekonomik güçler yoluyla yaratılan rantlarla, çevrelerinde ekipler oluşturdular, iktidarlarını dokunulmaz hale getirdiler.
YÖK sistemi mutlak itaati esas alıyordu. Bu mutlak itaatin beraberinde gelen ideolojik bir yapı da vardı. Cunta lideri Kenan Evren, bu ideolojiyi ‘Atatürkçülük’ olarak adlandırdı. YÖK Başkanı ve emrindeki rektörlerle de okullardaki hegemonyalarını bu ideolojiyi öne sürerek pekiştirdiler. Üniversiteleri bilim üretilen yerler olarak değil ‘laikliğin kaleleri’ olarak algıladılar.
Bu uygulamanın en dikkat çekici örneği Kemal Alemdaroğlu dönemindeki İstanbul Üniversitesi’ydi. Üniversitenin Bülent Tanör gibi en saygın profesörlerinden biri Anayasa kürsüsünde Azerbaycan darbesine adı karışmış birisini istemeyince hasta haliyle Alemdaroğlu’nun ağır baskılarına uğradı ve üniversiteyi terk etmek zorunda kaldı. Buna benzer onlarca örnek neredeyse bütün üniversitelerde yaşandı.
Rektörler, desteklerini YÖK Başkanı’ndan alıyorlardı. YÖK Başkanı da Cumhurbaşkanı’ndan. 12 Eylül’cü sistem böyle kurulmuştu. Cunta döneminde nasıl olsa cunta lideri ve onun tayin ettiği kişi cumhurbaşkanı olarak düşünüldüğü için böyle yapılmıştı. Sistem Abdullah Gül Cumhurbaşkanı seçilinceye kadar tıkır tıkır işledi.
Üniversiteler, muhalif öğretim üyeleri için, öğrenciler için büyük ölçüde bir korku imparatorluğu gibi çalıştı. Kurumlar içinde ciddi bir kadrolaşma yaşandı. Rektörler iktidarlarını öylesine katı bir şekilde gerçekleştirdiler ki, çoğu erkek rektör süreleri dolunca eşlerinin rektör seçilmesini sağlayacak bir egemenlik kurdular. Saltanat oluşturdular.
«««
Bu sistemin rantını elinde tutan YÖK ekibi, YÖK Yasası’nın değiştirilmesine karşı her adımda kazan kaldırdı. Bunların bir kısmının 12 Eylül döneminde cuntaya ve YÖK’e karşı çıkmış olmaları da kaderin garip cilvesiydi. İpler onların eline geçince onlar için sorun kalmamıştı. Statükoyu koruma peşine düşmüşlerdi. Bugüne kadar korudular da...
Abdullah Gül Cumhurbaşkanı olunca sistem AKP’nin eline geçti. Tabii bir süre sonra da YÖK’te iktidar değişti. Artık eski rektörlerin yerini yenileri aldı. Kendilerini ‘laik sistemin yılmaz savunucuları’ olarak tanımlayan rektörlerin devri bitti.
Bu kesimlerin Abdullah Gül’ün son rektör atamalarına tepkileri tabii ki ikna edici değil. Çünkü aynı yollardan daha önce kendileri geçmişlerdi. Savundukları sistem onları tasfiye etti. Çaresiz bir tutum içindeler...
«««
‘Onların bu tutumları Abdullah Gül’ün yaptığı bu atamaları haklı çıkartır mı?’ diye sorabilirsiniz. Tabii ki çıkartmıyor... Gül de eski anlayışı sürdürüyor. Siyasi tutuma göre ekip tasfiyesi yapıyor. Bunun etik olarak kabul edilmesi mümkün değil.
Bugün atılması gereken en temel adımlar, üniversitelerin gerçekten kendi kendilerini yönetebilecekleri birer özerk yapıya kavuşmalarının sağlanması ve üniversitelerinsiyasi iktidar kavgalarının arenası olmasını engelleyecek önlemlerin alınması.
Gelişmiş ülkelerde, üniversite yönetimlerinin nasıl oluşacağına ilişkin değişik örnekler bulunuyor. Bu köşede zaman zaman değindiğim bir örneği yinelemek isterim. Almanya’daki Düsseldorf Üniversitesi, 100 kişilik bir senato tarafından yönetiliyor. Rektör seçimi de, okulun bilimsel ve yönetimsel kararlarının belirlenmesi de bu senato tarafından gerçekleştiriliyor. Senato’nun 60 üyesini öğretim üyeleri, 30’unu öğrenciler, 10’unu da idari personel kendi arasından seçiyor. Avrupa’daki çoğu üniversitede, üniversite rektörünün kendi siyasi görüşü ne olursa olsun, onu öğretim üyelerine ve öğrencilere dayatmıyor. İktidar, bakan ve rektör değişiklikleri, üniversitelerdeki ortamı çok yoğun şekilde etkilemiyor.
Yine Batı’da uygulanan bir yöntem de, okulun idari olarak bir genel sekreter tarafından yönetilmesi. Bütün idari uygulamalar genel sekreterin yetkisi içinde oluyor bu modele göre. Bilimsel kararları ve temel kararları üniversite senatosu alıyor, uygulamasını genel sekreterlik yapıyor. Böylece rektörler ve bilim insanları idari sorunlarla boğuşmak durumunda kalmıyorlar...
Demokratik, özerk bir üniversite yapılanması, Türkiye’nin demokratikleşmesinin en önemli unsurlarından birisi olacak... Türkiye, AB’ye uyum projesi süreci içinde üniversitelerdeki cuntacı yapılanmadan mutlaka kurtulmak zorunda.
Hedeflenmesi gereken en önemli noktalardan biri de, eğitimin evrensel bir anlayışla, milliyetçilikten, otoriter ideolojilerin hegemonyasından uzak bir anlayışlayeniden yapılandırılması...
Radikal, 12 Ağustos 2008
|