"Gerçekten" haber verir 13 Ağustos 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Rektör atamaları ve Cumhurbaşkanı

YÖK (Yüksek Öğretim Kurumu), 12 Eylül cuntası tarafından üniversiteleri otoriter bir ideolojiyle yukarıdan aşağıya örgütlemek amacıyla kurulmuştu. 30 yıla yaklaşan pratiğin sonucunda cuntacıların büyük ölçüde hedeflerine ulaştıkları söylenebilir. Üniversitelerde rektörler yoluyla tam anlamıyla despotik bir yönetim kuruldu.

Rektörler ellerindeki sonsuz yetkilerle üniversitelerin mutlak hâkimi oldular. Astıkları astık, kestikleri kestikti. Bütün öğretim üyelerinin sicil amirliğini ellerinde tuttukları gibi, döner sermaye benzeri ekonomik güçler yoluyla yaratılan rantlarla, çevrelerinde ekipler oluşturdular, iktidarlarını dokunulmaz hale getirdiler.

YÖK sistemi mutlak itaati esas alıyordu. Bu mutlak itaatin beraberinde gelen ideolojik bir yapı da vardı. Cunta lideri Kenan Evren, bu ideolojiyi ‘Atatürkçülük’ olarak adlandırdı. YÖK Başkanı ve emrindeki rektörlerle de okullardaki hegemonyalarını bu ideolojiyi öne sürerek pekiştirdiler. Üniversiteleri bilim üretilen yerler olarak değil ‘laikliğin kaleleri’ olarak algıladılar.

Bu uygulamanın en dikkat çekici örneği Kemal Alemdaroğlu dönemindeki İstanbul Üniversitesi’ydi. Üniversitenin Bülent Tanör gibi en saygın profesörlerinden biri Anayasa kürsüsünde Azerbaycan darbesine adı karışmış birisini istemeyince hasta haliyle Alemdaroğlu’nun ağır baskılarına uğradı ve üniversiteyi terk etmek zorunda kaldı. Buna benzer onlarca örnek neredeyse bütün üniversitelerde yaşandı.

Rektörler, desteklerini YÖK Başkanı’ndan alıyorlardı. YÖK Başkanı da Cumhurbaşkanı’ndan. 12 Eylül’cü sistem böyle kurulmuştu. Cunta döneminde nasıl olsa cunta lideri ve onun tayin ettiği kişi cumhurbaşkanı olarak düşünüldüğü için böyle yapılmıştı. Sistem Abdullah Gül Cumhurbaşkanı seçilinceye kadar tıkır tıkır işledi.

Üniversiteler, muhalif öğretim üyeleri için, öğrenciler için büyük ölçüde bir korku imparatorluğu gibi çalıştı. Kurumlar içinde ciddi bir kadrolaşma yaşandı. Rektörler iktidarlarını öylesine katı bir şekilde gerçekleştirdiler ki, çoğu erkek rektör süreleri dolunca eşlerinin rektör seçilmesini sağlayacak bir egemenlik kurdular. Saltanat oluşturdular.

«««

Bu sistemin rantını elinde tutan YÖK ekibi, YÖK Yasası’nın değiştirilmesine karşı her adımda kazan kaldırdı. Bunların bir kısmının 12 Eylül döneminde cuntaya ve YÖK’e karşı çıkmış olmaları da kaderin garip cilvesiydi. İpler onların eline geçince onlar için sorun kalmamıştı. Statükoyu koruma peşine düşmüşlerdi. Bugüne kadar korudular da...

Abdullah Gül Cumhurbaşkanı olunca sistem AKP’nin eline geçti. Tabii bir süre sonra da YÖK’te iktidar değişti. Artık eski rektörlerin yerini yenileri aldı. Kendilerini ‘laik sistemin yılmaz savunucuları’ olarak tanımlayan rektörlerin devri bitti.

Bu kesimlerin Abdullah Gül’ün son rektör atamalarına tepkileri tabii ki ikna edici değil. Çünkü aynı yollardan daha önce kendileri geçmişlerdi. Savundukları sistem onları tasfiye etti. Çaresiz bir tutum içindeler...

«««

‘Onların bu tutumları Abdullah Gül’ün yaptığı bu atamaları haklı çıkartır mı?’ diye sorabilirsiniz. Tabii ki çıkartmıyor... Gül de eski anlayışı sürdürüyor. Siyasi tutuma göre ekip tasfiyesi yapıyor. Bunun etik olarak kabul edilmesi mümkün değil.

Bugün atılması gereken en temel adımlar, üniversitelerin gerçekten kendi kendilerini yönetebilecekleri birer özerk yapıya kavuşmalarının sağlanması ve üniversitelerinsiyasi iktidar kavgalarının arenası olmasını engelleyecek önlemlerin alınması.

Gelişmiş ülkelerde, üniversite yönetimlerinin nasıl oluşacağına ilişkin değişik örnekler bulunuyor. Bu köşede zaman zaman değindiğim bir örneği yinelemek isterim. Almanya’daki Düsseldorf Üniversitesi, 100 kişilik bir senato tarafından yönetiliyor. Rektör seçimi de, okulun bilimsel ve yönetimsel kararlarının belirlenmesi de bu senato tarafından gerçekleştiriliyor. Senato’nun 60 üyesini öğretim üyeleri, 30’unu öğrenciler, 10’unu da idari personel kendi arasından seçiyor. Avrupa’daki çoğu üniversitede, üniversite rektörünün kendi siyasi görüşü ne olursa olsun, onu öğretim üyelerine ve öğrencilere dayatmıyor. İktidar, bakan ve rektör değişiklikleri, üniversitelerdeki ortamı çok yoğun şekilde etkilemiyor.

Yine Batı’da uygulanan bir yöntem de, okulun idari olarak bir genel sekreter tarafından yönetilmesi. Bütün idari uygulamalar genel sekreterin yetkisi içinde oluyor bu modele göre. Bilimsel kararları ve temel kararları üniversite senatosu alıyor, uygulamasını genel sekreterlik yapıyor. Böylece rektörler ve bilim insanları idari sorunlarla boğuşmak durumunda kalmıyorlar...

Demokratik, özerk bir üniversite yapılanması, Türkiye’nin demokratikleşmesinin en önemli unsurlarından birisi olacak... Türkiye, AB’ye uyum projesi süreci içinde üniversitelerdeki cuntacı yapılanmadan mutlaka kurtulmak zorunda.

Hedeflenmesi gereken en önemli noktalardan biri de, eğitimin evrensel bir anlayışla, milliyetçilikten, otoriter ideolojilerin hegemonyasından uzak bir anlayışlayeniden yapılandırılması...

Radikal, 12 Ağustos 2008

Oray Çalışlar

13.08.2008


 

Bir delinin başımıza açtığı belâya bakın!

Sorumsuz, hırslı, aceleci, devlet adamlığından nasiplenmeyen, milliyetçiliği ve dini sembolleri kontrolsüz kullanan, yaygaracı bir liderin hem ülkesini, hem müttefiklerini hem de düşmanlarını nasıl bir kargaşanın içine sürüklediğini görüyor musunuz? Dünyanın en hassas bölgesini bir anda büyük bir savaşın eşiğine getirdi.

Doğu ile Batı’nın çatışma alanı üzerinde, ABD ile Rusya’nın güç gösterisine sahne olan bir bölgede, küçücük kıvılcımların söndürülemez yangınlara yol açabildiği Kafkasya’da olduğunu unuttu. Ya da bunu çok iyi biliyor ki böyle bir “provokasyon”u tertipledi.

Türkiye’nin desteğini, NATO’nun desteğini, ABD ve İsrail’in desteğini yanlış yorumlayan, düşmanı Rusya’yı hafife alan, oturduğu yerden savaş ilan eden, gücüne bakmadan fetihlere girişen Gürcistan Devlet Başkanı Mihail Saakaşvili, bugün yaşananların en önemli sorumlusu.

‘Kadife Devrim’lerle iş başına gelmek yeterli değilmiş. Kafkaslar’da hiçbir sorunun bu yöntemlerle çözülemeyeceğini öğrenmemiş. Hukuki sorunları askeri yöntemlerle çözmenin her zaman mümkün olmadığını ona kimse söylememiş.

Gürcistan’ı çok zor bir duruma soktu. Sorunlu bölgelerdeki düşmanlığı azdırdı. ABD ile Rusya’yı karşı karşıya getirdi. Türkiye’yi çok can sıkıcı bir ortamda bıraktı. Sadece Rusya için değil, Gürcistan’a destek verenler için de, Saakaşvili’nin bir an önce o pozisyondan çekilmesi belki de en öncelikli konu olmalı.

Kafkaslar’da hiçbir sorun tek başına çözülemez. Osetya, Abhazya, İnguşistan, Çeçenistan, Dağıstan, Hazar’ın altında yatan zenginlikler, Karadeniz tartışması, Rusya ile NATO’nun bölge üzerindeki satranç oyunun parçalarıdır. Karabağ meselesi de öyle. Hatta İran-ABD ilişkilerinin bir boyutu da Kafkasya’dır, Hazar’dır, Rusya-İran stratejik ortaklığıdır.

Sen Osetya’ya saldırırsan Abhazlar sana saldır. Güney Osetya Gürcistan sınırlarının içinde olabilir. Siyasi ve hukuki anlaşmazlık olabilir. Ama oraya saldırıp bin beş yüz kişiyi öldürürsen yanı başındaki büyük ağabey de Tiflis’e saldırır. Osetya’ya giriyorsan bunları hesaplaman gerekir. Bu hesabı yapmazsan, Rusya’nın Kuzey Kafkaslardan Güney Kafkaslara inmesinin yollarını açmış olursun. Nitekim öyle olmadı mı?

Rusya ile ABD arasında yıllardır zımni bir kabullenme vardı. Güney Kafkaslar Batı etkisinde kaldı. Kuzey Kafkaslara kimse karışmıyordu. Bu yüzden Batı Çeçenistan’dan desteğini çekmişti. Şimdi bu zımni anlaşma bozuldu. Herkes her yere karışacak. Bu olunca da sadece Abhazya ve Güney Osetya değil, Çeçenistan, İnguşistan, Dağıstan karışacak. Belki de son dönemlerde Türkiye ile Ermenistan arasındaki yumuşama dönemi kapanacak. Karabağ’da rüzgar yeniden sertleşecek. Abhazya’dan Hazar kıyısına uzanan, aynı zamanda Batı-Rusya sınırı olan kuşak keskin çatışmalara ev sahipliği yapacak. Bu yüzden krizin bir an önce dondurulması gerekiyor. Saakaşvili’nin de kulağının çekilmesi gerekiyor. Böyle bir krizi tek başına çıkaramayacağı gibi yönetecek gücünün ve becerisinin de olmadığının hatırlatılması gerekiyor.

Gürcistan ABD’nin, NATO’nun, AB’nin dolayısıyla Türkiye’nin ve İsrail’in tam desteğine sahip. Bu güçler için Rusya ve İran’ın dengelenmesinde, enerji projelerinin kontrol altında tutulmasında ileri karakol durumunda. Bu yüzden ekonomik yardımların yanında azami askeri destek sağlanıyor bu ülkeye. Kadife Devrim de bu yüzden yapılmıştı. Ukrayna ve Gürcistan Batı bloku için, Rusya’yı çevrelemede en önemli mevziler haline geldi.

Buna karşı Moskova Ermenistan üzerinden, Abhazlar ve Osetler üzerinden karşı direnci oluşturuyordu. Bölgede tehlikeli bir stranç oyunu izliyorduk. Er ya da geç stres bir çatışmaya dönecekti. Zamanlama önemliydi. İran ve Ortadoğu’daki gelişmeler bu zamanı erteliyordu.

Peki ABD ve NATO mu Gürcistan’ı provoke etti yoksa Rusya mı kendine zemin yarattı? Şu an görünen Batı’nın ilk hamleyi yaptığı şeklinde. Ya da Gürcü liderin aceleciliği şu anki durumu hazırladı.

Krizin ilk haftasında kazançlı görünen Rusya oldu. Devamını kestirmek zor. Yarın Çeçenistan’da, Dağıstan’da ya da başka bölgelerde dikkat çekici bir karmaşa çıkarsa Rusya sıkıntıya düşecektir. Rusya, hem Karadeniz hem de Hazar kıyısında ciddi bir Batı reaksiyonu ile karşılaşabilir.

Kazanan bir ülke daha var. Şaşıracaksınız belki ama o da İran. Tam da İran’a yönelik baskıların zirveye tırmandığı günlerde Kafkaslar karıştı. Dikkatler İran üzerinden uzaklaştı. Tahran kısmen nefes aldı. Daha önce yine böyle bir durum yaşanmıştı. O zaman da Lübnan patlamıştı. Krizde değil, sonucunda İran’ın kazançlı çıktığını söylemeye çalışıyorum.

Türkiye, belki de en seçeneksiz ülke olarak kaldı. Rusya ile hiç olmadığı kadar güzel ilişkileri var. Öte yandan Kafkaslarda Rusya ile arasına bir tampon bölge oluşturmaya çalışıyor. Bu da son derece anlaşılabilir bir durum. Moskova’dan gelen tepkiler, Türkiye’nin desteklediği ifadeleri gerçek olsa da anlaşılabilir bir durum. Çünkü Ermeniler, Karabağ’ı Rusya’nın desteğiyle ele geçirmişti. Türkiye, aynı zamanda bölgedeki azınlıklarla akrabalık ilişkisi olan bir ülke. Dolayısıyla hareket alanı hem çok dar hem de alabildiğine geniş.

Yapılacak tek şey var: Krizin yayılmasını önlemek, mümkünse dondurmak. Türkiye’nin alacağı en önemli pozisyon bu. Ne Rusya ile ilişkilerini riske atmayı, ne akrabalarını yalnız bırakmayı ne de Batı ile bölgesel ittifakını bozmayı göze alabilir.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Kafkas İttifakı ya da Kafkas İstikrar Paketi projesi üzerinde durulmalı. Ancak bu yapılırken bölgesel güçlerle birlikte yapılmalı. Karadeniz’deki ABD iştahını doyuracak şekilde değil. Bölgedeki büyük güçler çatışması devam ettikçe bu proje başarsız olacaktır.

Şu an için en tehlikeli şey, krizin tüm Kafkaslara yayılmasıdır. Bu noktaya geldiğinde savaş bölgesel olmaktan çıkacaktır. Büyük güçlerin küçük uluslar üzerinden yürüttüğü hesaplaşmanın bir başka örneğini izliyoruz maalesef.

Yeni Şafak, 12 Ağustos 2008

İbrahim Karagül

13.08.2008


 

Büyük savaş iç dünyalarda

İnsanın niyeti belirliyor hem vahşet uygularken hem de vahşete karşı mücadele ederken nasıl bir tutum takınacağını. Yıldıray Oğur’un dikkat çektiği yaklaşıma ben de dikkat çekme ihtiyacı duyuyorum bu yüzden öncelikle. İddianamede pek çok öldürme olayına karışmış bir gizli tanık şöyle diyormuş: “Ben en çok hedefimizdeki adamların yanında olan, öldürmek zorunda kaldığımız şoförlerine acıyordum.”

‘Öldürme lisansı’na sahip böyle biri için sokak ortasında yargısız infaz yapılmasında bir sakınca yok zaten. Onları ortadan kaldırmak için nasılsa birilerinden emir almış. Yahut da kendisinde karşısındakinin canını alacak denli büyük bir yetki, bir paye olduğuna hükmetmiş. Her durumda kime ve neye itaat ettiği belirliyor burada katletme katsayısını. Ama öldürmek için emir almadığı (ya da gerekliliğine inanmadığı) biri içinse üzülebiliyor. Bu üzüntüsü, o yönde bir niyeti yokken de şoförlerin canını almasına engel değil yine de.

Ingeborg Bachmann’ın ‘ölüm türleri’ başlığı altında yazmayı amaçladığı romanlar arasında yalnızca Malina’yı bitirmeye ömrü yetmişti. Bu vesileyle kendisiyle yapılan söyleşilerde son derece kişisel olarak değerlendirilen romanın derin katmanlarını keşfetmekte zorlanan okur için yaklaşımını netleştirme fırsatını bulmuştur:

İkinci Dünya Savaşı’nın açtığı yaraların, kıyımın ve yaşattığı dehşetin daha fazlasının soğuk savaş döneminde yani savaş sonrası dönemde yaşandığını söylerken, asıl savaşın cephelerde değil, iç dünyalarda olduğunu belirtir. Bu anlamdaki yıkım, katliam ve cinayetler tarihte değil gündelik hayatımızda yaşanmaktadır. Asıl büyük savaşlara yol açan işte bu gündelik cinayetlerdir, iki insan arasında yaşanan çatışmalardır, faşizmdir, sevgisizliktir, nefret ve öfkedir.

İnsanın içindeki öfkeyi uyandırmak ve onu intikam hissiyle çarpıştırmak iktidar odakları için en kolay çatıştırma biçimidir. Çünkü gündelik hayatta durmaksızın provası yapılan bir savaştır bu. Hiçbir sarih niyet kalmaz ortada. İdeolojiye, kimliğe veya herhangi bir kışkırtma gerekçesine feda edebilirsiniz tüm varlığınızı bir çırpıda.

Bence nefsimizde bir nefret ve intikam hissi uyandığı sürece dış düşmanla değil, dönüp kendi içimizdekiyle savaşmak olmalı bize düşen. Böyle yapmadığımız, yapamadığımız için bizi birbirimize karşı çatıştıranların tuzağına düşüyoruz her seferinde. Niyetimiz güzelleşmek ve hakkaniyetli davranmak da olsa, bunu nasıl hayata geçireceğimiz konusunda zaaflarımıza yenik düşüyorsak eğer: Kışkırtılmaya elverişli bir hale geliyoruz ve cehennem alevlerini büyütüyoruz farkında olmadan.

Niyetin önemi burada bir kez daha devreye giriyor. Ama bu kez karşımızdakinin niyeti olarak Kendimizde uyanan öfkeyi hadi gözönüne almadık ve birilerinin kışkırtmasına teslim olduk diyelim. Ya düşman olarak bize hedef gösterilenlerin niyeti? Bundan yeterince emin olabilir miyiz? Yoksa bizden istenildiği gibi salt niyet okumayla (aslında kendi vehimlerimizle ya da önyargılarımızla) yetiniyor muyuz cepheye dörtnala koşarken?

Dünkü Tarafta Neşe Düzel’e konuşan Ahmet Türk, her terör örgütünün içine sızmalar olabileceğinin ve provokasyonların mümkün olduğunun altını çiziyor. “Barışçı adımların atılacağı dönemlerde, bir bakıyorsunuz o süreci yok etmeye yönelik bir bomba patlıyor.”

Tabii ki şiddete başvuran örgütün kanlı eylemlerini görmezden gelmek değil buradaki niyetim. Fakat asıl, Türk’ün şu sözlerinin üzerine düşmemiz gerekir: “Faili meçhul cinayetlerin aydınlatılması ve derin devletin yani Ergenekoncuların eylemlerinin Türk halkı tarafından bilinmesi iki halkı yaklaştırır, barıştırır, birbirini anlamalarını sağlar.”

Kritik dönemlerde belki devreye başka derin devletler, belki yabancı ‘Ergenekoncular’ giriyor. Bizi birbirimize düşman edip içeride zayıflatmak isteyenlerin niyetini bu toz duman içinde net olarak okumak mümkün değil zaten.

Dün şehit olan dokuz asker. Ondan önceki günlerde can veren diğerleri. Güngören’de delik deşik olan siviller. Yasin Aktay'ın isabetle belirttiği gibi, insanları birbirinden ayırmak ve nefret ettirmek üzere cenazeler müthiş bir mesaj teknolojisine uygun olarak üretiliyor. Defalarca. Yeniden.

Biz ise bir kez daha düşman bellediklerimizin niyetini bize okumaya kalkanlara inat: Kendi içimizi ölçmekle yükümlüyüz bugünlerde. Adaletsizliğe karşı mücadeleyi önce kendi nefsimize karşı yürütebiliyor muyuz? Belki asıl direniş bu.

Direniş ile vahşet arasındaki ayrımda başlayıp bitiyor galiba bütün insanlığımız.

Taraf, 12 Ağustos 2008

Leyla İpekçi

13.08.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün haberler

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır