Özgürlük deyince, kimilerimizin kafasına değişik çağrışımlar gelebilir. Ama ne olursa olsun, özgür olmadıkça insanın istenilen gelişim ve değişimi yakalaması mümkün değil. Özgürlük onun özünde var olan bir olgu.
“Bir şeyden özgür olmak kolay” da “Bir şeye ya da bir şey için özgür olmak” çok zor. İnsanların en çok zorlandıkları ve özgürlüklerini en çok istismar ettikleri bir şey varsa, o da “bir şey” karşısında mantıksal özgürlüklerini koruyup koruyamamalarıdır. Başta dinler, felsefî ekoller ve mistisizmin değişik kolları bu olguyu korumak için verdikleri uğraş takdire değer. İnsanlığın atası Hz. Âdem’in de Cennet’ten yeryüzüne indirilişi insanlık adına konu edilen bu özgürlüğe ilk adımdır.
Hz. Âdem, eşiyle birlikte Cennet’te gerçekten korku, kaygı ve uyumsuzluktan uzak bir hayat geçiriyordu. Yasaklanmış bir ağacın meyvesinden yeme yanılgısı ise, çok hikmetlere bağlı olarak bulunduğu yerden ayrılma sebebi oldu. İkisi de bir bakıma onlar için kolay olan Cennet’ten özgür olmakla birey oldular; ama sonraki hayatlarında çok büyük sorumluluklar karşısında kendilerini buldular. Bu sorumluluklar onların gelişim sebepleriydi. Cennet’te bulundukları sürece oranın şartlarına tam bir uyum gösteriyorlardı. İlk günahla onlar birey olduklarının bilincine de vardılar; tamamen özgür olduklarını işte o zaman anladılar. “Bir şeyden özgür” olma kolay oldu onlar için. Asıl olan bundan sonra iç özgürlüklerini kazanmalarıydı. Artık onlara düşen “Bir şey karşısında özgür olma” nın yollarını bulup dünya hayatında gelişimi, değişimi ve mutluluğu yakalamış olmaktır.
Hemen söyleyelim ki; Hz. Âdem ve eşi hiçbir zaman varoluşsal yalnızlık ve korkuyu yaşamadılar. İnsan dünyaya gelirken birçok ihtiyaçlarla birlikte gelmektedir. Fiziksel ve psikolojik olarak iki kategoride toplayacağımız bu ihtiyaçların başında “güvenlik” ve bir yere “ait olma” ihtiyaçlarını ikisi de daha yolun başında karşılıyorlardı. İkisi de Yaradan’ı arkalarında görüyorlardı. Sıkıntılı anlarında konuştukları ve dertleştikleri biri vardı; bütün kâinatı evirip çeviren O’ydu, yani Allah’tı. Aksine yalnızlık ve korkudan dolayı öyle uzun yıllar yalnız yaşayamazdılar.
İlk insan varoluşsal anlamda mutluydu, rahattı ve öyle hayata yönelik büyük kaygısı yoktu. Ama daha sonraları, yani Hz. Âdem’in çocuklarının bu yalnızlığı yaşadıklarını söyleyebiliriz. Çünkü “güvenlik” ve “ait olma” ihtiyaçlarını Tevhid inancından uzaklaşmakla değişik yer ve nesnelerde giderme yolunu tuttular. Birçok tatmin yollarından belki de birkaçını da denediler. Geçici de olsa doyuma ulaşabiliyorlardı böylelikle; ama bir türlü istenilen rahatlığı yakalayamıyorlardı. Her şeyden önce böyle yapmakla kendi özlerinden oluyorlardı. “Bir şeye karşı özgürlük” te, özden uzaklaştıkça çok değişik tatmin yolları insanın karşısına çıktı. Öylesine ki, bu, kimi zaman yerde bir taş parçası, kimi zaman gökte bir yıldız ve kimi zaman da kendi cinsinden bir insan oldu. Artık bir Tek’ten uzaklaşan herkes, kolayına gelen bir nesneyi ya da objeyi kendi yalnızlığını ve kimsesizliğini gidermede kullanmaya başlamıştı. Kendi özgürlüklerini kaybederek bir şeylerce tutsak alındılar. Totemlerinin, putlarının, gurularının, sayısız obje ve nesnelerin kölesi haline geldiler. İçsel özgürlüklerini yitirdiler.
Tarihin seyri içinde toplum olarak yaşanan bu kaosu günümüze kadar uzanan sınırlarıyla çok net bir şekilde Batı’da daha belirgin görüyoruz. Ortaçağ Avrupa’sında Kilise’nin birey üzerindeki baskısı son safhadaydı. İnsanlar dinî ihtiyaçlarını Kilise’nin yönlendirmesi ile gideriyorlardı. En büyük psikolojik ihtiyaç olan “güvenlik” ve “ait olma”yı Kilise’ye ve papazlara olan bağlılıkları ile, ağır bir bedel olan kendi özlerini yitirme pahasına gideriyorlardı. Başka mantıklı bir yolun olmadığı bir atmosferde bir şekilde geçici de olsa rahatlıyorlardı. Ama zamanla düşünen kafalar çoğaldıkça Batı dünyası, bu mantıksız dayatmalara ve istismarlara dayanamadı ve peş peşe dinde reform ve hayatın değişik kesitlerinde Rönesans hareketlerini yoğun ve seri bir şekilde yaşadı. Bir anlamda Kilise’den özgür oldu; ama bir türlü olumlu özgürlük olan “Bir şey karşısında özgür” olamadı. Bu mantıksız da olsa, Tevhit inancını özümseyemedikleri için, bir yerine sayısız obje ve nesnelerin tutsağı olmaya mecbur oldular. Sanayinin yaygınlaşmasıyla gelişen teknolojinin esiri haline geldiler. Özetle yağmurdan kaçarken doluya tutuldular. Batı özgürleşmek isterken topyekûn koyu bir yalnızlık ve hatta bir kimsesizliğin içine sürüklendi. Batı insanı “bir şeyden özgür” oldu ama, “bir şeye özgür” olamadı; içsel özgürlüğün çok uzağına düştü.
Batı hâlâ birey ve toplum olarak yoğun bir şekilde bu yalnızlığı ve kimsesizliği yaşamaktadır. Bilim adamları özellikle psikoloji alanında bundan kurtulma çarelerini arıyorlar. Özellikle psikoloji alanındaki gelişmeler bunu gösteriyor. Yavaş da olsa Tevhit inancının ruhlara verdiği rahatlığın eşiğine gelme gibi bir yaklaşımları çağımız insanı adına çok güzel. İnsan bollukların içinde yine bir yalnızlığı ve acıyı yaşıyorsa, bir yerlerde hata yapıldığının farkına varmak çağımız için zor olmamalıydı.
“Bir şey karşısında özgür olma” olgusu inananlarda da istenildiği gibi yaşanamamaktadır. Müslümanlar ne denli iç özgürlüğü yaşarsa, o denli mutlu ve o denli her eylemlerinde kendisi olurlar. Zaten ihlâs da içsel özgürlüğe sahip ve kendisi olmaktan başka bir şey değil. İçsel özgürlüğü yakalamak bizim için o kadar zor değil. Çünkü bizim temel güvenlik dayanağımız var. Tevhit inancı içsel özgürlümüzü amaçlamaktadır.
|