Yolda yürüyorsunuz, karşınızda sağdan sağdan yürüyen insanlar. Burun burunasınız. Belki inat edip de “bu benim yolum” deseniz haklı çıkacaksınız. Derin bir nefes alıp yolun sonuna geçiyor, kıvrak bir hareketle hooop aynı yörüngeye dönüyorsunuz. Otobüse binmek için size en yakın durağa yönleniyorsunuz, tam o anda yanınızdaki su birikintisinden geçerken ayağınızı gaz pedalına sertçe bastırmaktan zevk alan şoförün hain saldırısıyla önce bir sırılsıklam oluyorsunuz. Muhatabınız gözden pervasızca uzaklaşırken içinizdeki öfke, belki hakim olamadan kullandığınız cümleler yanınıza kâr (!) kalıyor. Tam durağa yaklaşmışken yanınızdan geçen bir beyefendi görünüşlü insanın ayağınızın dibine amiyane bir davranışta bulunduğunu fark ediyorsunuz. İçinizden “Ya Sabır” çekerken, imdadınıza otobüs yetişiyor.
Sabırsızlıkla beklediğiniz otobüse adım atarken ya itiliyor ya da o anki karmaşadan faydalanan gözü açıkların zaferlerinin ardından, az önceki kızgınlıklarınıza yenisini ekliyorsunuz. Çok şanslıysanız oturarak yolculuk ediyorsunuz. Ve de “diğerleri” gibi davranıp yüzünüzü cama çeviriyorsunuz. Birinin sizi yerinden kaldırmaması için. (!) Eğer insaf ve vicdanî değerleriniz hâlâ yaşıyorsa yolculuğun geri kalanını ayakta “La havle” çekerek geçiriyorsunuz. Yolculuk esnasında sosyal farkı, değerleri, kültürleri, insanî halleri ve insaniyetsiz halleri görmeniz mümkün. Camlarında kocaman “cep telefonunuzu kapalı tutunuz” yazısı ve resmine rağmen birden polifonik melodiler duyuyor insanların özel görüşmelerine istemeden şahit oluyorsunuz. Kendi kendine, ayakta kaldığı için söylenen bir teyzeyi, onu duymamak için kulağındaki wolkmenin sesini hafifçe dokunarak sesi yükselten henüz saçına ak düşmeyen genci, arkada olup bitenler çok da umurunda olmayan sadece sayı bazı da arka tarafla ilgilenen şoförü velhasıl toplumun çekirdek haline gelmişliğini izliyorsunuz.
Nerede yaşadığınızı düşünüyorsunuz birden!
İçindeki karmaşaya mı, manzarasının güzelliğine mi, havasına mı, suyuna mı, ona adanan şiirlerin büyüsüne mi takıldığınız büyük bir şehirdesiniz. Ülkenin en gözde şehrinde… İnsanların bazılarının “gezmek” için “ideal” gördükleri “yaşamayı” göze alamadıkları bir dünyanın içinde… Kültür seviyesinin bir zamanlar hayli yüksek olduğu, beyefendi ve hanımefendileriyle sıkça yollarda anılan bir şehirde…Yolda yürürken bırakın yere tükürmenin, sigara içmenin bile ayıplandığı bir şehirde…Çocukların mahalle aralarında körebe, topaç çevirme, uzun eşek, adım atlama, uçurtma uçurma, birdir bir, tahterevalli, seke seke ben geldim, saklambaç, yazı mı tura mı isimleriyle anılan oyunları oynadıkları… Kış aylarında yokuşlarda kızak kaydıkları, birbirlerini kar topları ile topa tuttukları, ilkbaharda yumurta tokuşturdukları şehirde… Kuş geçimi mevsiminde ökse ve kapanca denilen tuzaklarla kuş tuttukları şehirde… Veya çerçeveyi genişletelim ülke bazında değerlendirelim neden dörtte üçü Müslüman olan bir şehirde ahlâkî ve kişisel sıkıntıların had safhada olduğu bir memlekette….
Peki şimdi ne oldu bize?
Gurbet kapısı ve ekmek ocağı haline dönüşen ve kirletilmeye mahkûm edilmiş bir şehir… Neden artık denize pet şişe, sokaklara izmarit atmak bu kadar tabiî oldu? Neden çocuklarımızı sokağa rahatça yollayamıyoruz? Neden tek başımıza rahatça sahilde yürümek birkaç dakika sonunda kâbusa dönüşüyor? Neden kapılarımıza kilit üstüne kilit taktırma ihtiyacı hissediyoruz? Neden yolda kalmış bir insana yardım etmek için kılı kırk yarıyoruz? Neden birbirimize güven konusunda bu kadar rahatsızız? Neden çocuklarımız “kendilerinden bir çıkarı olan” arkadaşlar edinmeyi tercih ediyor? Yoklukta mutlu olmayı başaran büyüklerimize inat edercesine varlıkla sıkıntıya düşen bireyler haline geliyor çocuklarımız? Şükür kavram ve muhteva olarak gayet iyi bilirken ifade ederken şükrü hayatımızdan bu kadar uzak ettik? Düğünde, sünnette, ölüde bir olan imece usulü özel işlerde beraber olan insanlar nasıl oluyor da yanındaki dairede bulunan komşusuna uzak kalma konusunda bu kadar profesyonelleştik? Karnelerin hep sağ taraflarına göz atmaktan neden kaçıyoruz ya da oradaki notları verirken hep kafadan attık?
Oysa ne yedi yaşında okumayı öğrenmekle başlıyordu ne de yalnızca okulda veriliyordu eğitim. Hemen yanı başınızdaydı doğru bildiğiniz şeylerin hemen ardında, örnek olduğunuz her davranışın içinde…Gözümüzü açtığımız ilk andan son kapanışına kadar…
Bir insan bir kitle demekse ardınıza baktığınızda etkileşiminizde olan insanları da baz alırsak algılayabiliriz yükünüzü! Bir hareketin kaç milyon tepkiye sebep olduğunu, bir cümlenin kaç milyon varlık üzerinde etki bıraktığını hissedebilirsiniz. Aslında bütün bu dejenerasyonun kendinizin gösterdiği küçücük bir hareketle nasıl sınırsız bağlantısı olduğunu, bir isyana bir harekete öncülük etmek için küçük gördüğümüz bir hareketin veya sözün liderlik etmesi için farkında olmadan nasıl hazırlandığımızı….
Artık görülmeye alışık ama fark edilmeye yabancı olan, herkesin bakmaya korktuğu yöne kafalarımızı çevirmeli ve harekete geçmeliyiz. Dünyada olup bitene müdahil olabiliriz. “Bir şeyler yapmak lâzım” kaidesince söylemek ve anlatmaktan öte harekete geçmeliyiz… “BİR ŞEYLER YAPMALIYIZ.”
|