Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın Brüksel’de yaptığı “Türkiye’de sadece gayrimüslim azınlıklar değil, Müslüman çoğunluk da dinî özgürlüklerle ilgili sorunlar yaşıyor.” demesi bu özgürlüğün hiçbir zaman olmasından ve kullanılmasından yana olmamış çevreler tarafından büyük tepkiyle karşılandı. CHP bir adım daha atarak “Babacan’ın istifasını” istedi.
Belirtmek gerekir ki, Ali Babacan’ın söyledikleri ne gerçeğin tahrifidir ne de sahip olduğu siyasi görüş doğrultusunda bir değer hükmü açıkladığı anlamına gelir; sadece bir durum tespitidir. Bu durumu tespit etmiş olması, malumun ilamından başka bir şey değildir. Bunu son bir iki sene zarfında defalarca AB yetkilileri de dile getirmişlerdir; çünkü Türkiye’yle ilgili daha yakından, somut ve arazide gözlemler yaparak bilgilere sahip olmaya başlamışlardır. Başka bir ifadeyle AB, Türkiye’de olup biteni çok iyi biliyor, siz istediğiniz kadar vitrinle ilgilenin, AB, içerisiyle ilgilidir, içeride köklü düzenlemelerin yapılmasını istemektedir.
Babacan’ın söylediklerinin niçin bu şiddette tepkilere yol açtığını anlamak zor değil. Tepkilerin “aktüel” ve “yapısal” olmak üzere iki sebebi var: Aktüel sebep, TBMM’de çoğunluğu elinde bulunduran AK Parti’nin, muhalefet partileri MHP ve DTP’nin de desteğini alarak başörtüsü ile ilgili anayasal düzenleme yapması ve bunun partinin kapatılması istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne gitmiş olması. Dava önümüzdeki günlerde görülecek, başörtüsünün üniversitelerde serbest bırakılmasını öngören düzenlemeyle ilgili iptal davası da önümüzdeki hafta ele alınacak. Konunun, Türkiye’deki iç siyasi çekişmelerin dışında AB’nin çeşitli platformlarında ele alınıyor olması, yasaklardan yana olan çevreleri derin bir şekilde rahatsız ediyor.
İkinci sebep, aktüel olandan daha önemli. Zira, Türkiye ile artık işi ciddiye almak durumunda olduğunu anlamış bulunan AB -bana sorarsanız Sarkozy hepsinden daha çok ciddiyetin farkında-, kendisine avlusunu açacağı Türkiye’nin evinin içinin elden geçirilmesini talep ediyor. Türkiye’nin en önemli yapısal sorunlarından biri, -aslında gizli gündemde her zaman birinci sorunu- “din-devlet ilişkisi” ve “laikliğin anlaşılma ve uygulanma biçimi”dir. Avrupa’dan alınmış olduğu iddia edilen bu laikliğin dünyada eşi benzeri yoktur; resmen anayasalarında yer almış olsa bile ne Fransa ve Güney Afrika’da ne Hindistan ve Meksika’da böyle bir laiklik anlayışı mevcuttur. AB, bu sorunu tarih içinde ve yapısal düzenlemeler yaparak bir zemine oturtmuş bulunuyor. Geriye “din ve vicdan özgürlüğü”nün korunması ve en geniş kapsamda kullanımı meselesi kalmıştır. Tabii ki AB, Türkiye’de kilise-devlet ayrılığı olmadığını, teokrasi peşinde olan ruhban sınıfı bulunmadığını çok iyi biliyor. İslam dininde olmasa bile, Cumhuriyet döneminde kurumsal bir varlık olarak icat edilen “din adamları”nın tamamı 557 sayılı kanuna bağlı devlet memurlarıdır ve Babacan’ın durum tespitiyle ilgili olarak devletin din-diyanet kurumunun başındaki en yüksek bürokrat dahi “Din işlerini siyasi işlerle bir arada ele almayalım” demekte, üstü kapalı devletin Dışişleri Bakanı ile aynı kulvarda kanaate sahip olmadığını ima etmektedir. Böyle olmakla beraber, AB’nin öne çıkardığı iki konu var: Biri her ne olursa olsun Türkiye’de din ve vicdan özgürlüğünün korunmasını sağlamak, standartları AİHS’nin seviyesine çıkarmak. Diğeri, her gelişmenin ve reformun önünü tıkayan “jakoben laiklik”in -artık buna laikçilik deniyor- “demokratik laiklik”le yer değiştirmesini sağlamak. Bizim jakobenlerimiz “ben yaptım oldu” diyor, “ucube bir Bizantizm”i Avrupa pazarında “laiklik” diye satmaya çalışıyorlar. Tereciye de tere böyle satılmaz ki.
AB açısından bu iki konu hayati derecede önemlidir, zira Müslüman çoğunluğun dünyasını cendereye sokan bu iki alanda rahatlama sağlanmadıkça ne azınlıkların hayatında bir iyileşme olur, ne Türkiye AB’ye üye olabilir. Bu yüzden öteden beri, süren gerilimin “AK Parti” ile “bürokratik merkez” arasında değil, “AB” ile “jakobenler” arasında sürdüğünü söylüyorum.
Zaman, 31.5.2008
|