(...)Uzlaşma çağrıları da artık darbeler kadar gündelik bir hal aldı. Her darbe paketinin içinde bir uzlaşma çağrısı da mevcut. Artık devamlı darbe müşterisi memleketimde, kapı kapı uzlaşma aramanıza gerek yok. ‘Uzlaşma’, darbe paketinin içinden çıkıyor. (...)
Mahalle kabadayısının ‘Hadi çocuklar, el sıkışın, barışın’ emriyle, medeni tınılı, tatlı bir fısıltıyı andıran ‘uzlaşma’ kelimesi bu anlam/referans karmaşasında aynı yerde buluşabiliyor.
Slavoj Zizek ‘otorite’nin derinleşmesiyle ilgili şöyle bir örnek veriyor. Eskiden küçük çocuğumuza şöyle derdik, diyor. Hadi uzatma, babaanneye gidiyoruz, ve sen de geliyorsun, istesen de istemesen de, geliyorsun. O kadar. Halbuki, diyor, şimdi şöyle diyoruz, babaanneye gidiyoruz, gelip gelmemekte özgürsün, ama babaannenin seni ne kadar sevdiğini bil, eğer gelmezsen babaannen gibi yaşlı bir kadını ve anneni babanı çok ama çok üzeceğini de unutma. Ona göre.
Zizek diyor ki, bu ikinci otorite tarzı ilkinden çok daha derin bir otoritedir. İlkinde çocuğun babaanneye gitmesi kâfidir. İkincisinde, babaanneye gitmesi yetmez, ayrıca babaannesini sevmesi de gerekir.
Biz, 12 Eylül malulü nesil, birinci ‘çıplak otoriteyle’ büyüdük. O zamanlar bir ‘itaat’ toplumuyduk. Devlete itaat mecburiydi. O kadar. Şimdi devlete itaat etmemiz yetmiyor, ayrıca devleti sevmemiz de gerekiyor. Ona göre. Bu ikinci derin mecburiyetin sihirli kelimesi de ‘uzlaşma’.
TC devletinin post-modern zamanlarda dünya nimetlerinden nasiplenemediğini düşünerek kimse hayıflanmasın. Devletimiz otoritenin post-modern tarzına sıçramayı başardı. Bu sıçrama esnasında otoritesini iyice derinleştirdi. İşte bu derinliği, bazı ‘makûl’ arkadaşlar, ‘Türkiye’de azımsanmayacak düzeyde bir demokrasi mevcut’ diye yorumluyor. Halbuki olan biten devlet zulmünun ağız değiştirmesinden ibaret. Ve şu taptaze ‘uzlaşma’ kelimesi ise, babadan kalma itaati gönüllü kılma girişiminden başka bir şey değil.
Bu post-modern otoriter zihniyetin askeri darbe dışında birçok darbe imkânı daha olduğunu, henüz bilinmeyen birçoğunu da yaratma kabiliyetine sahip olduğunu hiç unutmamak gerek.
Meseleye böyle bakınca, AKP’nin unutmaması gereken bir şey var. Karşısında 1980 yılının devlet zihniyeti yok. Yeni otoriter devlet zihniyeti eskisinden daha ‘şık’ ve/fakat daha derin. Ve en vahimi de, eskisinden çok daha fazla darbe ve baskı imkânına sahip olması. Hatta bu konuda ‘takdire şayan’ bir yaratıcılık bile söz konusu.
AKP, eski ‘çıplak’ devlet otoritesiyle savaştığını zannederek büyük hataya düşüyor. Bu hata, AKP’yi hepten yok olmaya kadar götürebilir.
Şu anda öyle büyük bir garabet var ki, bir ucube ortaya çıkıyor. Avrupa Birliği, artık AKP’nin tek ama tek varoluş koşulu. AKP, Türkiye’den, hatta Avrupa’dan bile daha AB’ci olmalı.
Kader onu bu noktaya getirmiştir. Benim ve benim gibilerin AB’den uzak bir Türkiye’de varolması, hayat tarzını iyi kötü sürdürmesi, AKP’nin aynı ortamda varolmasından 1000 kere daha kolaydır.
AB, AKP’nin selameti için artık yüzde yüz kaçınılmazdır. Bunun böyle olduğu, artık, 10 gündür, kör gözüm parmağına aşikârdır.
Türkiye’nin geri kalanı için bir siyasi tercih mevzuu olabilecek AB, AKP için artık bir ölüm kalım meselesidir. AB’den uzak duran bir Türkiye’de otoriter zihniyet, AKP’yi yok etmek ya da sistem içinde eritmek için 1001 imkâna sahiptir. Bunu göremeyen AKP, intihar eder. Ve Türkiye’de birileri de bunu ellerini ovuşturarak seyreder. (...)
Radikal, 28 Mart 2008
|