Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 29 Mart 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

AKP’den değil, demokrasiden yana olmak!

Bu köşede dün çıkan yazımı, kapatma davasıyla birlikte rejime atılan kazık nasıl çıkacak diye noktalarken şöyle demiştim:

“AKP’yi kapatma davası, 2002 yılı sonundaki seçimlerden beri yaşanan demokrasi karşıtı olaylar zincirinde son halkadır. Rejim krizine asıl imzayı atanlar, bugün yargısal darbe içinde olanlardır. Bu kazık çıkmadan, rejimin demokratikleşmesi de, olağanlaşması da, Türkiye’nin gerçekten siyasal istikrara kavuşması da imkânsızdır. İktidarla muhalefet keşke bir anayasa değişikliğinde anlaşarak, Türkiye’yi siyasi partiler mezarlığı olmaktan kurtarsalar...”

Ancak yazımın sonunda, bizim siyaset sahnesinde böyle bir ‘demokrasi mucizesi’ne ihtimal veremediğimi eklemiş, sormuştum:

“Peki, bu kazık nasıl çıkacak?”

Herkes şimdi bu sorunun peşinde.

Ama önce yine geriye gidelim.

2003-2004 darbe tertiplerine...

Çünkü, o zamanki askeri darbe tertiplerinden bugünkü yargısal darbe noktasına gelindi.

Bu bir zincir!

Ve bu zincirin halkalarını yerli yerine oturtmadan hem bugünü anlamak zor olur, hem de bugünün iyi niyetli istikrar arayışları sonuçsuz kalır.

Bu açıdan önemsediğim bir haberi bugün köşeme alıyorum. 2003-2004 darbe tertipleriyle ilgili olarak Taraf gazetesinde önceki gün şu manşet vardı:

“Darbe belgelendi!

Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’in, ‘Bana ait değil’ dediği ve Nokta dergisini kapattıran ‘Darbe günlükleri’nin Örnek’in bilgisayarından elde edildiği kanıtlandı.”

Mehmet Baransu imzalı haberin giriş bölümü şöyleydi:

“Ayışığı ve Sarıkız adlarıyla 2004’de yapılmak istenen iki askeri darbe hazırlığının anlatıldığı ve Deniz Kuvvetleri eski Komutanı Oramiral Özden Örnek’e ait olduğu açıklanan günlüklerin, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’ndaki Örnek’e ait bilgisayardan çıktığı belgelendi.

Hatırlanacağı gibi, Nokta dergisi günlüklerin bir kısmını yayımlamış ve ardından da askeri savcılığın emriyle derginin merkezine baskın düzenlenmişti. Kısa bir süre sonra da Nokta dergisi kapanmak zorunda kalmıştı.

Ergenekon Soruşturması’nı yürüten İstanbul Cumhuriyet Savcısı Zekeriya Öz, operasyonda gözaltına alınan kişilerin ifadeleri ve ele geçen belgelerin ardından, Deniz Kuvvetleri eski Komutanına ait olduğu açıklanan günlüklerle ilgili olarak Nokta dergisi eski Genel Yayın Yönetmeni Alper Görmüş’ün bilgisine başvurdu.

7 Mart 2008’de Beşiktaş’daki İstanbul Adliyesi’nde Görmüş’le 2,5 saat görüşen Savcı Öz, bilgisayar ortamındaki günlüklerin bir kopyasını aldı. Yapılan inceleme önceki hafta tamamlandı. Ve günlüklerin Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na ait bilgisayardan çıktığı anlaşıldı.

Taraf’ın önceki gün görüştüğü İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nden bir yetkili, metinlerin orijinal halinin, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na ait hangi bilgisayardan çıktığının resmi yazıyla belgelendiğini ve bunun da rapor haline getirildiğini söyledi. Konuyla ilgili görüşlerine başvurduğumuz Alper Görmüş, Taraf’a ulaşan bilgileri doğrulayıp, kendisine de birkaç gün önce böyle bir bilginin geldiğini aktardı.”

Haber böyleydi.

Göbeğine de ‘darbe planı’ başlığını taşıyan şöyle bir bilgi notu eklenmişti:

“Nokta dergisi geçen yıl 29 Mart’ta piyasaya çıkan sayısında, emekli Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’in 17 yaşında tutmaya başladığı günlükte yer alan Sarıkız kod adlı darbe planlarını yayımlamıştı. Haberde, 24 Nisan 2004’te Kıbrıs’ta yapılan referandum öncesi dört kuvvet komutanının, dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’e rağmen darbe yapmayı planladıklarına dair bilgilere yer verilmişti.

2003-2005 yılları arasında Deniz Kuvvetleri Komutanlığı yapan Özden Örnek, Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman, Hava Kuvvetleri Komutanı İbrahim Fırtına ve şu an Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı olan dönemin Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur tarafından hazırlanan ‘Sarıkız’ darbe planından Orgeneral Hilmi Özkök’ün tutumu, ABD ve öbür yüksek rütbeli subayların isteksizliği nedeniyle vazgeçilmişti. Günlükte Orgeneral Yaşar Büyükanıt ve Orgeneral İlker Başbuğ’un ‘kariyer planları’ nedeniyle darbeye karşı oldukları iddia edilmişti.

Derginin aynı sayısında, Oramiral Örnek’in ‘Darbe yapmak için çok istekli’ diye tanımladığı Orgeneral Şener Eruygur’un ‘Sarıkız’ dan vazgeçilmesi üzerine, tek başına hazırladığı ‘Ayışığı’ kod adlı bir darbe planı da yayımlanmıştı.”

Taraf’ın haberleri böyle.

Şimdi biraz düşünün.

Özünde AKP’den kurtulmayı amaçlayan bu darbe tertiplerinden bugüne bir çizgi çekin.

Arada yaşananları da anımsayın.

Cumhuriyet’e bomba... Kanlı Danıştay baskını... Cumhuriyet mitingleri... 367 ve 27 Nisan Muhtırası... Çankaya Savaşları...

Ama yine de AKP’nin seçim sandığında önlenemeyen yükselişi...

Ve soru:

Şimdi sıra ‘yargısal darbe’de mi?

Bu soruyu, 2003-2004 darbe tertiplerinden bu yana çekilen çizginin ışığında şöyle bir düşünmekte yarar var. Çünkü konu ille de AKP’den değil, ‘demokrasiden yana olmak’la doğrudan ilgilidir.

Eğer temel referansınız demokrasi ise, bu konuya biraz daha kafa yorabilirsiniz.

Peki kazık nasıl çıkar?..

Beşinci yazı yarın.

Milliyet, 28 Mart 2008

Hasan Cemal

29.03.2008


 

Bir adım geri değil birkaç adım ileri

Ergenekon tartışmaları normal seyrine döndü. Şimdi iddianameyi bekliyoruz. Bakalım iddialar nereye kadar ulaşacak. Nerede duracak? Öte yandan Newroz Bayramı ile gelen gerginlik Güneydoğu’da sürüyor ve Kürt meselesi her an gündemin ön sıralarına çıkacak bir potansiyel taşıyor Buna rağmen bu meseleyi de şimdilik görmezden geliyoruz. Meseleyi güvenlik güçlerine ve bölgedeki savcılara havale eden hükümetimiz kafasına o meseleyi takmıyor bile.

Türkiye, hatta adım adım yaklaştığı bilinen mali ve ekonomik global krizle ilgili gelişmeleri de bir tarafa bırakmış görünüyor. Sanki ciddiye almıyor. Geriye kalıyor AKP’nin kapatılması için Başsavcı’nın açtığı davayla ilgili tartışmalar. Türkiye’nin en önemli meselesi bu. Türkiye şimdi sadece bununla ilgileniyor.

Türkiye’de geçerli 12 Eylül mevzuatına uygun bir prosüdür işliyor. Başsavcı hukuki olduğu söylenen ama buram buram siyaset kokan bir iddanameyi bu 12 Eylül’den kalma yasalara ve Anayasa’ya dayandırıyor. Yerine yenisi yapılmadıkça bu faşizan yasalar geçerli. Bu nedenle kimsenin buna karşı çıksa da hukuken itiraz edecek hali yok. AKP ise haklı olarak milli iradeye yönelik apaçık bir tasallut olan bu kapatma davasının engellenebilmesi için yasal ve demokratik yolları nasıl kullanabileceğinin hesabını yapıyor.

Biraz geç kalmış olmakla birlikte Başbakan Anayasa’da bazı değişikliklerin yapılacağını söyledi. Bunun yargı sürecini durdurup durduramayacağı dahi tam kestirilemiyor. Bu yargı sürecinin teşvikçisi çevreler, başta CHP olmak üzere, bu değişikliklere karşı çıkarak önce Anayasa Mahkemesi’nin kararının beklenmesi gerektiğini ileri sürüyor. Bu yapılmazsa ülkenin ciddi bir çalkalanmaya ve krize yöneleceği uyarısında bulunuyor. Bu uyarının ne anlama geldiğini artık herkes biliyor.

Kıyamet de burada kopuyor.

Ülke yine sanki bir darbe öncesi süreçte gibi. Zaten bu süreçten pek çıktığı yok ya... Yalnız hükümet çevrelerinde AKP’nin kapatılabileceğine ve liderlerinin siyasetten men edilebileceğine ilişkin ciddi bir korku eğemen. Burası Türkiye, olur mu olur. Peki AKP ne yapsın? Getirdikleri çözüm Anayasa değişikliği. Bunu seçimlerden hemen sonra yapabileseler muhtemelen böyle bir davanın açılması söz konusu olamayacaktı.

Şimdi AKP’nin seçimden hemen sonra dillendirdiği yeni, sivil ve demokratik bir anayasa çağrısına Hürriyet başta olmak üzere bazı gazetelerin olanca gücüyle nasıl karşı çıktığını anımsıyorum.

“Nereden çıktı şımdi bu, yeni anayasaya gerek yok. Bu Türkiye’yi gerer” diye var güçleriyle karşı çıkmışlardı. Sebepsiz değilmiş. Varmış bir bildikleri. Tabii burada kabahatli olan onlar değil. Onlar yapmaları gerekeni yaptılar. Yeni anayasa çalışmalarını durduran AKP oldu. Şimdi Başbakan getirmek istedikleri değişikliklerin o hazırlığın bir parçası olduğunu söylüyor.

İyi de bunu niçin şimdi hatırladınız?

Başbakan’a aynı lafları ortalığın yatışması için uzlaşma çağrısı yaparak biraraya gelen ve kendilerine sivil toplum örgütü adını takan bazı örgütlerin liderleri de söylüyor. Önerdikleri de şu: Uzlaşma için taraflar bulundukları pozisyonlardan bir adım geri çekilsinler.

Böyle bir şey gerçekleşebilir mi?

Başbakan bunun çözüm olduğunu düşünse mutlaka uygular. Değişik krizlerde geri adım atma manevralarına ustaca yönelmesini bilen bir politikacı Erdoğan.

Ama bana kalırsa bu krizden çıkmasının yolu geri adımlardan geçmiyor. Tam tersi Başbakan ileriye doğru birkaç adım atmak durumunda. Büyük lider olmak böyle zamanlarda böyle cesur davranışlarda bulunmayı gerektirir. Başbakan, açılan kapatma davasına rağmen tüm topluma güven telkin edecek, insanların tedirginliklerini giderecek, sadece günü, partisini ve kendisini kurtaracak küçük manevraların değil, Türkiye’nin Başbakanı olduğunu gösterecek adımları bir an önce atmak zorundadır. Anayasa’nın bazı maddeleri değil tümünü değiştirecek taslağın yeniden gündeme getirileceğini, ne kadar yasak varsa kaldırılacağını açıklaması, Kürt meselesinin çözümü için çalışmaların hemen başlayacağını, AB ile ilişkilerin dehal yarın, yeni bir anlayışla yoluna konulması için çalışmalara başlanacağını ifade etmesi gibi.

Başbakan, bu konuda ihtiyaç duyduğu desteği, 22 Temmuz gecesi parti binasının balkonundan yaptığı konuşmayı hatırlayarak kolayca sağlayabilir. Demokrasi karşıtı güçlerle mücadelenin yolu geri adım atmaktan geçmiyor.

Keşke AKP böyle bir mücadelenin partisi olduğunu gösterebilse...

Yeni Şafak, 28 Mart 2008

Koray Düzgören

29.03.2008


 

Kızılelma koalisyonu

Pazartesi ve çarşamba günü yayınladığım ve cuntalarla çetelerin ilişkisini işlediğim, meseleyi sol-Kemalizm ve Bonapartizm içinde ele aldığım yazılar, hiç beklemediğim ve beni çok şaşırtacak boyutlarda ilgi uyandırdı. Bu konuyu farklı yönlerden ele alıp devam etmem istendi. O nedenle bugün de aynı konuyu çözümlemeye sağ-Kemalizm kavramıyla devam edeceğim.

SOLDAN SAĞA KAYANLAR

Bizdeki sol-Kemalizmin, 1960’tan başlayarak biçimlendirildiğini ve özünde

darbeciliğe/Bonapartizme dayandığını söylemiştim. Bu sol Kemalizm bizde henüz yeterince irdelenmemiş, Bonapartizm de sürekli olarak övülmüştür. Oysa bunların nirengi noktasını, her şey bir yana, parlamenter demokrasiye karşı olmak meydana getirir.

Bu düşüncenin Türkiye’deki en ciddi savunucusu 1970’lerin başına kadar Doğan Avcıoğlu-İlhan Selçuk ikilisi olmuştur. Avcıoğlu’nun demokrasinin, parlamentarizmin “nasıl bir aldatma” olduğunu belirten düşünceleri şimdi Yön’deki ve Devrim’deki yazılarını toplayan Atatürkçülük, Milliyetçilik, Sosyalizm başlıklı kitabında okunabilir.

Bu anlayış bugün ortaya çıkan çetelerin politik eğilimlerinde yaşıyor. Arada çok önemli bir fark var. Bugünkü çeteler ve koalisyonlar açıkça sağ/milliyetçi/ulusalcı bir yaklaşımı savunuyor. Dolayısıyla soru şu: bu nasıl oldu?

Bu sorunun iki yanıtı var: Birincisi, eskiden solcu ve solda olanlar sonradan ulusalcı oldu. Denecektir ki, söz konusu ulusalcılık eğilimi baştan beri mevcuttur. O nedenle bu tür sol hareketler kendilerine daha önceleri de “milli” sıfatını uygun görüyordu: Milli Demokratik Devrim gibi. Doğru; fakat bugün ortada başka bir durum var.

O gün sol kendini ulusalcı ilan ederken bunu kendini milli olarak nitelendiren sağın ötesinde/dışında bir yerden söylüyordu. Oysa bugün solla sağın ulusalcı cephedeki koalisyonu yaşanıyor. Onunla da kalınmıyor sol ulusalcılık dendi mi, sağın arkasında bir yerde duruyor. Gene iki tarafın da ortak ideolojisi Kemalizm.

İŞTE BUDUR SAĞ-KEMALİZM

Bu, Kemalizmin 1980’lerdeki yeni “türevinden” kaynaklanıyor.

12 Eylül’le birlikte asker solla ve sol aydınlarla bağını koparınca ideoloji olarak Türk-İslam sentezini benimsedi. O sentezin siyasi ve mitolojik anlamdaki devletçiliğiyle ve milliyetçiliğiyle kendini özdeşleştirdi. Buna dinsel-İslami bir renk de kattı. Böylece Kemalizm sol bir içerikten koparıldı; yeni bir çerçeveye yerleştirildi. Kemalizm artık tapınılan bir devletle, ılımlı bir Müslümanlıkla ve nihayet çok geniş bir milliyetçilikle bütünleştirildi.

Buna sağ-Kemalizm diyorum.

Bu çerçeve 1980’den sonra gelişen, İslam ve Kürt tartışmasıyla alevlenen kimlik politikalarına karşı bir koruyucu kalkan, bir zırh gibi kullanılmak istendi. Kullanıldı da. Ne var ki, neosağ-Kemalizmle kimlik politikaları ve AB süreci her düzeyde çatıştı ve bir gerilim yaşadı.

İtiraf etmek gerekiyor ki, toplum bu çalkantıya çok ani bir biçimde, bütünüyle hazırlıksız olarak yakalanmıştı. İşte o noktada bu gidişi kendince durdurmak isteyen ve bu yeni durum üstünden siyaset yapanları bertaraf etmek isteyen kesimler Kemalizmi bir ortak payda olarak aldı ve örgütlenmeye başladı.

Bu örgütlenmenin yer üstünde olan kısımları da var, yeraltında olan kısımları da. O arada sol ve sağ farklı saiklerle de olsa bu tepki kanadında bir araya geldi ve Kızıl Elma Koalisyonu, Dip Dalgası Hareketi, Ülkücü-Devrimci koalisyonu ortaya çıktı. “Parlamentarizm ve demokrasiyle olmaz, askerle ve onun yönetimiyle olur” diyen eski solla, her zaman askeri kutsamış ve ona dayanmış olan (yeni) sağ buluştu. Hem sivil hem yarı askeri bir görüntü içinde.

Bugün karşı karşıya bulunduğumuz “gerçek” budur(...)

Sabah, 28 Mart 2007

Hasan Bülent Kahraman

29.03.2008


 

AB’den bile daha AB’ci olmak

(...)Uzlaşma çağrıları da artık darbeler kadar gündelik bir hal aldı. Her darbe paketinin içinde bir uzlaşma çağrısı da mevcut. Artık devamlı darbe müşterisi memleketimde, kapı kapı uzlaşma aramanıza gerek yok. ‘Uzlaşma’, darbe paketinin içinden çıkıyor. (...)

Mahalle kabadayısının ‘Hadi çocuklar, el sıkışın, barışın’ emriyle, medeni tınılı, tatlı bir fısıltıyı andıran ‘uzlaşma’ kelimesi bu anlam/referans karmaşasında aynı yerde buluşabiliyor.

Slavoj Zizek ‘otorite’nin derinleşmesiyle ilgili şöyle bir örnek veriyor. Eskiden küçük çocuğumuza şöyle derdik, diyor. Hadi uzatma, babaanneye gidiyoruz, ve sen de geliyorsun, istesen de istemesen de, geliyorsun. O kadar. Halbuki, diyor, şimdi şöyle diyoruz, babaanneye gidiyoruz, gelip gelmemekte özgürsün, ama babaannenin seni ne kadar sevdiğini bil, eğer gelmezsen babaannen gibi yaşlı bir kadını ve anneni babanı çok ama çok üzeceğini de unutma. Ona göre.

Zizek diyor ki, bu ikinci otorite tarzı ilkinden çok daha derin bir otoritedir. İlkinde çocuğun babaanneye gitmesi kâfidir. İkincisinde, babaanneye gitmesi yetmez, ayrıca babaannesini sevmesi de gerekir.

Biz, 12 Eylül malulü nesil, birinci ‘çıplak otoriteyle’ büyüdük. O zamanlar bir ‘itaat’ toplumuyduk. Devlete itaat mecburiydi. O kadar. Şimdi devlete itaat etmemiz yetmiyor, ayrıca devleti sevmemiz de gerekiyor. Ona göre. Bu ikinci derin mecburiyetin sihirli kelimesi de ‘uzlaşma’.

TC devletinin post-modern zamanlarda dünya nimetlerinden nasiplenemediğini düşünerek kimse hayıflanmasın. Devletimiz otoritenin post-modern tarzına sıçramayı başardı. Bu sıçrama esnasında otoritesini iyice derinleştirdi. İşte bu derinliği, bazı ‘makûl’ arkadaşlar, ‘Türkiye’de azımsanmayacak düzeyde bir demokrasi mevcut’ diye yorumluyor. Halbuki olan biten devlet zulmünun ağız değiştirmesinden ibaret. Ve şu taptaze ‘uzlaşma’ kelimesi ise, babadan kalma itaati gönüllü kılma girişiminden başka bir şey değil.

Bu post-modern otoriter zihniyetin askeri darbe dışında birçok darbe imkânı daha olduğunu, henüz bilinmeyen birçoğunu da yaratma kabiliyetine sahip olduğunu hiç unutmamak gerek.

Meseleye böyle bakınca, AKP’nin unutmaması gereken bir şey var. Karşısında 1980 yılının devlet zihniyeti yok. Yeni otoriter devlet zihniyeti eskisinden daha ‘şık’ ve/fakat daha derin. Ve en vahimi de, eskisinden çok daha fazla darbe ve baskı imkânına sahip olması. Hatta bu konuda ‘takdire şayan’ bir yaratıcılık bile söz konusu.

AKP, eski ‘çıplak’ devlet otoritesiyle savaştığını zannederek büyük hataya düşüyor. Bu hata, AKP’yi hepten yok olmaya kadar götürebilir.

Şu anda öyle büyük bir garabet var ki, bir ucube ortaya çıkıyor. Avrupa Birliği, artık AKP’nin tek ama tek varoluş koşulu. AKP, Türkiye’den, hatta Avrupa’dan bile daha AB’ci olmalı.

Kader onu bu noktaya getirmiştir. Benim ve benim gibilerin AB’den uzak bir Türkiye’de varolması, hayat tarzını iyi kötü sürdürmesi, AKP’nin aynı ortamda varolmasından 1000 kere daha kolaydır.

AB, AKP’nin selameti için artık yüzde yüz kaçınılmazdır. Bunun böyle olduğu, artık, 10 gündür, kör gözüm parmağına aşikârdır.

Türkiye’nin geri kalanı için bir siyasi tercih mevzuu olabilecek AB, AKP için artık bir ölüm kalım meselesidir. AB’den uzak duran bir Türkiye’de otoriter zihniyet, AKP’yi yok etmek ya da sistem içinde eritmek için 1001 imkâna sahiptir. Bunu göremeyen AKP, intihar eder. Ve Türkiye’de birileri de bunu ellerini ovuşturarak seyreder. (...)

Radikal, 28 Mart 2008

H. Gökhan Özgün

29.03.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri