Milletin yarısını temsil eden bir partiye açılan davayı, haklı olarak içeride ve dışarıda herkes eleştiriyor. Türkiye’nin dünyada kazandığı itibara darbe vuran, ekonomiyi riske atan ve milletin moralini altüst eden bu girişim, umarız öncekiler gibi akim kalır. Ama krizler, aynı zamanda muhasebe zamanıdır. Başkalarının yanlışını eleştirirken, kendi hatalarımızı da görürsek kriz fırsata dönüşür.
Herhalde kimse AK Parti hükümetlerinin gerçekleştirdiği reformların arkasında, Avrupa Birliği sürecinin rolünü inkar edemez. Belki iddialı olacak; ama 3 Kasım seçim zaferine rağmen, şayet AB dinamiği olmasaydı, kritik reformların çok azı gerçekleştirilebilirdi. Milletin kahir ekseriyetle desteklediği; demokratik ve ekonomik istikrarın anahtarı olarak gördüğü AB rüzgârını arkasına almak, AK Parti’nin en akıllı tercihiydi. Bu sayede, bazı reformlardan rahatsız olması beklenenler bile sesini kısmak zorunda kaldı. Sürece öncelik vermek, içeride ve dışarıda AK Parti’yi ‘İslamcı’ diye damgalamak isteyenlerin işini zorlaştırdı. Yapılan reformlarla Türkiye’nin dünyada itibarı arttı. Doğu’da ve Batı’da örnek gösterilen ülke haline geldi.
Türkiye’nin bir gerçeği var: Demokrasiye yapılan müdahaleler ve müdahalecilerin oluşturduğu yapı, ülkemizi, sadece iç dinamiklerle aşamayacağı kamburla karşı karşıya bırakmış. Yakın tarihimiz, milletin desteğini kazanmanın, statükoyu alt etmek için yetmediğini gösteren örneklerle dolu. Ya özünde, statükonun da bir yönüyle dışarının eseri olmasından ya da toplumun yeterince güçlü olmamasından, bu böyle. Nitekim AK Parti de toplumsal dinamikle dış dinamiği birlikte götürdüğü oranda reformlar yaptı. Bugün partiye verilen desteğin artarak sürmesine karşın, reformların yavaşlamasında ve statükonun diş göstermeye başlamasında, AB dinamiğinin devre dışı kalmasının payı büyük.
Gerçi toplumun ve hükümetin AB’ye soğumasında, Kıbrıs’tan terörle mücadeleye birçok konuda yaşanan hayal kırıklığının etkisi var. Ama süreci yakından izleyenler biliyor ki, AB tek sesli bir yapı değil. Sarkozy ve Merkel ne kadar Türkiye karşıtı ise İspanya ve İngiltere o kadar taraftar. Eskiden baş muhalif olan Avrupa Parlamentosu’nda, şimdi Türkiye’ye sempatiyle yaklaşanların sayısı artıyor. Son söz Konsey’de, ama Komisyon Türkiye’nin müttefiki gibi davranıyor. Üstelik büyük ülkelerin AB’ye girişi hep zor olmuş.
Bu nüanslara dikkat ederek, süreci canlı tutmanın bir yolu bulunabilirdi. Halbuki teknik çalışmaların aksaksız sürdüğü söylense de genel kanaat AB’ye ilginin azaldığı yönünde. Dışişleri Bakanı Ali Babacan, Kanal 7’den Mehmet Acet’e verdiği röportajda bu eleştiriyi reddetti. Ama o da en azından yapılanların anlatılmasında bir iletişim sorunu yaşandığını itiraf ediyor.
Halbuki üyelik zor bir hedef olsa da sürecin kendisi hem ekonomimiz hem demokrasimiz için bu kadar önemliyken, ilişkinin bu denli soğumasına izin verilmemeliydi. Çetelerin hortlaması, 27 Nisan muhtırasının yaşanması ve nihayet seçmenin yarısının desteğini alan parti aleyhine dava açılması gibi olayların, sürecin dip yaptığı noktada sökün etmesi tesadüf değil. Bu tablo, Erdoğan’ın sık sık ifade ettiği “Kopenhag Kriterleri’ni Ankara Kriterleri’ne dönüştürür, yola devam ederiz” yaklaşımının pek doğru olmadığını veya Türkiye’nin o aşamaya gelmediğini gösteriyor. İç dinamiklerin, milletin arzuladığı rönesans için yeterli olmaması, insanın kanına dokunsa da gerçeği değiştirmiyor.
Teklifimiz, bazılarının savunduğu gibi bütün yumurtaları AB sepetine koyarak diğer alanları ihmal değil. Siyasî ve ekonomik açıdan artık iç politikanın da önemli unsuru olan AB’nin, klasik dış politika konularından biri gibi algılanmaması gerektiği. Türkiye’nin AB dinamiğini devre dışı bırakarak, hukuk meselesini, demokrasi ve özgürlükler meselesini, üniversite meselesini, etnik ve mezhepsel temelli sorunları çözmesinin ne kadar zor olduğu ortada. Zira AB’nin bu sorunların çözümüne ilişkin sunduğu çerçeve, (Türkiye’nin şartlarına göre gözden geçirmek şartıyla) iç ve dış aktörlerce kabul edildiği için önemli bir avantaj.
Geriye bakınca, ‘6 yıldır iktidarda bulunan AK Parti, AB dinamiğini daha etkin kullanabilir miydi?’ sorusu akla geliyor. Bu yapılsa, belki bugün üniversite ve yargıdan kaynaklanan sorunlar aşılmış olurdu. Yargı, AB standardına getirilse, Şemdinli skandalını, 301. madde davalarını, 367 rezaletini, parti kapatma davasını yaşar mıydık?
Her yıl Türkiye’nin röntgenini çeken AB İlerleme Raporu, yargı bölümünde küçük iyileştirmelere değindikten sonra şu acı sonuca varıyor: “Yargı reformu alanında önemli gelişme olmamıştır... Yargı için genel bir Ulusal Reform Stratejisi ya da bunu uygulamaya yönelik bir plan yoktur.” Herhalde bu satırlar, adalet bakanları Cemil Çiçek ile Mehmet Ali Şahin’in ve Meclis Adalet ve Anayasa komisyonlarının dikkatini çekmiştir.
Zaman, 19.3.2008
|