|
|
|
12 Eylül ve AK Parti |
Geçen cumadan beri siyaset arenası tek şey konuşuyor: AK Parti’nin kapatılma davasını... ‘Tek parti zihniyetinin hücuma kalkmasından’ tutun da ‘Ergenekon uzantılarının canhıraş hamlelerine’ kadar birçok ihtimal dile getiriliyor.
Bir de... Bu kadar kısa sürede böyle bir noktaya gelinmesini kolaylaştıran ‘eksiklikleri’ kurcalayanlar var.
Bunu sorgulayarak, bir sonraki adımın daha sağlıklı olmasına çalışan bir yaklaşım bu.
* * *
Bu yaklaşımın amacı...
Akıl tutulmasına uğramadan...
Durumu soğukkanlı bir şekilde ameliyat masasına yatırmak.
Bu üst düzey beyinsel aranışa örnek birkaç yazıdan iki tanesi de dün bizim gazetede yer alıyordu.
Birisi Eser Karakaş’ın ‘Siyasal pozisyon üstünlüğü vermek’ başlıklı yazısı...
Diğeri de Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk’un ‘Hedefte Sapma ve Çözüm’ adlı makalesi... Üstelik bu iki yazı birbirini tamamlar mahiyetteydi.
* * *
Eser Karakaş şu soruyu sormaktaydı:
‘Hukuken bu davanın tartışılabilir bir yanının olmadığı ortada ama bu durum AKP’nin 22 Temmuz’da elde ettiği o büyük siyasal pozisyon üstünlüğünü demokrasi ve hukuk devleti karşıtı güçlere nasıl kaptırdığının tartışılmasını engellememeli.
Birileri 22 Temmuz’dan günümüze AKP’nin siyasal pozisyon üstünlüğünü kaptırmadığını öne sürebilir ama bu iddianın çok güçlü olduğunu zannetmiyorum, kanıtı da açılan davadır, siyaseten pozisyon üstünlüğünü, zaten büyük bir sandalye üstünlüğü varken, kaptırmayan bir AKP’ye bu tür bir dava açılamazdı diye düşünüyorum.
Açılan dava, boy ve kiloda sağlıklı bir görünüme rağmen, zayıf düşen bir bünyede bazı rahatsızlıkların ortaya çıkabilme ihtimalinin güçlenmesine benzemekte; önemli olan bünyeyi sağlam tutmak yani evrensel hukuk çizgisinden ayrılmadan reformları sürdürmek.
Sorun bence Şemdinli’de başladı, 301 meselesinin sürüncemede kalmasıyla, Hrant’ın davasında mesafe alınamamasıyla, devlet içinde bazı yerlere dokunulamamasıyla devam ediyor.’
* * *
Sami Selçuk da ‘bünyeyi zayıflatanın’ 12 Eylül darbe rejimi ile topyekün demokratik savaşa girişilmemesine bağlıyordu.
Önce kapatma davasının açılmasına vesile olan hukuksal çerçevenin 12 Eylül rejiminin yadigarı olduğunu şöyle hatırlatıyordu:
‘Dava ile ilgili iki yasa var.
Biri, 12 Eylül ürünü Anayasa. 68. madde, ‘Siyasal partiler(in), (...) tüzük ve izlenceleri ile eylemleri, (...) laik cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz’ diyor.
Anayasanın 69. maddesi, bir siyasal partinin bu tür eylemlerin odağı olduğu Anayasa Mahkemesince (AYM) saptandığı takdirde temelli kapatılacağını söylüyor.
Öbürü, yine 12 Eylül ürünü 1983/2820 sayılı Siyasal Partiler Yasası.
Yasanın 78-103. maddeleri siyasal partilerle ilgili onlarca yasak öngörüyor.
103. maddesi de ‘...laiklik karşıtı eylemlerin odak durumunu oluşturup oluşturmadığını’ AYM belirler, diyor.
Bu yasaları yabancılar bilmeyebilir.
Ya bizler, T.C. Yurttaşları, özellikle parti kurucuları? Bilmeme hakkımız var mı? Yok.’
* * *
Yazının sonunda da sözü 12 Eylül rejiminin yasası olan ‘Siyasal Partiler Yasası’ ile bunca yıldır sarmaş dolaş uyumanın faturasına getiriyordu:
‘Gelelim en önemli noktaya: Siyasal Partiler Yasası gibi yasaklarla dolu bir metni çağcıl hiçbir demokraside bulamazsınız.
Bu yasa, demokrasi karşıtıdır, halkın iradesini hiçe saymaktadır.
Eğer bir savcının eline bu yasayı teslim ederseniz, o da, sizler de, hukuku kullanarak toplumu ezmek, bu tür sancıları da sürgit yaşamak zorunda kalırsınız. ‘
Ardından uyarılar geliyordu:
‘Yargının önüne gelen konularda yorumlar yapmaya kalkışırsanız, yasaları çiğner (T. Ceza Yasası, m. 288, Basın Yasası, m. 19/1), yargı bağımsızlığı ilkesini örseler, kaş yapayım derken nice göz çıkarırsınız.
Siyasal Partiler Yasası yerine hukukun gereğini yapmakla yükümlü Başsavcıya saldırmak, hedefte yanılgıdır/sapmadır.’
* * *
Sami Selçuk çözümü de şöyle gösteriyordu:
‘Çözüm bellidir. Partiler yerine, onların ve özgürlükçü rejimin mezar kazıcısı olan bu 12 Eylül ürünü, demokrasi özürlü, çağdışı Yasayı tez elden mezara gömmek ya da en azından kökten değiştirmek.’
Aslında Türk siyaseti ‘akıllı’ olmak yerine hep ‘kurnazlığı’ seçiyor. Akıl yerine kurnazlığı da hayat hep cezalandırıyor.
12 Eylül rejimini topyekün hedefe koymamak,12 Eylül rejiminin tutsağı olmaya dönüşüyor sonunda.
Halk iradesine akıl almaz saldırıyı sağlayan ortam biraz da bundan ‘pozisyon üstünlüğü’ sağlamıyor mu?
Star, 19.3.2008
|
Mehmet Altan
20.03.2008
|
|
|
AK Parti ne yapmalıydı? |
Milletin yarısını temsil eden bir partiye açılan davayı, haklı olarak içeride ve dışarıda herkes eleştiriyor. Türkiye’nin dünyada kazandığı itibara darbe vuran, ekonomiyi riske atan ve milletin moralini altüst eden bu girişim, umarız öncekiler gibi akim kalır. Ama krizler, aynı zamanda muhasebe zamanıdır. Başkalarının yanlışını eleştirirken, kendi hatalarımızı da görürsek kriz fırsata dönüşür.
Herhalde kimse AK Parti hükümetlerinin gerçekleştirdiği reformların arkasında, Avrupa Birliği sürecinin rolünü inkar edemez. Belki iddialı olacak; ama 3 Kasım seçim zaferine rağmen, şayet AB dinamiği olmasaydı, kritik reformların çok azı gerçekleştirilebilirdi. Milletin kahir ekseriyetle desteklediği; demokratik ve ekonomik istikrarın anahtarı olarak gördüğü AB rüzgârını arkasına almak, AK Parti’nin en akıllı tercihiydi. Bu sayede, bazı reformlardan rahatsız olması beklenenler bile sesini kısmak zorunda kaldı. Sürece öncelik vermek, içeride ve dışarıda AK Parti’yi ‘İslamcı’ diye damgalamak isteyenlerin işini zorlaştırdı. Yapılan reformlarla Türkiye’nin dünyada itibarı arttı. Doğu’da ve Batı’da örnek gösterilen ülke haline geldi.
Türkiye’nin bir gerçeği var: Demokrasiye yapılan müdahaleler ve müdahalecilerin oluşturduğu yapı, ülkemizi, sadece iç dinamiklerle aşamayacağı kamburla karşı karşıya bırakmış. Yakın tarihimiz, milletin desteğini kazanmanın, statükoyu alt etmek için yetmediğini gösteren örneklerle dolu. Ya özünde, statükonun da bir yönüyle dışarının eseri olmasından ya da toplumun yeterince güçlü olmamasından, bu böyle. Nitekim AK Parti de toplumsal dinamikle dış dinamiği birlikte götürdüğü oranda reformlar yaptı. Bugün partiye verilen desteğin artarak sürmesine karşın, reformların yavaşlamasında ve statükonun diş göstermeye başlamasında, AB dinamiğinin devre dışı kalmasının payı büyük.
Gerçi toplumun ve hükümetin AB’ye soğumasında, Kıbrıs’tan terörle mücadeleye birçok konuda yaşanan hayal kırıklığının etkisi var. Ama süreci yakından izleyenler biliyor ki, AB tek sesli bir yapı değil. Sarkozy ve Merkel ne kadar Türkiye karşıtı ise İspanya ve İngiltere o kadar taraftar. Eskiden baş muhalif olan Avrupa Parlamentosu’nda, şimdi Türkiye’ye sempatiyle yaklaşanların sayısı artıyor. Son söz Konsey’de, ama Komisyon Türkiye’nin müttefiki gibi davranıyor. Üstelik büyük ülkelerin AB’ye girişi hep zor olmuş.
Bu nüanslara dikkat ederek, süreci canlı tutmanın bir yolu bulunabilirdi. Halbuki teknik çalışmaların aksaksız sürdüğü söylense de genel kanaat AB’ye ilginin azaldığı yönünde. Dışişleri Bakanı Ali Babacan, Kanal 7’den Mehmet Acet’e verdiği röportajda bu eleştiriyi reddetti. Ama o da en azından yapılanların anlatılmasında bir iletişim sorunu yaşandığını itiraf ediyor.
Halbuki üyelik zor bir hedef olsa da sürecin kendisi hem ekonomimiz hem demokrasimiz için bu kadar önemliyken, ilişkinin bu denli soğumasına izin verilmemeliydi. Çetelerin hortlaması, 27 Nisan muhtırasının yaşanması ve nihayet seçmenin yarısının desteğini alan parti aleyhine dava açılması gibi olayların, sürecin dip yaptığı noktada sökün etmesi tesadüf değil. Bu tablo, Erdoğan’ın sık sık ifade ettiği “Kopenhag Kriterleri’ni Ankara Kriterleri’ne dönüştürür, yola devam ederiz” yaklaşımının pek doğru olmadığını veya Türkiye’nin o aşamaya gelmediğini gösteriyor. İç dinamiklerin, milletin arzuladığı rönesans için yeterli olmaması, insanın kanına dokunsa da gerçeği değiştirmiyor.
Teklifimiz, bazılarının savunduğu gibi bütün yumurtaları AB sepetine koyarak diğer alanları ihmal değil. Siyasî ve ekonomik açıdan artık iç politikanın da önemli unsuru olan AB’nin, klasik dış politika konularından biri gibi algılanmaması gerektiği. Türkiye’nin AB dinamiğini devre dışı bırakarak, hukuk meselesini, demokrasi ve özgürlükler meselesini, üniversite meselesini, etnik ve mezhepsel temelli sorunları çözmesinin ne kadar zor olduğu ortada. Zira AB’nin bu sorunların çözümüne ilişkin sunduğu çerçeve, (Türkiye’nin şartlarına göre gözden geçirmek şartıyla) iç ve dış aktörlerce kabul edildiği için önemli bir avantaj.
Geriye bakınca, ‘6 yıldır iktidarda bulunan AK Parti, AB dinamiğini daha etkin kullanabilir miydi?’ sorusu akla geliyor. Bu yapılsa, belki bugün üniversite ve yargıdan kaynaklanan sorunlar aşılmış olurdu. Yargı, AB standardına getirilse, Şemdinli skandalını, 301. madde davalarını, 367 rezaletini, parti kapatma davasını yaşar mıydık?
Her yıl Türkiye’nin röntgenini çeken AB İlerleme Raporu, yargı bölümünde küçük iyileştirmelere değindikten sonra şu acı sonuca varıyor: “Yargı reformu alanında önemli gelişme olmamıştır... Yargı için genel bir Ulusal Reform Stratejisi ya da bunu uygulamaya yönelik bir plan yoktur.” Herhalde bu satırlar, adalet bakanları Cemil Çiçek ile Mehmet Ali Şahin’in ve Meclis Adalet ve Anayasa komisyonlarının dikkatini çekmiştir.
Zaman, 19.3.2008
|
Abdülhamit Bilici
20.03.2008
|
|
|
Taraf olanların dikkatine |
1. Bu tuzağa düşmeyin. AKP’nin kapatılma davasını bir münazara mevzuu haline getirmeyin. Bunun ‘hukuki’ olduğunu söyleyenlerle tartışma programlarında aynı masada oturarak, olanı biteni ‘meşru’laştırmayın. Gayrimeşru olanı meşru bir zemine çekmeyin. Demokrasiyle uzlaşamayanlarla aynı masaya oturarak bir uzlaşma zemini mümkünmüş intibaı yaratmayın. Bütün bunlar, maalesef bir ‘savaş’ olarak tasarlanmış. Bu savaşı açanlar maalesef hiçbir bedel gözetmiyor. Bunu artık anlayın. Bunu artık görün. Tarafınızı seçin ve orada durun. ‘Empati devri’ ebediyen bitmiştir.
2. Bu hukuk darbesi devletin çıkarlarını milletin çıkarlarının çok önüne geçirmeyi göze almıştır. Lütfen dikkat edin, burada mesele birey mi, devlet mi, değil. Birey-devlet liberal sorunsalı ucu görünmeyen karanlık tünelin derinliklerinde kaybolmuştur. Bu hukuk sistemi, bırakın bireye saygı göstermeyi, millete bile saygı göstermemektedir. Gözü kararmıştır. Tek hesabı vardır. Gerisi, hesapsızlıktır. Bu hukuk sistemi kendi için, kendi adına, kendiyle var olmaktadır. Bu hukukun ardında bir ‘hukuk felsefesi’ yoktur. Bu hukukta, hukuk kanunlardır. Kanunlar hukuktur. ‘Devlet için devlet’ hukukudur bu. Ardında ‘insan’ yoktur. Ve bu hukuk, bu zalim gerçeği artık saklamaya bile tenezzül etmemektedir.
3. Bu hukuk darbesi, ‘düzen’in sadece belinde değil, kolundan çorabına kadar her yerinde ‘silah’ gizli olduğunun delilidir. Askeri darbe yapmazsak, hukuk darbesi yaparız. Asamazsak, siyasetten men ederiz. Yukarıdan halledemezsek, karın boşluğundan, oradan da olmazsa derinden hallederiz mesajıdır bu. Verilmiş en büyük gözdağıdır.
4. Bu hukuk darbesi girişimi askeri darbe girişiminden çok daha vahim, çok daha tehlikelidir. Askeri darbeye karşı hiç olmazsa ‘ne şeriat,
ne darbe’ pankartları çerçevesinde göstermelik de olsa ‘asgari ve vicdani bir demokrasi’ zemini mevcuttu. Şimdi herhalde kimsenin ‘ne şeriat, ne hukuk darbesi’ diye bir pankart tasarlamasını beklemiyorsunuz. Olan biten, darbeyi, siyasete müdahaleyi ‘meşrulaştırma’ girişimidir. Bunu, bütün bu debdebede unutmayın. Unutturmayın.
5. AKP’nin ‘kendine güvenli’ mesajlarına kanmayın. AKP şaşkınlık içindedir. Kendine bütün güvenini yitirmiştir. Paralize olmuştur. ‘Bazı şeyler bu memlekette artık olmaz’ ruh halinden, bir gecede ‘Bu memlekette olmaz olmaz’ ruh haline geçilmiştir. Bir gecede ‘yarını meçhul’ bir ülke yaratılmıştır.
6. AKP’ye verilen mesaj net olarak şudur. Geri çekilmiş, top çevirerek idare etmeyi deniyor olabilirsiniz. Bu yetmez. Biat etmelisiniz.
Bu düzenle uzlaşmak bile mümkün değildir.
Ya biat edersiniz, ya da...
7. AKP’nin radikalleşmekten başka hiçbir çaresi kalmamıştır. Ya radikalleşecek, ya da yok olacaktır. Cumhurbaşkanından davacı olunan bir ülkede umarım AKP bunu idrak etmiştir. Burada söz konusu olan radikallik, ‘Müslüman muhafazakârlık’ değildir. Olamaz. Bunun mümkün olmadığını da yine umarım ki, AKP artık hazmetmiştir. Buna karşı savaşmanın tek yolu, radikal demokratlıktır.
8. Bu mücadelenin artık tek bir zemini vardır. Öne doğru kaçış. Öne doğru, Avrupa Birliği’ne doğru arkana bakmadan kaçış. Hem de son sürat.
Radikal, 19.3.2008
|
H. Gökhan Özgün
20.03.2008
|
|
|
Siyasî tarihin ayıplı sayfaları |
Türkiye’de asker/sivil yüksek bürokrasinin hışmına uğrayıp yargı önüne çıkarılmış, sonuçta siyaset sahnesinde gözden düşürülüp geriletilebilmiş tek bir siyasi hareket yok!.. Dindarane söylemleri dolayısıyla takibe uğramış, kapatılmış, gözden düşmüş bir siyasi hareket? O da yok!..
Programında sadece ‘İtikad-ı diniyyeye hürmetkârız’ ifadesine yer verdiği için irtica suçlamasına ve saldırı oklarına hedef olan Terakkiperver Cumhuriyetçi Fırka’nın sıkıyönetimce kapatılıp kurucularının ağır şekilde suçlanması, siyasi ömrü üç ay olan Serbest Fırka’nın yegâne gövde gösterisi olan miting hâlâ akıllarda. İzmir’de çıkan olaylar sırasında ölen cocuğunun cesedini kucaklayıp Serbest Fırka lideri Fethi Okyar’ın konuşma yaptığı kürsünün önüne taşıyan bir vatandaşın ‘Feda olsun, yeter ki kurtar bizi bu zalimlerden..’ diye haykırışı aradan bunca yıl geçmesine rağmen hâlâ unutulmadı. Serbest Fırka emirle kapandı, ama hâlâ konuşuluyor. Rahmetli gazeteci arkadaşımız Şakir Süter’in Yassıada Mahkemeleri Başsavcısı Altay Ömer Egesel’le ihtilal mahkemesi kararlarının üzerinden yirmi sene geçtikten sonra 1982’de yaptığı söyleşiyi hatırlıyorum. Muhtemel bir erteleme kararını engellemek için idam cezalarının infazında telaş gösteren ve tamamında hazır bulunan Egesel ‘Yazık oldu’ diyordu. Yirmi beş sene sonra şimdi bir başka yüksek yargıçın halkın üç devlet adamının idam edilmesini coşkuyla karşıladığını söyleyeceğini o dahil kimse tahmin edemezdi tabii..
AKP hakkında açılan dava hukuk sahnesinde nasıl sonuçlanır bilemem. Ama uluslararası siyaset ve tarih sahnesinde, bu davanın açılmış olmasının
dahi tabloyu ‘ayıplı sayfalar’ hanesine kaydetmeye yeteceğini biliyorum.
Türkiye’nin temel probleminin ne laiklik, ne ekonomi, ne asker/siyaset ilişkisi, ne başka bir şey olmadığını, tek problemin adalet olduğunu yıllardır yazdım, geliyorum. Dünyanın başka neresinde yüksek yargı kurumu üyelerinin ne zaman ve kim tarafından göreve atandıklarına bakılarak kararın hangi yönde çıkacağına dair hesaplama ve yorum yapılabilir ki? Ve daha acısı bu yorumlarda çoğu zaman isabet kaydedilir?
Türkiye ne yazık ki bürokrasinin siyaset mezarlığına dönüştürdüğü ülke görünümünde. On senede bir yeni kadro oluşturmak zorunda kalmanın eskilerin ‘kaht-ı rical’ dediği devlet adamı yokluğu bedeli var. Bu zihniyetle bizde siyasetin kurumlaşmasını, katılımın genişlemesini, demokrasinin kökleşmesini, politikanın öfke aracı olmaktan çıkmasını beklemek hayal!..
AKP hakkında açılan davanın konusu olan irtica meselesine gelince o da tam bir muamma!.. AKP hakkındaki iddianame de dahil Türkiye’de bu konuda serdedilen hükümlerin neredeyse tamamı kişisel yoruma dayalı.. Nitekim bir kesimin gözünde ‘AKP irticai faaliyetlerin odağı’ysa; bir başka kesimin gözünde’ Kemalist rejimle uzlaşmış, ABD güdümünde Müslümanlara kurulmuş tuzak!...’
Bürokrasinin iktidarın halk iradesiyle değişmesini beklemeye tahammül göstermemiş olmanın yakın tarihte doğurduğu sonuçlara bakarak bundan ders çıkardığını ummakla hata ettiğimiz açık. 28 Şubat’ta yaşadığımız ve aklımıza getirmek istemediğimiz sakillikler dizisi belli ki kimseye bir şey öğretmemiş.
Ama bugünün karanlık fotoğrafına bakıp durum hep böyleydi demek haksızlık olur. Yakın tarihimizde yüzakı hukukçular da gördük. 27 Mayısçılar Demokrat Parti mensuplarını yargılamak için kurmayı düşündükleri mahkemenin başkanlığına dönemin Yargıtay Başkanı İhsan Köknel’i ya da hukuk doktorasını Cenevre’de yapmış Başsavcı Ahmet Hikmet Gündüz’ü düşünmüşler; onlardan ‘hayır’ cevabı alacaklarını akıllarına bile getirmemişlerdi.. Bu iki hukuk adamı ihtilal kadrosundan gelen yoğun baskıya, hatta gözdağına rağmen düşünülen yargılamanın hukuk ve adalet anlayışlarıyla bağdaşmadığını söyleyerek görev kabul etmediler. Uygun kişi bulunamadı mı, bulundu elbette: Salim Başol. Mahkemeye ‘Yüksek Adalet Divanı’ adının verilmesinin mucidi 1954’te Demokrat Parti’li Adalet Bakanı Osman Şevki Çiçekdağ tarafından Yargıtay üyeliğine atanan (O yıllarda Yargıtay hâkimleri Adalet Bakanı tarafından atanıyordu) ve ihtilal öncesi 1. Ceza Dairesi Başkanlığı yapan kişiydi Başol...
Radikal, 19.3.2008
|
Avni Özgürel
20.03.2008
|
|
|
Al kalkanı, ver al kanı |
NATO Genel Sekreteri, Bükreş zirvesinden önce müjdeyi verdi:
“Türkiye Afganistan’daki asker sayısını artırsa ne kadar da iyi olur.”
Bunu, “savaştıran şahin” Cheney geldiğinde de işiteceğiz. Yani, sivil ve asker, seçilmiş ve atanmış, parlamenter ve bürokratik Ankara işitecek.
En son geldiğinde Ecevit hayattaydı, 4 bin Amerikan askeri, (böyle hesaplanıyor!) “200 bin ila 600 bin arası” Iraklı hayattaydı.
Sonra Ankara’da hükümet yıkıldı.
Irak yıkıldı.
Sevinin, bize “füze kalkanı” verecekler!
“Karadeniz kalkanı” na göre daha lezzetsiz, askeri müze kalkanına göre daha postmodern bir kalkan şey.
Birbirimize girdiğimiz, düşük yoğunluklu ve siyasi, askeri, hukuk yoğunluklu iç savaşlar yürüttüğümüz yurdumuzu kem füzelerden koruyalım diye kalkan verecekler...
Bizden daha çok kılıç isteyecekler.
NATO’cunun “iyi olur” diye kibarca söylediğini, dangıl dungul şahin muhtemelen “sonra kötü olur” diye buyuracak.
Başsavcı iddianameye BOP mop da koymuş ya, Büyük Ortadoğu Projesi yani, hem gül hem ağla!
“Füze kalkanı” Taliban’a karşı değil.
Taliban’a karşı kalkan değil, kan lazım.
Kalkan, Balkan’a değil, yarın öbür gün İran’a karşı.
Çünkü Tahran’ın orta yeri nükleer çarşı.
Bush gitmeden, yerine cumhuriyetçi geleceği de meçhulken, hoş ABD’de demokrat olmak emperyalizme mani değilken, belki hemen... Vurulacak neresi varsa artık...
İran’a karşı kalkan...
Taliban’a karşı al kan.
Çünkü, nihayetinde ABD için...
Ankara’da hükümet bunun için, Genelkurmay bunun için, hükümetin sıkışması, askerin sıkıntısı bunun için, gözünü odaktan sakınmayan yargı bunun için!
“Terörle mücadelenize destek” karşılığında “terörle mücadelemize destek”.
Pakistan’da ABD beslemesi nükleer silahlar Taliban’ın eline geçmesin diye...
İran yarın İsrail’i vurmasın diye...
İncirlik’te 90 nükleer bomba bir gün işe yarasın diye...
Daha fazla Amerikan askeri ölmesin diye...
Kalkanlar pahalı, sizin çocuklar ucuz diye.
Bu yüzden sadece sivil hükümetle de görüşmüyor, ille Genelkurmay Başkanı ile de ayrı görüşmesi gerekiyor.
Düğümü çift taraflı, sağlam atabilsinler diye!
Sabah, 19.3.2008
|
Umur Talu
20.03.2008
|
|
|
|