Bu nasıl bir ülkedir ki, ortada somut hiçbir kriz unsuru yokken kendi eliyle kendisini cendereye sokar?
Bu nasıl yüksek yargı sistemidir ki, çoğunluğu itibariyle savcı ve yargıçları salt kendi sübjektif ideolojik kanaatlerinden ötürü, bu çerçevede verdikleri hayallerindeki bir rejim mücadelesinden dolayı ve kanundan güç alarak ülkeyi ekonomik, politik, uluslar arası faturası ağır olacak, istikrarı zedeleyecek böyle bir durum içine iterler?
Ama oluyor…
Daha birkaç gün önce Danıştay Başsavcısı Tansel Çölaşan, Türkiye’nin sırtında bir leke duran başbakan ve bakan idamlarını adeta onaylar tarzda açıklamalar yapmıyor muydu? 27 Mayıs ihtilali için ‘devrim’ tanımlaması getirmiyor muydu?
Sorumsuzluk, istikrara kasıt, toplumu yasalara uyarlamaya çalışan yargıçlar hükümeti…
İstediğiniz gibi tanımlayabilirsiz…
Sonuçta tahrip olan sadece demokrasi değildir, sadece istikrar değildir; yargı da tahrip edilmekte, adalete inanç yıpratılmaktadır.
Açıkçası durum, atılan adımın sorumsuzluğu, katılığı ve çağdan kopukluğu akla Sezer’in yargıçları tabirini getirmektedir. 1930-1940’ların kemalizmine geri dönüşü düşündürmektedir...
Nitekim Prof. Dr. Ergun Özbudun’un “En iyi ve sağlam yol halkı kapatmaktır. Uzaydan halk getirmektir… “ sözleriyle karar verdiği ilk tepki ironiktir.
Ne var ki ne dünya ne Türkiye 1940’larda yaşamıyor…
Her geçen gün demokrasiyi öğrenme ve içselleştirme konusunda yol alıyoruz…
Yeni Şafak, 15.3.2008
|