Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 16 Mart 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Kapatmak çözüm mü?

Anayasa Mahkemesi, önce Refah Partisi’ni ardından da Fazilet Partisi’ni kapatırken, türbana özgürlüğün sadece savunulmuş olmasını bile ‘laikliğe karşı eylem’ olarak nitelemiş, bu partilerin kapatılma gerekçeleri arasında saymıştı. Hele Fazilet Partisi davasında türbana özgürlük ve Merve Kavakçı’nın türbanıyla milletvekili yemini etmek istemesi neredeyse yegâne kapatma gerekçeleriydi.

Ama bunlar 10 yıl önceydi. Sanıyorduk ki Türkiye buraları aştı, artık Avrupa Birliği kapısına dayandı, artık bu ülkede demokrasi var ve en önemlisi artık bu ülkede parti kapatmak çok zorlaştı.

Ne kadar yanılıyormuşuz. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı önce Demokratik Toplum Partisi için kapatma davası açtı. Ardından kahir çoğunlukla iktidarda olan Adalet ve Kalkınma Partisi için. Yakında Milliyetçi Hareket Partisi için de dava gelirse şaşırmayacağım, öyle ya onlar da türbanı serbest bırakacağı düşünülen Anayasa değişikliğine imza ve oy verdiler.

Anayasa Mahkemesi’nin de savcının istemi doğrultusunda karar vermesi durumunda herhalde ‘karşı devrim’ süreci tersine çevrilecek, yeniden tek parti dönemine geri döneceğiz!

* * *

Bir demokraside, açıkça şiddet çağrısı yapmadıkça veya şiddete başvurmadıkça bir siyasi partinin kapatılmaması, ‘yasadışı’ ilan edilmemesi gerekir.

Bunu dedim diye hemen birileri Almanya’dan, İtalya’dan, Avusturya’dan örnekler verecek, faşist ve komünist partilerin kurulmasının yasak olduğunu bana çok bilmişçe hatırlatmaya kalkışacak, biliyorum. Ama bu ülkelerde bu söylenen kurallar özel şartların, 2. Dünya Savaşı’na, 60 milyon insanın ölümüne yol açan özel şartların ürünüdür, bunu da hatırlamak lazım. İspanya ise tam benim verdiğim örnektir, Bask ayrılıkçısı Herri Batasuna, ayrılıkçı olduğu için değil, terör örgütü ETA’yı övdüğü için kapatıldı. (Kınamadığı için değil, övdüğü için!)

* * *

Bizim Anayasamıza göre ‘siyasi partiler demokrasinin vazgeçilmez unsurları.’ Vazgeçilmezler ama işi o Anayasa’yı korumak olan Anayasa Mahkemesi onlardan kolayca vazgeçti geçmişte. Herhalde ‘demokrasi’ ile yönetildiğini dünyaya ilan eden ülkeler arasında Türkiye açılan siyasi parti kapatma davası sayısı bakımından da, kapatılan parti sayısı bakımından da şampiyondur.

Bu hesapla demokrasiyi bizden fazla seven yok!

Ama kazın ayağı öyle değil. Bir demokrasi, türban konusunu uygarca tartışıp biz beğenmesek bile bir karara bağlayamıyorsa, bir demokrasi bunu yapmaya kalkıştı diye bir partisini kapatmaya kalkışıyorsa, o rejime hâlâ demokrasi diyebilir miyiz?

Bir demokraside beğenilmeyen yasaların veya kararların yargılamasını mahkemeler değil seçmenler yapar. Çünkü eninde sonunda demokrasi halk egemenliğine dayalı rejimin adıdır, o demokrasiyi çerçeveleyen Anayasa ve yasalar ilahi şeyler, Tanrı kelamı değildir, insan yapısıdır ve değiştirilebilir!

O Anayasayı ve yasaları değiştirecek tek irade de halk iradesidir, mahkemeler değil!

Şimdi AKP’nin ‘laiklik karşıtı eylemlerin odağı’ olup olmadığına Anayasa Mahkemesi’nin 11 üyesinden en az 7’si karar verecek. Mahkemedeki kahir çoğunluğun eski Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından atanan üyeler olduğunu hatırlamakta yarar var.

Bir hatırlatma daha yapmama izin verin: 21. yüzyılın içindeyiz, yıl 2008. Gelsin artık şu demokrasi.

Radikal, 15.3.2008

İsmet Berkan

16.03.2008


 

Uzayda idam

Bu gazetenin eski yazarı Emin Çölaşan 24 Temmuz 2007 günü şunu kaleme almıştı:

“Demek ki biz uzayda, başka bir gezegende yaşıyormuşuz. Türkiye’nin ve toplumun hiçbir şeyini bilmiyormuşuz. İnsanlar durumdan, gidişten memnunmuş”

Çölaşan bu zoraki “özeleştiri”yi, kendisinin durmadan AKP’nin 22 Temmuz’da kesin bozguna uğrayacağını iddia etmesine rağmen sonucun tam zıt çıkmasından dolayı yapmıştı.

Yani, “uzayda yaşıyormuşuz” metaforu, “toplumu bilmemek” itiráfını kapsıyordu.

* * *

ALLAH aynı yastıkta kocatsın, öyle anlaşılıyor ki Danıştay Başsavcısı Tansel Çölaşan da aynen zevci gibi, yine “uzayda” ve yine “başka bir gezegende” yaşıyor.

Çünkü ona göre, 27 Mayıs “ihtilal” bile değil, “meşru ve toplumsal bir devrim”miş.

Üstelik, seçilmiş Başbakan Adnan Menderes ve arkadaşlarının cunta subayları tarafından hunharca idam edilmesini de “halk büyük coşkuyla karşılamışmış”!

Artı, kendisi de kadın olan Başsavcı bunları “Dünya Kadınlar Günü”nde söylüyor.

Breh breh breh, zahir Emin Çölaşan’ın zevcesi yalnız başka bir gezegende yaşamıyor.

Samanyolu’nu aşan başka bir galakside yaşıyor ki, kelime etimolojisinden başlıyorum.

* * *

BİR; Başsavcı deyimleri bilmiyor. “İhtilal”, “devrim” ve “inkilap” aynı şeylerdir!

Nüanslara rağmen yukarıdaki terimlerin tümü birden, geniş kitlelerin aktif katılımıyla gerçekleşen ve her halükárda da köklü dönüşümlere yol açan istisnai olaylar için kullanılır.

Örneğin, katılım yoğunluğu ve sonuç radikalliği itibariyle, 1789 Fransız; 1848 Avrupa; 1917 Bolşevik; 1923 Türk “devrim”, “ihtilál” veya “inkıláp”ları bu kategoriye girerler.

Ama özrü kabahatinden büyük, Çölaşan “ihtilál değildi” diye mazeret ararken, daha en baştan baltayı taşa vuruyor. Çünkü, 27 Mayıs 1960 zaten yukarıdaki kategoriye girmez ki!

27 Mayıs meşrû iktidarın silah zoruyla yıkıldığı gayr-imeşrû bir d-ar-b-e’dir. O kadar.

Hani, Napolyon’un 18. Brumaire’sinden beri çoğu dilde Fransızca aslından “kudeta” denilen tipik darbeler var ya, işte azınlık cuntanın 27 Mayıs zapturaptı da bunun tá kendisidir.

Ve, savcıdan epey küçük olmama rağmen “uzayda yaşamadığım için” ben bile dün gibi hatırlıyorum, fanatikleri hariç, buna ne yığınlar katıldı; ne de “sosyal dönüşüm” oldu.

Ama doğru, emekli subay ikramiyelerini ödemek için altın yüzük ve ziynetler iç edildi.

* * *

İKİ; hadi, herkesten çok bir hukukçuda olması gereken “vicdániyet”, “insaniyet”, “hakkániyet” gibi hayati erdemleri Çölaşan gibi bir savcıda aramak sevdasından vazgeçtim.

Tamam da, idamların “halk tarafından coşkuyla karşılandığı” iftirasına ne demeli?

Menderes ve arkadaşlarını darağacında teşhir eden fotoğrafların kitlelerde darbecilere karşı nefret kamçılaması bir yana, benim CHP gelenekli ailem bile bundan tiksindi. Öğürdük.

Belki Tansel Çölaşan gibi tek tük militarist düğün bayram etti ama, o h-a-l-k ağladı!

Öyle ki, ilkokul son sınıf arkadaşlarım daha Yassıada duruşmaları sırasında gizli gizli, sanıkları kurtarmak için tünel kazıldığına; idamlardan sonra da, rahmetli Başbakan’ın İmralı’dan göğe melek olarak yükseldiğine dair rivayetler anlatarak, metafizik sevgi beyan ederlerdi.

Bakın siz şu “tarafsız” (!) Başsavcı’ya, “halk idamları coşkuyla karşılamışmış”!

O “halk” (!) herhalde yine başka bir gezegende, başka bir galakside yaşıyordu.

* * *

ZATEN ben aynı Başsavcı’ya, zevcinin “demek biz uzayda yaşıyor ve toplumun hiçbir şeyini bilmiyormuşuz” özeleştirisini öneriyorum. Er geç, máaile yine lázım olacak.

Ama o gün gelene dek, en üst Danıştay’taki kadın hukukçu Kadınlar Günü’nde dahi idama methiye düzmek cüretini gösterebiliğine göre, bize de “uzaysal hukuk” lázım olacak.

Eh, işte savcı, işte yargı, “başka gezegen”e tüymessek ipimizin çekildiğinin resmidir.

Hürriyet, 15.3.2008

Hadi Uluengin

16.03.2008


 

Demirel ve irtica

Süleyman Demirel’e saygısızlık etmek istemem. Çünkü, hem eskiye dayanan bir dostluğumuz var; hem de uzun yıllar “beraber yürüdük biz bu yollarda.” Yalnız o zamanki düşünceleri bugünkünden çok farklıydı. Eski cümlelerinden birkaçını Radikal gazetesinde Hasan Celâl Güzel hatırlatmış. Ben, onun sütununa almadığı cümleleri sıralayayım:

- Son 35 yıl zarfında zaman zaman ortaya atılan “irtica” iddiaları olay, zaman ve mekân boyutlarına bağlanmadan sürdürülmüştür. Ne normal, ne de askermüdahale devirlerinde, sözü edilen bu tehlikenin, olması lâzım gelen sanıklarının yakasına yapışılmamış ama, “irtica tehlikesi” iddiası sürmüştür.

- Böyle bir tehlike varsa, devletin bunun üzerine varmaması, himaye etmesi düşünülemez. Böyle bir tehlike yoksa, dindar insanları rahatsız edercesine sürdürülen iddialar incitici olmaktadır.

- Hukukun üstünlüğüne dayanan anayasa devletinde “hayali tehlike”, “ihdas edilmiş suç” olamaz. Mücerret kaville suçlama olsa bile, bundan ceza çıkmaz. Bunlar hukukun fevkalâde büyük ve evrensel prensipleridir.

Demirel’in orduyu siyaset dışına çekmeye çalışan sözlerini de hatırlayalım: “Silâhlı Kuvvetler, millet iradesinin üzerinde değil, millet iradesinin emrindedir. Türkiye’nin müesseseleri, yerlerini, görevlerini, yetkilerini çok iyi anlamış olsalar, hiçbir problemimiz olmaz. Ama kurumlar kendiliklerinden, kendilerine yer, görev, yetki farz ederlerse, o zaman curcuna başlar. ‘Efendim İç Hizmet Kanunu’nun 35’inci maddesine göre...’ İyi ama, o kanunun bir de 43’üncü maddesi var. 35’inci madde ‘Cumhuriyeti korumak ve kollamak’ derken, 43’üncü madde ‘Siyasetle uğraşmayın’ diyor. Ama Türkiye bunları alkışladığı için, bu müdahaleler oluyor. Silâhlı Kuvvetlerin yeri, görevi, yetkisi çok iyi tayin edilmeli. Bakınız, bugün Silâhlı Kuvvetlerin kime bağlı olduğu dahi muallâktadır. Anayasa ‘Başbakana karşı sorumludur’ der; ‘Bağlıdır’ demez. Bu anayasada ‘bağlıdır’ lâfı yok. İşte bu da bizim devletin büyük meselelerinden biridir.” (Yeni Asya gazetesinin neşriyatı “İslâm, Demokrasi, Laiklik”)

Sabah, 15.3.2008

Nazlı Ilıcak

16.03.2008


 

Bu nasıl bir ülke?

Bu nasıl bir ülkedir ki, ortada somut hiçbir kriz unsuru yokken kendi eliyle kendisini cendereye sokar?

Bu nasıl yüksek yargı sistemidir ki, çoğunluğu itibariyle savcı ve yargıçları salt kendi sübjektif ideolojik kanaatlerinden ötürü, bu çerçevede verdikleri hayallerindeki bir rejim mücadelesinden dolayı ve kanundan güç alarak ülkeyi ekonomik, politik, uluslar arası faturası ağır olacak, istikrarı zedeleyecek böyle bir durum içine iterler?

Ama oluyor…

Daha birkaç gün önce Danıştay Başsavcısı Tansel Çölaşan, Türkiye’nin sırtında bir leke duran başbakan ve bakan idamlarını adeta onaylar tarzda açıklamalar yapmıyor muydu? 27 Mayıs ihtilali için ‘devrim’ tanımlaması getirmiyor muydu?

Sorumsuzluk, istikrara kasıt, toplumu yasalara uyarlamaya çalışan yargıçlar hükümeti…

İstediğiniz gibi tanımlayabilirsiz…

Sonuçta tahrip olan sadece demokrasi değildir, sadece istikrar değildir; yargı da tahrip edilmekte, adalete inanç yıpratılmaktadır.

Açıkçası durum, atılan adımın sorumsuzluğu, katılığı ve çağdan kopukluğu akla Sezer’in yargıçları tabirini getirmektedir. 1930-1940’ların kemalizmine geri dönüşü düşündürmektedir...

Nitekim Prof. Dr. Ergun Özbudun’un “En iyi ve sağlam yol halkı kapatmaktır. Uzaydan halk getirmektir… “ sözleriyle karar verdiği ilk tepki ironiktir.

Ne var ki ne dünya ne Türkiye 1940’larda yaşamıyor…

Her geçen gün demokrasiyi öğrenme ve içselleştirme konusunda yol alıyoruz…

Yeni Şafak, 15.3.2008

Ali Bayramoğlu

16.03.2008


 

Demokrasiye aykırı fiillerin odağı!

Hatırlarsanız, üniversitede kılık kıyafet serbestliğini sağlamak amacıyla Anayasa’nın 10’uncu ve 42’nci maddeleri Meclis’te ezici bir oy çokluğu ile değiştirildiğinde... “ Hakem bu golü vermez “ diye yazmıştım. “Ne yapacaklar ki” diye soranlara da, “Onlar işi kitabına uydurur” demiştim.

İşi kitabına uydurmak, art niyetli hakemlerin çok iyi bildiği bir numaradır: Bir takım 2-0 galipken, yoktan var ettikleri iki penaltı ile skor eşitleniverir.

Bu dava da aynı “ yapısal sorunun “ bir parçası: Son bir yıl içindeki olaylar (mesela “ 367 “ el çabukluğu) bize apaçık gösterdi ki Türkiye’de bir “ yargı iktidarı “ var.

“Yargı iktidarı” nedir? Yüksek yargı organlarında görevli hukukçuların, Yasamayı (yani Meclis’i) ve Yürütmeyi (yani Hükümeti)... Daha da önemlisi Milleti hiçe sayarak kararlar alabilmesidir.

Bu “ikinci” iktidar şu anda karşı saldırıya geçmiş durumda. Hamlesi boşa gidecek olsa dahi... Dünya ekonomik krizi yaklaşırken... Kürt sorunu çözüm beklerken... Avrupa Birliği süreci devam ederken... Ergenekon meselesi önemini korurken... Hükümeti ve iktidar partisini, bu dava ile uğraşmaya itmenin ardında “ siyasi “ niyetler olduğunu düşünmeden edemiyoruz.

Ama en önemlisi şu: Bu dava bir turnusol kâğıdı gibi olacak... Kim demokrasiden yana, kim değil; apaçık ortaya çıkacak.

AKP’nin “Laikliğe aykırı fiillerin odağı “ olup olamadığını bilemem ama kimin “ Demokrasiye aykırı fiillerin odağı “ olduğu meydanda.

Sabah, 15.3.2008

Emre Aköz

16.03.2008


 

Devlete dokunun...

Eğer Türkiye’de “devlet” bir insan olsaydı, o insana “padişah” denirdi.

Ancak bir padişah yasaların üstünde olabilir çünkü.

Ancak bir padişah kendisini bu kadar dokunulmaz görebilir.

Ancak bir padişah kendi toplumuna hesap vermekten böyle kaçınabilir.

Dün, Şemdinli davasının Askerî Mahkemedeki duruşması vardı.

Bir kitapçı dükkânını bombaladıkları sırada suçüstü yakalanıp sivil mahkemede 39 yıla çarptırılan ikisi asker üç sanık, biliyorsunuz, daha sonra Askerî Mahkemeye sevk edildiler ve orada tutuksuz yargılanmalarına karar verildi.

Evrensel hukuk açısından baktığınızda, bu suçun Askerî Mahkemeyle ne alakası var?

İki astsubay bir sivil dükkânı bombalamaktan yargılanıyor.

Olayın, sanıkların asker olması dışında askerlikle hiçbir ilgisi yok.

Eğer bu sanıklar, işledikleri iddia edilen suçu “askerî bir emirle” işledilerse, o zaman da bu suç “askerî” olmaz, emir verenler de “doğal” mahkemede yargılanır.

Sadece sanıkların sayısı artar.

Ama mahkeme değişmez.

Bizde öyle olmuyor.

Sivil mahkemenin 39 yıllık bir ceza öngöreceği kadar ağır bir suç Askerî Mahkemeye taşınabiliyor.

Sanıklar tahliye edilebiliyor.

Bu sanıklar, Şırnak’ta bir Kürde ait dükkânı değil de, haraç almak amacıyla İstanbul’da bir dükkânı bombalasalardı...

Ya da kızıp sokakta bir adam vursalardı...

Gene Askerî Mahkemede mi yargılanacaklardı?

Eğer “evet. Askerî Mahkemede yargılanacaklardı” diyorsanız, evrensel hukuk açısından bunun açıklaması nedir?

Niye başka her mesleğin üyeleri böyle bir suç işlediklerinde “sivil” mahkemede yargılanıyorlar da askerler “Askerî” Mahkemede yargılanıyor?

Bir mühendis suç işlediğinde onu mühendisler mi yargılıyor?

Askerlerin niye kendi meslektaşları tarafından yargılanmak gibi bir ayrıcalıkları var?

Bir ülkede “ayrıcalıklı” meslekler olabilir mi?

Olamaz.

Ama bizim devlet “olabilir” diyor ve toplum da devlete sözünü geçiremiyor.

Bu ülkede, Danıştay’ın başsavcısı “darbeyi” öven bir konuşma yapabiliyor.

“Darbe” bir anayasal suçtur.

Suçu övmek de suçtur.

Başsavcı yargılanıyor mu?

Hayır.

Başsavcı görevinden uzaklaştırılıyor mu?

Hayır.

Başsavcı meslektaşları tarafından kınanıyor mu?

Hayır.

Eğer devlette görev yapmayan biri suçu övseydi ne olurdu?

Yargılanırdı.

Ama Danıştay Başsavcısı devlet görevlisi, ona dokunamazsınız.

Biliyorsunuz, Dağlıca’da korkunç bir olay yaşandı.

On üç asker şehit düştü, sekiz asker esir edildi.

Bu olayın nasıl gerçekleştiği bu topluma açıklandı mı?

Bu olayda hatası bulunanlar toplumun önüne çıkarıldı mı?

Yargılandı mı?

Kınandı mı?

Hayır.

Niye?

O çocukların nasıl ve niye öldüğünü bilmek bu toplumun hakkı değil mi?

Hakkı.

Ama bu hakkı talep edemezsiniz.

Türkiye’de devlet kendi görevlilerini “hukukun” dışında tutuyor.

Susurluk skandalinin devletin içinde nerelere kadar uzandığını hala bilmiyoruz.

Ergenekon çetesinin kimler tarafından korunduğunu bir türlü öğrenemiyoruz.

Hrant Dink’i vuranlara devletin bir “muhbirinin” akıl hocalığı yaptığını biliyoruz ama onu kimin yönettiğini bir türlü ortaya çıkartamıyoruz.

Hukuk, devletin içini bir türlü aydınlatamıyor.

Orada hep karanlık, ışık girmeyen bir bölüm kalıyor.

Sonra, o karanlığın içinde darbe hazırlıkları yapıldığını, generallerin birbirlerinin önünü kesebilmek için çeşitli kulisler düzenlediklerini öğreniyoruz.

Türkiye, dünyayla bütünleşmeye çalışıyor.

Toplum bunu bir şekilde beceriyor.

Zorlanarak da olsa kendini değiştirmeye uğraşıyor.

Ama devlet değişmemek, evrensel hukuka uymamak için direniyor.

Ve, ben bu yazıyı yazarken televizyonlar altyazı geçiyor:

“Yargıtay, AKP için kapatma davası açıyor.”

28 Şubat’ı andıran yeni bir dönemin başlaması için atılan ilk adıma benzeyen bir girişim.

Halkın oyuyla gelmiş siyasi iktidarı, bir hukuk darbesiyle kenara itme hazırlığı belli ki...

Sonuç alır mı?

Eğer AKP’yi kapatırlarsa...

Yerine kurulacak parti yüzde elliyi de aşan oyla iktidara gelir...

Ve artık bu sefer, devleti “padişah” rolünden çıkartacak değişimler yapılır.

Bu son girişim, sanırım bizim eski usul devletin yaptığı son büyük hata olacak.

Taraf, 15.3.2008

Ahmet Altan

16.03.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri