Ekonomide “Nedret Kanunu” diye bir kanun var. Bu kanuna göre, insanın ihtiyaçları sonsuz; ancak onları karşılayan ihtiyaç maddeleri ise sınırlıdır.
Yani “nedret” kelimesi “kıtlık” anlamında olan ve Arapça’dan Türkçe’ye aktarılmış bir kelimedir. İşte insan ihtiyaçlarının sonsuz olması, hayallerimizi bu dünyadan çevirip ebedî hayata yönlendiriyor. Yani benim ihtiyaçlarım bu dünyaya sığışmıyor. Her neyin sahibi olursam olayım, içimdeki “ebedî yaşamak” ihtiyacımı karşılayamıyor.
Bu bağlamda, “The Secret (Sır)” kitabının yazarı “Rhonda Byrne”, önceden de belirttiğimiz gibi, bir nev'î “Çekim Yasası” dediği yasayla, insanın her ne isterse sahip olabileceğini söylüyordu. Ancak, bu sahip olunacak şeylerin “sürekliliği” konusunda hiçbir garanti veremiyordu. Ayrıca, gençliğin devam etmesi, bütün sağlık problemlerinin bertaraf edilmesi konusunda da herhangi bir garanti veremiyordu. Zaten verilmesi de mümkün değildir. İnsan ortaya çıkan bir hastalığa bir çare, bir deva bulsa bile, yeni yeni hastalıklar ortaya çıkıyor ve insanoğlu bu sefer bu yeni hastalıkların çarelerini bulmaya çalışıyor. Yine ölümün öldürülmesi konusunda da hiçbir yaklaşım geliştirilemiyor. Ölüm bütün çıplaklığıyla karşımızda bir heyula gibi pençelerini açmış bekliyor ve sırası geleni sorgusuz sualsiz alıp götürüyor. “Aman Azrail Efendi, benim daha çok yapacak işlerim vardı, bana biraz daha süre ver,” lüksüne sahip değiliz. O da nihayet bir emir eri ve Yüce Yaratıcının emrini uyguluyor. “Çek şunun fişini,” dendi mi, sorgulamadan çekiyor.
O halde, ellerimizi başımıza koyarak bir düşünelim. Kurduğumuz, kurguladığımız bütün hayaller, sadece bu dünya hayatını ilgilendiren alçak irtifalı hayaller mi, yoksa hem bu dünyayı, hem de ebedî hayatı ilgilendiren metafizik dünyaların mamur edileceği yüksek irtifalı hayaller mi? Yani hayallerimize ne gibi bir yön veriyoruz? Üstad Bediüzzaman’ın dediği gibi, “Gaye-i hayal olmazsa, ezhan enelere döner.” Bizim hayallerimizin boyutu nedir?
Günümüz dünyasında hayret ve ibretle izlediğimiz tartışmalar yaşanıyor. Bakıyorsunuz, yaşlı başlı insanlar, artık ömürlerinin son demlerini yaşıyorlar; dünyada elde etmek istedikleri birçok şeyi elde etmişler. Artık elini eteğini çekerek, “Acaba, bana çok yaklaşan ölüm ötesi dünya için, neler yapmalıyım?” diye düşünmeleri gerekirken, sanki hiç ölmeyecekmiş gibi, kendilerini çok da ilgilendirmeyen konularda ahkâm kesiyorlar. Bu türden nice ahkâm kesenlerin ölümlerine şahit olduk. Acaba orada ne yapıyorlar, yine ahkâm kesmeye çalışıyorlar mı?
Bizim bir amirimiz vardı. Adam doçentti. Bu şahıs benim inançlarımla alay eden biriydi. Bir gün geldi, profesör oldu. Ama daha ilk maaşını alamadan öldü. Düşünebiliyor musunuz, bir akademisyenin hayal ettiği zirveye ulaşmış, ama ilk maaşı nasip olmadan bu dünyadan göçüp gitmişti. Şimdi, bir düşünelim. Öldükten sonra, kabirde ona “Ooo profesörüm, hoş geldiniz. Size burada bir kürsü açtık, hatta bölüm başkanı yaptık. Artık ruhlar dünyasına dersler vereceksiniz?” mi diyecekler, yoksa “Rabbin kim? Nebin kim?..” gibi suallere mi muhatap olacak? Haydi diyelim ki, inanmayan birisiniz. Ölümden sonra yok olacağınıza inanıyorsunuz, ki bu bütün görünen eşyanın ve Allah’ı gösteren delillerin şahitliğiyle batıl bir inançtır, ama öyle olduğunu düşünseniz bile, sizin ihtimaliniz, size göre % 50’dir. Ya geriye kalan % 50’lik ihtimal çıkarsa, yani ebedî hayatın varlığı, hesap, mizan v.s. çıkarsa ne yapacaksınız? Bu hesap benim hesabım değil, Hz. Ali Efendimizin hesabı.
Bediüzzaman’ın da dediği gibi, ihtiyaçlarımız hayallerimizin ulaştığı kadar nihayetsizdir. Hayallerimiz, yüksek irtifalı olursa, o ihtiyaçlara ulaşmak da hayal olmaktan çıkacaktır.
|