Başörtüsü tartışmalarında kimin nerde durduğu, kimin insani öncelikleri siyasi kaygılara feda ettiği meselesi daha uzun müddet gündemi işgal edecek. Mesele bir şekilde din ve özelde de İslam’la alakalı olunca Türkiye’de sistemin kılcal damarlarına varıncaya kadar adeta alarm zilleri çalıyor.
İslam söz konusu olduğunda pek çoğu politik nezaketi kaybetmekle kalmıyor terbiye sınırlarını zorlayan açıklama yapacak kadar buyurgan ve saldırgan olabiliyor.
Başörtüsü gibi bir konuda ortaya çıkacağı her halükarda belli olan siyasi krizi toplumsallaştırmaktan çekinmeyecek kadar gözü kara tavır takınılması ancak bizde mümkün. ‘Ülke mi söylem mi’ tercihinin akılı kuşattığı şu günler kendini kurucu ve kollayıcı irade yerine koyan geleneğin reflekslerinin, ‘kültürel genler’inin kodlarının okunması anlamında da gözlem imkanı sunuyor. Memleketin geleceği adına seslendirilen yüksek idealler söyleminin bir çırpıda terk edilmesi bir yana geleceğimizi kaosa atacak toplumsal krize davetiye çıkarılması ancak mistik bir histeri ile açıklanabilir.
“Bizim istemediğimiz bir şeyin Türkiye’de olması mümkün değil” beyanın arkasında yatan psikoloji tam da bu mistik histerinin dışa vurumu olsa gerek. Benzer biçimde bir zamanlar, “ gücümüz aldığımız oyla sınırlı değildir” diyen kendini ‘Cumhuriyet bekçisi’ sayan parti liderinin geçenlerde laik düzenin “hukuk ve halktan başka kurtarıcısının olmadığının anlaşıldığını” büyük bir hayal kırıklığı içinde açıklama durumuna gelmesi mistik histeriye dönüşen laikçi söylemlerin irrasyonel tezahürlerini açıklamada yardımcı olabilir.
Aslında hiç de sürpriz sayılmaması gereken, seçkinci çevrenin laiklikle kurdukları ‘dini bağlanma’yı hatırlatan dogmatizm ilişkisine akademisyenler başta olmak üzere siyasiler yeni bir boyut ekledi. Savundukları laiklik, bilimsel/cilik, akılcılık söylemlerini bir kenara bırakarak din adına konuşmaya başlamaları adeta bir ‘din’in başka bir dine müdahalesine dönüştü. En azından İslam’ın kabul etmedikleri kimi esaslarına dair fetva düzeyindeki açıklamaları kültürel düzeyde bile bu topraklardan ne kadar uzakta durduklarına birer işaret. Baykal’ın son çıkışı bu anlamda yeni değil ama hayli anlamlı. Bu zamana kadar açıktan reform kelimesi kullanmadan dini biçimlendirme girişimleri en azından pratik alanla sınırlı olarak tezahür ediyordu. Mesela, faiz yasağı, Veda Hutbesi’nden, hem de sağ muhafazakar hükümetlerce, Hz. Peygamberin faizle ilgili sözleri çıkarılarak aşılıyordu. Çünkü faiz yasağı küresel sermayenin çanına ot tıkayacak en temel ilke idi. Açıktan İslam’da faiz yoktur tartışmasına girmemeye çalışılıyordu.
Bu çerçevede iktidar partisinin zaman zaman dini alana giren söylemleri Baykal’ın başörtüsü fetvasından pek farklı değil. Laik bir ülkenin başbakanı olarak “faizin yeniden tanımlanması” talebini İslam ülkeleri toplantısında dile getirmesi ile Baykal’ın laik fetvası arasında bir fark yok. Baykal’ın İslam’ın başörtüsü hükmüne dair Ebu Hanife’den başlayıp Kur’an tefsirlerine kadar uzanan dini kaynaklardan laik bir fetva arayışına girmesi, yaptığı çıkarsamadan daha vahim. Sorunun temeli şurada, laik bir siyasetçinin dini hüküm vermesinin ne dini ne seküler anlayış kabul edebilir. Bu durum, laiklikle ilgisini adeta dini bir muhtevada anlamlandıran siyasetçide ortaya çıkıyorsa durum daha da katmerli hal alıyor.
Burada siyasilerden, yargı üyelerine kadar bürokratik elitin laiklik anlayışında ve alışkanlıklarında kendini gösteren; laikliğin sadece din-devlet işlerini ayrılması değil, devletin dini denetim altına alması, hatta dine format biçmesini kendinde hak görmesinin verdiği bir rahatlık söz konusu.
Bir Cumhuriyet geleneği olarak denetimci, kimin neye ne kadar inanacağına karar veren buyurgan yapının özet ifadesidir bu laik fetva.
Laik fetvanın tehdit olarak açılımı ise “bizim istemediğimiz bir şeyin Türkiye’de olması mümkün değil” vecizesidir.
Yeni Şafak, 7.2.2008
|