Bir tahliye ve bir tutuklama... İkisi de askeri mahkemeden...İki karar birbirine bu kadar yakın alınmasaydı karşılaştırma yapmak da aklımıza gelmezdi belki. Ama o kadar üst üste geldi ki, insan ister istemez aynı teraziye koyup tartıyor ve kimin girip kimin çıktığına baktıkça da şaşkınlığa düşüyor.
Kararları biliyorsunuz.
Biri Şemdinli Davası’nda verilen tahliye kararı.
Dosyanın askeri yargıya intikalinden sonra yapılan ilk duruşmada, daha önce sivil mahkemede 39 yıl ağır hapis cezasına çarptırılmış olan sanıkların tahliyesine ve tutuksuz yargılanmalarına karar verildi.
Diğer karar da yine Askeri Mahkeme tarafından dün DTP Genel Başkanı Nurettin Demirtaş hakkında verilen tutuklama kararı.
* * *
Hukukçu değiliz elbette, ama yıllardır okuya okuya, yaza yaza artık biz de biliyoruz mahkemelerin “tutukluluk halinin devamı” ya da “kaldırılması” kararlarının mantığını. O yüzden de anlamıyoruz:
Nasıl oluyor da, Güneydoğu’da resmen provokasyon yapan; yani kaos yaratarak Kürtleri devlete kırdırmak için bombalama eylemi düzenleyen; bu provokasyonda bir kişinin ölümüne sebep olan; olay yerinde halk tarafından suçüstü yakalanan; sivil mahkeme tarafından 39 yıl ağır hapis cezasına mahkum edilen sanıklar allem kallem edilip askeri mahkemeye yollanıyor ve askeri mahkemedeki birinci duruşmalarında serbest bırakılıyor da, buna karşılık, yurtdışından kendi isteğiyle dönen, böylece kaçma niyeti olmadığını bu davranışıyla ispat eden, sahte olduğu iddia edilen çürük raporu dosyaya girdiğine göre “delilleri karartması” ihtimali de söz konusu olmayan bir siyasi parti başkanı apar topar, bir doktor muayenesine bile gerek görülmeden tutuklanıyor.
Demirtaş’ın suçu tutuklu yargılanmayı gerektiren bir suçsa, Şemdinli Davası’nın sanıklarının haydi haydi tutuklu yargılanması gerekmez miydi?
Üç yıl hapis cezasıyla yargılanan bir kişinin mi kaçma ihtimali daha fazladır; 39 yıl hapis cezası yemiş bir kişinin kaçma ihtimali mi? Evet, yargılama usulünün girift yollarını, çıkmazlarını, açık kapılarını, kaçamaklarını iyi bilenlerin kamuoyunun gözleri önünde cereyan eden bu hukuk garabetine de bazı açıklamalar getirebileceğini biliyoruz. Her zaman bazı açıklamalar bulunabilir. Ve bu açıklamalarla o girift yollara vakıf olmayan bizlerin “ağzı kapatılabilir” Ama önemli olan lafta üste çıkmak değildir.
Önemli olan, bu açıklamaların kamuoyunu ikna edip etmediğidir.
Bu manzarayı izleyen insanların adalet kantarının topu hakkında neler düşündüğüdür. Art arda verilen bu iki kararı izleyen Kürt halkının bu ülkede adalete güven duyup duymayacağıdır önemli olan.
Bunu tahmin etmek için ise ne kamuoyu yoklamalarına ihtiyaç var; ne de kahin olmaya.
Şemdinli Davası’nı başından bu güne kadar dikkatle izleyen bölge insanının ne düşünmesini bekliyorsunuz? Suç üstünde yakalanan “iyi çocuklar”ı kurtarmak için gösterilen bütün o çabaları gördükçe; boyunlarında 39 yıllık mahkumiyet hükmüyle ellerini kollarını sallaya sallaya dışarı çıkmalarını seyrederken ne hissetmesini bekliyorsunuz Kürtlerin? Nasıl olup da kendilerini bir hukuk devletinin çatısı altında hissedecekler? Nasıl olacak da “eşit vatandaş” olduklarını düşünecekler? Nasıl olacak da devlete güvenecekler? Zaman zaman bazıları çıkıp “Kürt sorunu da neymiş; Türkiye’de böyle bir sorun mu var?” diyor.
İşte Kürt sorunu budur beyler. Bu davaları izleyen Kürt vatandaşlarımızın hissettikleri adaletsizlik, ayrımcılık, dışlanma ve güvensizlik duygusudur Kürt sorunu.
Bu duyguyu değiştiremezseniz terörü yenseniz de Kürt sorunu sürer gider. Siz “Kürt sorunu da neymiş; işte, cumhurbaşkanı bile oluyorlar” demeye devam ede durun, yara için için işler.
Bugün, 19 Aralık 2007
|