|
|
|
Misyonerlere planlı ‘münferit’ saldırılar! |
Her saldırı veya cinayet sonrası ortaya çıkan ilişkiler, abiler ve telefon kayıtları, işlenen suçun görünenden daha derin boyutlarının varlığına işaret ediyor. Kısacası resme dikkatli bakanların görmemesinin mümkün olmadığı, tanıdık gelen bir şeyler var. Kurbanın ve tetikçinin isimlerini ilk kez duysak da, bazen tetikçinin çektirdiği bir fotoğraf, bazen bir SİM kart, yaşananların “münferit bir olay” olmadığını gösteriyor.
Gösteriyor; ama görenlerin çoğu “eden bulmaz, diyen bulur” sözünün bu ülkede boşuna söylenmediğini bildiğinden, “bela”yla karşılaşmamak için susuyor. Ama neyse ki, bu ülkede adaleti korkularına kurban etmeyen insanlar da var ve çok şükür konuşuyorlar. Belki de bütün yaşananlar, herkesin neler olup bittiğini anladığı, ancak “kitabın ortasından” konuşamadığı garip bir pandomim olarak özetlenebilir. Ama sonuçta doğrudan veya dolaylı ifadelerle, tetiği çektirenin siması şekillenebiliyor. İşte asıl sorun da burada ortaya çıkıyor; çünkü ülkedeki filli durum ve güçler dengesi, ipin ucu nereye giderse oraya kadar izlemeye izin vermiyor. Adalet arayanların yüzünü çevirdiği hükümetin sorumluluğu da burada belirginleşiyor. Bu ülkede insanlar, din ve vicdan özgürlüğü haklarını kullandıkları için derin ve karanlık bazı odaklar tarafından hedef haline getiriliyor ve öldürülüyorlar.
Hükümet olayları ciddiye almalı
Hükümetin bu konuda cesaretle sorunun üstüne gitmesi ve göreceklerinden korkmasına rağmen perdeyi kaldırmaya girişmesi hayatî bir önem taşıyor. Çünkü öncelikle, insan hayatı söz konusu ve başka hiçbir gerekçe olmasaydı bile, yaşama hakkı siyasî iktidardan bu konuda kararlı bir duruş beklememiz için yeterli olacaktı. Başka bir ifadeyle, aşağıdaki gerekçelerin hiçbiri geçerli olmasaydı bile, sonuçlarından bağımsız olarak bunun bir hak olarak görülüp korunması gerekirdi ve gerekmektedir.
İkinci olarak, din ve vidan özgürlüğü hakkı söz konusudur. Misyonerlik de bu hakkın kapsamındadır ve hem evrensel hukuka göre hem de pozitif hukuka göre bir hakkın kullanımı söz konusudur. Misyonerlere veya misyonerlik yapmayan Hıristiyan din adamlarına yönelik ulusalcı propagandalar, onların bu haklarını kullanmalarını fiilen engellemek için gerekçe olamaz. “İncil’in arasına koyulan dolarlar”a veya “insanların zayıflıklarını sömürme”ye ilişkin haberler doğru olsa bile—ki bu haberlerin değeri “başını para için örten genç kız” haberlerinin değeri kadardır—bu ancak ahlakî bir eleştiriyi haklı kılabilir; bir yasağı veya bugün yaşananları değil.
Üçüncü olarak, özgürlükler rejimi bir bütündür ve onu bir bütün olarak almak veya almamak söz konusudur. Bu anlamda, Müslüman’ın, Hıristiyan’ın, Alevi’nin ve Sünni’nin haklarının tanındığı bir hukukî ve siyasî çerçevenin tesisi, ancak bütün inanç grupları için hakların tanınmasıyla mümkün olabilir. Bu bağlamda, ilk bakışta ilgisizmiş gibi görünse de, bu ülkede kendilerine yönelik baskıdan haklı olarak şikayet eden Müslümanların, özgürlük istiyorlarsa Hıristiyanlarınkini de savunmaları hem ahlakî hem de siyasî bakımdan zorunludur. Bunun tersi de aynı ölçüde doğrudur. (Orhan Kemal Cengiz, bunu “kelebek etkisi”yle açıklamaktadır. Bir kelebeğin kanadını çırpmasının çok uzak bir yerde fırtına oluşturması gibi, özgürlükçü veya yasakçı bir adım da çok ilgisiz görünen bir başka alanda, olumlu veya olumsuz sonuçlarıyla kendisini hissettirmektedir).
Dördüncü olarak, Hıristiyanlara yönelik saldırıların bir İslam ülkesinde gerçekleştiriliyor olmasının dünyada nasıl algılandığını tahmin etmek güç değil. Dışarıdan bakıldığında Türkiye’de “Müslüman demokrat” bir hükümet var ve ülkede Hıristiyanlar öldürülüyor. Türkiye hakkında yüzeysel bilgisi olan bir kişinin kolaylıkla yanlış sonuca varmasını mümkün kılan bir durum bu. Her saldırı ve cinayet haberi, Bush ve avenesinin elini güçlendiriyor, Batılı devletlerin İslam ülkeleri üzerindeki savaş ve işgallerine, dolayısıyla doğal kaynaklarına da el koyulması için uydurdukları bahanelere güç kazandırıyor, “hoşgörüsüz Müslüman” imajına katkıda bulunuyor, Avrupa’daki işçilere veya göçmenlere yönelik ırkçı saldırılara malzeme oluşturuyor. Türkiye’den gelen her saldırı haberi, Avrupa’da yaşayan Müslümanlara yönelik ayrımcılık, şiddet veya onların hayatını zorlaştıran yasal düzenlemeler anlamına geliyor; Sarkozy kılıklı liderler için iktidara giden yolu kısaltıyor. Dolayısıyla Türkiye’de Hıristiyanlara yönelik saldırıların, dünya barışını tehdit eden bu tür küresel güçleri ve liderleri sevindirmesi bile mümkün. Çünkü onlar açısından Kur’an veya İncil, Trabzon’da veya İzmir’de yaşayan bir rahibin hayatı değil, hizmet ettikleri ekonomik ve siyasî çıkarlar önemlidir.
Bu saldırıları gerçekleştiren odakların hükümetle hiçbir ilişkisinin olmaması, hatta bu saldırılarda hedeflerden birinin de kendisi olması onun sorumluluğunu ortadan kaldırmıyor. Çünkü hükümet, sonuç olarak insan hayatını koruma konusunda aciz kalıyor; masum insanlar katlediliyor ve bunun sonu da gelmiyor.
Bu cinayetleri işleyen veya işletenler kim olursa olsun, vatandaşlar olarak bizim muhatabımız hükümettir. Bu saldırılar sürerken, eğer tetiği çektirenlerin üzerine gitme cesaretini gösteremezse, bu karanlık ve kirli ilişkileri ortaya çıkarıp tasfiye edemezse, açıktır ki cinayetlerin devam etmesi durumunda ahlakî ve siyasî anlamda sorumluluk da kendisine ait olacaktır. Tarih, sorunla yüzleşmekten kaçan, 6-7 Eylül ve Susurluk gibi olayların üstüne kararlılıkla gidemeyen hükümetlerin mezarlarıyla doludur. Şemdinli olayı da bu hükümetin “kabristana ibret nazarıyla bakmadığının” delili olarak karşımızda durmaktadır.
Oysa belki de “bürokratik oligarşi”ye karşı verilen tarihî mücadeleyi kazanmanın, Türkiye’yi az gelişmiş ülke demokrasisine mahkum eden hukuk dışı unsurlarla mücadele edebilmenin anahtarı burada olabilir. Bunun için sorunu muhayyel bir geleceğe ertelemeden, bu olayları planlayan odakların bir sonraki adıma geçmesi için zaman kredisi açmadan, bir sonraki cinayette tetikçi-abi ilişkisini kolay deşifre edilecek gibi değil daha profesyonel bir biçimde kurarak “kendilerini geliştirmeleri” için onlara fırsat vermeden harekete geçmek gerek. Bir kez cesaret göstermek, “aman efendim, öyle olursa böyle olur” diyen “devlet tecrübesi”ne sahip bazı siyasetçilerin telkinlerine bir kez olsun kulak vermeden ipin ucunu sonuna kadar izleyebilmek, hem hükümet için hem de Türkiye’de gerçekten demokratik bir hukuk devletinin varlığını görmek isteyenler için bir milat olabilir. Ama doğrusu benim pek umudum yok!
Zaman, 19 Aralık 2007
|
Bekir Berat Özipek
20.12.2007
|
|
|
Bir tahliye bir tutuklama |
Bir tahliye ve bir tutuklama... İkisi de askeri mahkemeden...İki karar birbirine bu kadar yakın alınmasaydı karşılaştırma yapmak da aklımıza gelmezdi belki. Ama o kadar üst üste geldi ki, insan ister istemez aynı teraziye koyup tartıyor ve kimin girip kimin çıktığına baktıkça da şaşkınlığa düşüyor.
Kararları biliyorsunuz.
Biri Şemdinli Davası’nda verilen tahliye kararı.
Dosyanın askeri yargıya intikalinden sonra yapılan ilk duruşmada, daha önce sivil mahkemede 39 yıl ağır hapis cezasına çarptırılmış olan sanıkların tahliyesine ve tutuksuz yargılanmalarına karar verildi.
Diğer karar da yine Askeri Mahkeme tarafından dün DTP Genel Başkanı Nurettin Demirtaş hakkında verilen tutuklama kararı.
* * *
Hukukçu değiliz elbette, ama yıllardır okuya okuya, yaza yaza artık biz de biliyoruz mahkemelerin “tutukluluk halinin devamı” ya da “kaldırılması” kararlarının mantığını. O yüzden de anlamıyoruz:
Nasıl oluyor da, Güneydoğu’da resmen provokasyon yapan; yani kaos yaratarak Kürtleri devlete kırdırmak için bombalama eylemi düzenleyen; bu provokasyonda bir kişinin ölümüne sebep olan; olay yerinde halk tarafından suçüstü yakalanan; sivil mahkeme tarafından 39 yıl ağır hapis cezasına mahkum edilen sanıklar allem kallem edilip askeri mahkemeye yollanıyor ve askeri mahkemedeki birinci duruşmalarında serbest bırakılıyor da, buna karşılık, yurtdışından kendi isteğiyle dönen, böylece kaçma niyeti olmadığını bu davranışıyla ispat eden, sahte olduğu iddia edilen çürük raporu dosyaya girdiğine göre “delilleri karartması” ihtimali de söz konusu olmayan bir siyasi parti başkanı apar topar, bir doktor muayenesine bile gerek görülmeden tutuklanıyor.
Demirtaş’ın suçu tutuklu yargılanmayı gerektiren bir suçsa, Şemdinli Davası’nın sanıklarının haydi haydi tutuklu yargılanması gerekmez miydi?
Üç yıl hapis cezasıyla yargılanan bir kişinin mi kaçma ihtimali daha fazladır; 39 yıl hapis cezası yemiş bir kişinin kaçma ihtimali mi? Evet, yargılama usulünün girift yollarını, çıkmazlarını, açık kapılarını, kaçamaklarını iyi bilenlerin kamuoyunun gözleri önünde cereyan eden bu hukuk garabetine de bazı açıklamalar getirebileceğini biliyoruz. Her zaman bazı açıklamalar bulunabilir. Ve bu açıklamalarla o girift yollara vakıf olmayan bizlerin “ağzı kapatılabilir” Ama önemli olan lafta üste çıkmak değildir.
Önemli olan, bu açıklamaların kamuoyunu ikna edip etmediğidir.
Bu manzarayı izleyen insanların adalet kantarının topu hakkında neler düşündüğüdür. Art arda verilen bu iki kararı izleyen Kürt halkının bu ülkede adalete güven duyup duymayacağıdır önemli olan.
Bunu tahmin etmek için ise ne kamuoyu yoklamalarına ihtiyaç var; ne de kahin olmaya.
Şemdinli Davası’nı başından bu güne kadar dikkatle izleyen bölge insanının ne düşünmesini bekliyorsunuz? Suç üstünde yakalanan “iyi çocuklar”ı kurtarmak için gösterilen bütün o çabaları gördükçe; boyunlarında 39 yıllık mahkumiyet hükmüyle ellerini kollarını sallaya sallaya dışarı çıkmalarını seyrederken ne hissetmesini bekliyorsunuz Kürtlerin? Nasıl olup da kendilerini bir hukuk devletinin çatısı altında hissedecekler? Nasıl olacak da “eşit vatandaş” olduklarını düşünecekler? Nasıl olacak da devlete güvenecekler? Zaman zaman bazıları çıkıp “Kürt sorunu da neymiş; Türkiye’de böyle bir sorun mu var?” diyor.
İşte Kürt sorunu budur beyler. Bu davaları izleyen Kürt vatandaşlarımızın hissettikleri adaletsizlik, ayrımcılık, dışlanma ve güvensizlik duygusudur Kürt sorunu.
Bu duyguyu değiştiremezseniz terörü yenseniz de Kürt sorunu sürer gider. Siz “Kürt sorunu da neymiş; işte, cumhurbaşkanı bile oluyorlar” demeye devam ede durun, yara için için işler.
Bugün, 19 Aralık 2007
|
Gülay Göktürk
20.12.2007
|
|
|
BBG evinde kaç PKK’lı öldü? |
TSK’nın Kandil dağlarına yönelik operasyonu ne derece baskın etkisi yarattı bunu henüz bilmiyoruz. PKK türü organizasyonlar, derilerinin bir bölümünü atarak kendini yeniden çevreye adapte eden canlılar gibi esnek bir özellik gösterirler. Çünkü genel olarak bu gibi örgütlerin yerleşik kurumsal yapılar anlamında bir ‘merkez’leri bulunmaz. Gelecek ani tehditlere karşı davranış kolaylığı sağlayacak bir yapılanma amaçlanır ve çoğu zaman da yönetim kademesinin iç bölünmeleri farklı mekân kullanımlarına neden olur. Bu organizasyon özelliklerini Orta Doğu’daki şiddete yönelik grupların birçoğunda görmek mümkün... Dolayısıyla iki gün önceki operasyonda PKK’nın nasıl bir insani ve lojistik kayba uğradığını belirlemek kolay değil.
Ancak olayın bir de psikolojik boyutu var ki o noktada PKK’nın sadece bir hamle yitirmekle kalmadığını, bir gerileme sürecinin içine girdiğini görmek gerekiyor. Buradaki temel faktör ise TSK’nın bazı gazetelerce abartılan operasyon yeteneği değil... Çünkü PKK kamplarını bir BBG evi gibi gözetlediklerini, harekâtı canlı izlediklerini söyleyen Genelkurmay Başkanı’nın örneğin kaç PKK’lının öldüğüne ilişkin bir açıklama da yapması beklenirdi.
Öte yandan PKK tarafının açıklamalarına bakılırsa sadece beş kişi zayiat verilmiş. Bu durum nerenin bombalandığına, bu bombalanmadan nasıl bir sonuç alındığına ilişkin olarak çok da açık bir resimle karşı karşıya olmadığımızı ima ediyor. Çünkü böylesi bir operasyonun mantıken çok daha fazla ölümle sonuçlanması beklenirdi. Diğer bir deyişle soru, bombardımanın zayiat verme amacından ziyade psikolojik bir ilk adım olarak yapıldığıdır. Hele ateş altında olan köylerde bir sivilin öldüğü, dört kişinin de yaralandığı düşünülürse, operasyonun sınırları daha da berrak bir biçimde çizilebilir. Bu siviller ya bombardıman sahasının kenarında yer aldıkları için yanlışlıkla vurulmuşlardır, ya da bombardıman sahasının içindedirler ve operasyonun gücü bu kadardır. Tabii bir diğer ihtimal de bu bölgenin zaten
insansızlaştırılmış olduğu, dolayısıyla zayiatın düşüklüğünün normal sayılması gerektiğidir.
Sonuç olarak işin askeri yönünün hiç de abartılacak bir tarafının olmadığını tahmin etmek zor değil. Ancak kritik mesele zaten işin psikolojik yönü ve bu yön TSK ile değil, doğrudan ABD ile ilgili. Çünkü bu operasyon ABD’nin değişmiş olan tavrının bir kanıtıdır. İstihbarat desteğinin olmadığını ya da varsa bile önemsiz olduğunu tahmin etmek zor değil. Asıl önemlisi muhakkak ki hava sahasının açılması ve ABD’nin Türkiye’ye sınırlı bir operasyon imkânı tanımasıdır. Bu noktada aynı ABD’nin söz konusu bilgiyi önceden PKK’ya sızdırmış olup olamayacağını tartışanlar da kuşkusuz çıkacaktır. Nitekim zayiatın azlığı da bu tür kuşkulara destek verecek nitelikte görülebilir. Ama eğer böyle bir ihtimal varsa bile, ABD bu bölgeyi şiddetten arındırma konusunda adım adım her iki tarafı birbirine yaklaştırıyor demektir. Çünkü bu operasyon sınırlı askeri sonuçları, ancak geniş psikolojik anlamları içinde değerlendirildiğinde iki mesaj veriyor: Birincisi Kuzey Irak’ta konuşlanmış bir şiddet siyasetine izin verilmeyeceği; ikincisi ise, şiddet siyasetinden vazgeçtiği takdirde PKK’nın ‘normalleşmesi’ve ‘legalleşmesi’ sürecinin başlayabileceği.
Daha geçenlerde karşı çıkılan bu ‘legalleşmeye’, ABD bağlantılı her adımda zımnen destek verileceğini şimdiden idrak etmekte yarar var. Strateji meraklılarının diliyle, bu işten ABD’nin ‘kazancının’ ne olduğunu anlamaya çalışanlar, Türkiye’yi bekleyen gündemi de öngörebilirler. Türkiye önümüzdeki dönemde insan hakları taleplerinin daha da netleştiği ve Kürt kimliğinin ‘saygınlığının’ talep edildiği bir tartışma ortamına girecek. Bu ortamda ‘pişmanlık’ kelimesi üzerinden meseleyi yönetmek mümkün olmayacak. Bu nedenle de Kandil dağlarına baskı yoluyla insanları ovaya inmeye teşvik ederken, ovadaki insanın taleplerini duymazdan gelen bir tavır, Türkiye’nin kendi dışındaki şiddeti içine almasını ifade edebilir. Sonuçta hem ABD’den istenen destek alınmış, hem PKK temizlenerek Kuzey Irak idaresi rahatlatılmış olur... Ama sorun bu ülkenin bağrında aynı vahametle devam eder.
Bu kıskaca yakalanmamak için demokrasinin sınırlarını şimdiden evrensel standartlara getirmek gerekir. Medyanın ise, operasyonun şehvetiyle baş sayfa yapmaktansa, düşünmeyi öğrenmesine, düzeysiz kibrini sergilemenin ötesine geçmesine ihtiyaç var...
Taraf, 19 Aralık 2007
|
Etyen Mahçupyan
20.12.2007
|
|
|
Oy ne için var? |
Seçimden seçime sandık başına gidiyor ve ülkeyi belirli süre için yönetecek bir iktidarı seçiyoruz.
İşbaşına gelen iktidarlar Anayasa’nın çizdiği sınırlar içinde kalmak koşuluyla halka söz verdikleri icraatları yapıyorlar.
Başarılı olanlar kalıyor, başarısızlar silinip gidiyor.
Şimdi 12 Eylül ve 28 Şubat demokrasi dışı müdahaleleriyle getirilmiş kurallar var bu ülkede.
Demokratik yollarla işbaşına gelmiş bir iktidarın bu döneme ait kuralları değiştirmek istemesinde acayip bir durum olduğunu sanmıyorum.
Bugün Türkiye türban meselesine kilitlenmiş durumda.
Üniversitede türban yasağı uygulaması ile binlerce kızın eğitim hakkı elinden alınıyor.
Açsın demekle çözülecek bir sorun olarak bakamayız, çünkü o zaman başkalarının da size kapatsın deme hakkı doğar.
Başkasında olmasını istemediğimiz bir yetkiyi kendimize hak göreceksek, yine ortada acayip bir durum var demektir.
Bence kimse kimsenin giyim kuşamına karışmasın, kimse de ülkesini terk etmesin.
Asgari müştereklerde anlaşıp barış içinde bir arada yaşayalım.
Sabah, 19 Aralık 2007
|
Ergün Babahan
20.12.2007
|
|
|
Çıkmaz sokakta umut ışığı |
Devlet için Güneydoğu’da her şey tehlikeli. Din çok tehlikeli, Kürtlük çok tehlikeli, Barzani çok tehlikeli, PKK çok tehlikeli, DTP zaten terörün legalleşmiş hali. O bölgenin tercih ettiği, edeceği, etme potansiyeli olan her şey çok tehlikeli.
Güneydoğu’nun, Kürtlerin ve o bölgede yaşayan herkesin yapacağı tek şey var; o da dinle alakalarını kesmek, ‘ne mutlu Türk’üm’ demek, Atatürk milliyetçiliğinde birleşip Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’ndan Mozart’ı dinlemek. Başka çareleri yok, bir B planları yok. Çünkü, bunun haricinde kalan her şey tehlikeli ve kırmızı çizgilere aykırı.
Devlet için Güneydoğu böyle tanımlanırken bir kısım medya ise bambaşka bakış açıları getiriyor olaya. Okurken dehşete düşmemek mümkün değil. Milliyet Gazetesi’nin Güneydoğu yazı dizisi bir yandan dindarları ihbar ederken, bir yandan Kürt ayrılıkçıların İslamcılara nasıl da yenildiğini dramatik bir şekilde anlatıyor. Medyamız kendi dilince Güneydoğu’daki bir başka tehlikeyi gözler önüne seriyor(!) Aklınca ihbar ediyor. Güneydoğu’da İslamî dalga yükseliş halindeymiş. Bu, büyük bir keşif. Hani bölgeye binlerce yıldır giremeyen(!), bölgede asırlardır bir türlü yükselemeyen(!) İslam, AKP hükümeti döneminde yükselişe geçmiş. Legal ve illegal yollarla hareket eden İslamî gruplar, Kürt siyasetinde büyük bir moral çöküşün yaşanmasına sebep olmuşlar ve Kürt siyasetinin çelik gövdesinin dağılma ihtimalini (buna tehlikesi demek istiyor) düşünüyorlarmış ilk kez. ‘Kürdistan olmadı olmayacak’ cümlesinin ardından bir moral çöküntüsü içindelermiş. Bunun en büyük sebebi İslam’ın Kürt siyasetini egemenliği altına almasıymış. PKK’nın bağımsızlıktan anayasal vatandaşlık talebine doğru geri adım atmasının yarattığı moral dağınıklığı İslamî örgütlenmelere siyasî alan açmış.
İnanılır gibi değil. Devlete yakın durmakla övünen Milliyet Gazetesi’nde bunlar yazıyor. Terörün bitmesinden, ayrılıkçıların pes etmesinden rahatsızlık duyan, bölgenin artık şiddetten ve terörden uzak durmak istemesinden gocunanlar var bu ülkede. Devletin B planı olmayan dayatmaları ile ayrılıkçılar arasında kalan bölge halkına gerçekten el uzatan, yardım eden, husumeti gideren insanlar tuhaf bir şekilde ötekileştiriliyor.
Kimse Yok mu Derneği, 60 bin aileye kurban eti dağıtmak için bütün hazırlıklarını bitirmiş durumda. Bayramın gerçek ruhuna uygun olarak yoksula, ihtiyaç sahiplerine, mazlumlara ulaştırılmak için binlerce kurban Güneydoğu’ya gönderildi. İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa gibi büyük şehirlerden iş sahibi binlerce işadamı Güneydoğu’ya gidip bayramlaşacak ve bizzat kurban eti dağıtacak. ‘Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir’ sözündeki emri yerine getirecek. Bilmiyorum kimsenin umurunda mı; ama hâlâ o bölgeden çocuklarımızın cenazeleri geliyor. İnsanlar dindar olacaklarına orada PKK bağımsızlık istesin daha mı iyi? Terör sürekli devam etsin, çatışma yüreklerimize kadar kazınsın mı? Orada dindarlar taş üstüne taş koyacağına her yer harap mı olsun? Güneydoğu iki kesimin canını acıtıyor. Bir şehit yakınlarının, iki komşusu aç iken tok yatmak istemeyenlerin. Diğerleri bu işin rantını yiyor, keyfini sürüyor, teorisini yapıyor.
Zaman, 19 Aralık 2007
|
Mehmet Kamış
20.12.2007
|
|
|
|
Son Dakika Haberleri
|
|
|
|
|