Yeni ve “sivil” bir anayasa için çalışmalar ve gündem büyük oranda hız kesmiş durumda. Belki referandumun bir anayasadan beklenebilecek en önemli sorunlardan birini çözmüş olduğu içindir.
Ama geçen haftaki referandumun da zaten gündemde hak ettiği yeri bulmadığını hatırlayalım. Aksine referandum terör, Irak’a askeri operasyon ve şehit cenazelerinin gölgesinde tamamlandı. Cumhuriyet tarihinin belki de en önemli anayasa değişimi bu yüzden hak ettiği tartışma veya heyecanı yaratmadı. Yetmiyormuş gibi hızla başlanmış olan sivil anayasa çalışma ve tartışmaları da yine terörün yol açtığı gündemle hız kesiyor, belki de aksıyor.
Belki bugünkünden birçok bakımdan daha iyi bir anayasamız olsaydı, örneğin, devlet, vatandaşlık, kimlik ve haklar konusunu daha iyi formüle eden bir anayasamız olsaydı, bugün uğraşmakta olduğumuz sorun ya olmazdı veya olsaydı bile bunun adına Kürt sorunu demek zorunda kalmazdık. Yani birçok bakımdan sorunlu olan anayasamızın tashihi, yine kendisinin yol açtığı bu sorunlar tarafından sekteye uğratılıyor.
Türkiye giderek artan siyasal katılım kanalları ve demokratikleşme dolayısıyla bütün iyi niyetiyle bütün sorunlarının çözümüne doğru bir niyet taşıdığı halde, bu çalışmaların bu şekilde aksıyor olması gerçekten çok yazık oluyor. Oysa Türkiye bütün toplumsal kesimleriyle yeni anayasa tartışmalarının harekete geçirdiği kabuğunu kırma, tartışmaya dahil olma arzusunu devam ettiriyor. Kuzey Irak ve terör olaylarına karşı sergilenen tutumlar bu süreci aksatmaya ve kendini tek gündem maddesi olarak dayatmaya ne kadar zorlasa da artık şişesinden çıkmış yeni anayasa fikri Türkiye’nin üzerinde dolaşmaktan hiçbir zaman geri durmayacak. Çünkü yeni anayasa tartışmasına katılma biçimleri bir siyasal katılım tecrübesi olarak Türkiye’de büyük bir heyecan yaratmıştır. Halk, tarihinde ilk defa yönetim sürecine, toplumsal sözleşme sürecine katılmayı bu kadar yakın bir ihtimal olarak görmüştür.
Pazar günü (dün) Memur-Sen Akademisinin düzenlediği Sivil Toplum-Sivil Anayasa başlıklı seminerde akşama kadar bütün gün bu konu tartışıldı. Hak-İş Başkanı Salim Uslu’nun İşçi sendikalarının siyasal sistemdeki işlevlerini anlattığı ufuk açıcı konuşmasının ardından Marmara Ü. Hukuk Fakültesinden Doç. Dr. Mustafa Şentop’un bir saatlik konuşması yeni Anayasa tartışmaları için değerlendirilmesi mutlaka gereken, hatta referans oluşturabilecek değerde tespitlerle doluydu.
Hatırlarsanız, yeni anayasa tartışmalarının ilk dalgası sert bir biçimde sarp resmi ideoloji ve Kemalizm kayalarına çarpmıştı. Oysa Kemalizm Şentop’un hatırlattığı gibi, zaten anayasada değiştirilemeyen ilkeler arasında hiçbir zaman yer almaz. Kemalizm’i anayasaya yerleştirme yönündeki ilk çabalar 1937 yılında CHP’nin altı oku olarak bir kanun teklifiyle gerçekleşmiştir. İlginçtir, bu teşebbüs bile yine Avrupa’daki gelişmeleri model alarak yani devlet ile partiyi birleştirme yönünde Avrupa’da o yıllarda hüküm süren faşizan eğilime uymak üzere gerçekleşmiştir. İşin ilginç yanı Kemalizm’in bu altı okunun Anayasadan çıkarılmasının da yine bizzat İsmet İnönü’nün 1950 seçimlerindeki en önemli seçim vaatleri arasında olmasıdır. Yani dokunulamayan ideolojiye onu koyanlar tarafından yeri geldiğinde pekala çok kolay dokunulabilmiştir. (...)
Değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen, bugünkü bir hayli geniş içerik ve vurgu 27 Mayıs darbesiyle anayasaya girmiştir. 1982 Anayasası ise bu ideolojik içeriğe iyice “dokunulmazlık” özelliği kazandırmıştır. (...)
Şentop’un değindiği bir konu da, 1961 anayasasının genellikle daha özgürlükçü olduğu idiasının tam bir mitolojik ezber olduğuydu. Bazı bireysel alanlarda özgürlükler tanıdığı doğru olsa da konsepti itibariyle Türkiye’de devletin sivil topluma karşı kurumsal düzeyde tahkim edilmesi esasına dayanır. 1961 anayasası açıkça devleti milletten ayıran ve devleti halka karşı, sivil topluma karşı, millete karşı konumlandıran bir zihniyete dayanır.
Gerçekten de devlet ihtilal ile ele geçirilmiş bir aygıt olarak düşünüldüğünden, devlet güvenliği de aynı yolla başkalarının eline geçirilmemesini sağlamaya dayanır. Güvenlikçi bir söylemin diline pelesenk olmuş olan “devleti ele geçirme” deyimi, tam da devletin millete mal olmamış tasavvurunun bir yansımasıdır. Devlet birilerinin elinde, birilerinin sızarak, entrikalarla ve tabii ki sonuçta ihtilal ile ele geçirmiş oldukları bir mevki olarak hatırlandığından korunması da aynı yolun tıkandığı bir “savunma refleksi”nin ötesine geçemiyor.
Yeni Şafak, 29.10.2007
|