Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 30 Ekim 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Cumhuriyet ne işe yarar?

Bu haftayı, iki gün dışında Londra’da geçirdim...

Kişi başına gelir ne kadar biliyor musunuz?

32 bin dolar.

İngiltere, vatandaşlarının yaşam kalitesi açısından dünyada ilk ona giriyor.

Zengin ve özgürler.

Bu insanını mutlu kılan ülkede rejim ne?

Cumhuriyet değil...

Krallık.

Resmi adıyla söylersek ‘Büyük Britanya Birleşik Krallığı’...

***

İngiltere’den az bir süre önce de Suriye’deydim.

Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği Türkiye sözcüsü Metin Çorabatır’ın davetiyle, oradaki iki milyon civarındaki Iraklı göçmenin durumunu görmeye gitmiştik.

Kişi başına gelir...

Vatandaşın özgürlüğü...

Zenginlik...

Bu açılardan Suriye vatandaşının yaşam kalitesi yüzüncü sıralarda sürünüyor.

Ama rejim cumhuriyet.

***

Cumhuriyet ama...

İktidar babadan oğula geçmiş.

Hafız Esad öldüğünde şimdiki devlet başkanı Beşir Esad 34 yaşındaymış... Anayasa ise kırk yaşından önce cumhurbaşkanı olmayı engelliyormuş.

Bir gün içinde anayasayı değiştirip Beşir Esad’ı cumhurbaşkanı yapmışlar.

Nasıl oluyor?

Çünkü Suriye otoriter bir cumhuriyet.

Tek parti zihniyeti ile örülmüş, askerin ve istihbaratın egemenliğinde bir ülke.

Uçan kuştan haberi olduğu söylenen Suriye’nin güçlü istihbarat örgütünün adı El Muhaberat.

Şehir efsanesine göre Suriye’de nüfusun yüzde sekseni El Muhaberat... Yüzde yirmisi de iş başvurusunda bulunmuş, beklemekte.

***

Cumhuriyet pratik olarak hanedan’ın elinden iktidarı alıyor?

Ama almasından ziyade iktidarı kime devrettiği önemli?

Örneğin, Suriye’de resmen İngiltere’deki gibi hanedan yok... Ama egemenlik babadan oğula geçmekte.

İngiltere’de ise egemenliğin sahibi doğrudan halk.

Neden?

Çünkü İngiltere, çoğulculuğun, çok sesliliğin, insanı sistemin odağına koyan temel hak ve özgürlüklerin esas alındığı çok köklü bir demokrasi. Suriye’de ise Esad ailesi, ordu, polis, istihbarat iktidarda. Halkın ezberini ise otoriter cumhuriyet şekillendiriyor.

***

Türkiye’de cumhuriyet, Osmanlı Hanedanı’nın iktidarını yıkıyor ama egemenliği halka devretmiyor. Otoriter bir cumhuriyet rejimi kuruluyor. İktidar, Milli Şef’e geçiyor... Umdelerinde ‘demokrasi’ yani halk egemenliği bulunmayan Altı Ok’çu Cumhuriyet Halk Partisi’ne geçiyor.

İngiliz demokrasisine çok uzak, Suriye rejimine çok yakın bir noktada seyrediyoruz.

***

Onun için...

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının yaşam kalitesi bir türlü düzelemiyor.

Yaşam kalitesi sıralamasında dünyada 92. basamaktayız.

İngiltere ise ilk onda.

85 yıllık cumhuriyet, demokrasiye hep şaşı baktı.

Halk egemenliğini hiç sevmedi.

Yöneteni kutsadı, yönetileni adam yerine koymadı.

Durum ortada...

2008 yılında yüzüncü yılını kutlayacağımız İkinci Meşrutiyet’in hemen ardından durum nasılsa, yüz yıl sonra da pek farklı değil.

Sorunlar tıpatıp aynı... Laiklik, Kürt sorunu vs... Cumhuriyet, demokrasiyle taçlanmayınca, sorun da çözemiyor.

***

Yorgun ve başarısız Birinci Cumhuriyet’in yaralarını sarmak, zaaflarını onarmak, halkın zenginleşmesini ve özgürleşmesini sağlamak için çare ne?

Halkı egemenliği... Temel hak ve özgürlükler... Evrensel hukuk... Bireyin mutluluğunu oluşturacak zenginlik ve özgürlük çıtasının yükseltilmesi.

Bunu ne yapar?

AB tam üyeliği.

***

Yüzde 47 oy ile iktidara gelen AK Parti iktidarı sözlerin tutar ve AB istikametinde bir sivil anayasa ile halk egemenliğine dayalı güç dengesinin çatısını kurar... Öte yandan da AB reformları için gaza basarsa...

Cumhuriyetin önümüzdeki yılları hiç şüphesiz daha parlak, halk da çok daha mutlu olabilir.

Ama AK Parti şimdilik bu noktadan çok uzakta durmakta.

***

Cumhuriyet’in zindeliği silaha değil, evrensel hukuka, demokrasiye, bireyin özgürlüğünü ve zenginliğini esas alan zihniyete bağlı.

Cumhuriyet olmadığı halde bu gerçekleri anlayan İngiltere yaşam kalitesi açısından ilk onda.

AB üyesi olan Yunanistan 24. sırada...

Biz ise 92. sıradayız.

Seksen beş yıllık cumhuriyet için pek de övünülecek bir durum değil.

Ama üzülmeyin...

Bizim cumhuriyet ‘insanı ve demokrasiyi’ keşfettiğinde bizim yaşam kalitemiz de yükselecek.

Bir gün, mutlaka...

Star, 29.10.2007

Mehmet ALTAN

30.10.2007


 

Cumhuriyet Bayramından neden korkulur?

İçinde bulunduğumuz ahval ve şerait, bu Cumhuriyet Bayramının ekstra bir hassasiyetle kutlanacağını düşündürüyor.

Bu da ürkütüyor, gayet kişisel bir sebepten: Trafikte ne halt edeceğiz?

Aralardaki kırmaları saymazsak, normal/formal şartlarda cumaları izin, cumartesileri işgünüm. Yazılar ne ki, bunu bile yapıyorum AKP’ye yalakalık için!

Bir evvelki cumartesi de işe gitmek üzere evden çıktım, arabasızım, o iri sarı dolmuşlardan geldi, camında ‘Şişli’ yazıyor, Levent sapağında inip taksiye bindim mi tamamdır.

5 YTL’ye, hatta T-box usulü sembolik kuruş iadesiyle, tıkanıkça köprüden karşıya geçtik ki, E-5 tabir ettiğimiz yol hiç gitmiyor.

Şoför dedi ki “Yıldız’da bıraksam olur mu?” Dedim “Olur.” Yıldız’dan taksiye bindim, “Bağcılar, Milliyet, Kanal D, CNN Türk, Dünya Gazetesi hani mavi bina...” diye sıralarken telefonum gıdıklandı: “İkinci köprüden gel, Bayrampaşa yolu kapalı.”

Madem öyle TEM’den gidelim dedik. Halk arasında Trans European Motorway tabir edilen E6.

Fakat bir girdik, ötekinden beter. Yarım saatte tek sapak ilerledikten sonra şoför dedi ki, biz gene E5’e dönelim, bilmem nereden görünüyor orası, çok fenaysa sahile vurur rahat rahat gideriz. İnisiyatif kullanabilen taksi şoförü olsun, taksimetrenin iki katını alsın...

Miniaturk, uykulukçu Sadrazam falancalar, aslında hoş bir turistik gezi olarak da bakılabilir, ama bir süre sonra korkutmaya başladı. Kar ve yoğun yağmurda olmuştur, ama açık havada böyle bir kilit tecrübesi hatırlamıyorum.

Begüm işten arayıp “Dönebildiğin yerden dön” dedi, “Hemen dön, çünkü gelinmiyor.” Kolaydı!

Birkaç telefondan anlaşıldı ki ‘o gün’ gelmiş: Hayatın durduğu, şehrin iflas ettiği o fantastik gün.

Niye? Çünkü ‘o gün’müş de aynı zamanda:

29 Ekim provası yapılan gün. Kimseye haber vermeden. Hiç duyurulmadan. Bunu sanki gelenek haline getirdiler. Her özel gün, provalarla, yol kapamalarla vatandaş için eziyete dönüştürülüyor. Şehir trafiği, yönetmekten geçtik, idare edilemiyor.

Yıldız’dan bindiğim taksiden, bir buçuk saat sonunda ve 38 YTL karşılığında Taksim meydanında indim. O cumartesiyi yaşayanlar! Provası buysa, aslı nasıl olur diye aklından geçirmeyeniniz var mı?

İnşallah korktuğumuz başımıza gelmez.

Her manada.

Radikal, 29.10.2007

Nur Çintay A.

30.10.2007


 

On beş sene kala bir 29 Ekim yazısı

Cumhuriyetin kuruluşunun yüzüncü senesini kutlamamıza on beş sene kaldı. İki ay sonra 2008’e gireceğiz ve 2008’den on beş sene düşerseniz 1993 senesine geliriz yani Özal’ın öldüğü, Demirel’in cumhurbaşkanı, Çiller’in başbakan olduğu, Sivas faciasının yaşandığı seneye; görüldüğü gibi bu olaylar daha dün gibi yani on beş sene göz açıp kapayana kadar geçmiş.

Önümüzdeki on beş senenin de böyle çabuk geçeceğini iyi bilelim ve 2023 senesine yönelik hedeflerimizi iyi formüle edelim ve bu hedeflere ulaşmak için de gerekeni, gerektiği gibi yapalım.

Ve bu arada, 2023 hedeflerini ıskalamamak için Cumhuriyet’in geride bırakmakta olduğumuz seksen beş senesinin de analizini, değerlendirmesini çok soğukkanlı bir biçimde yapalım.

***

Çağımızda Cumhuriyet kavramını demokrasi ve hukuk devleti kavramları dışında düşünmek mümkün değil. Diğer bir ifade ile, içi demokrasi ve hukuk devleti ile kalıcı olarak doldurulmamış bir cumhuriyet rejiminin 21. yüzyılda hiç anlamı yok, istenecek, uğruna mücadele edilecek bir şey de değil.

Bizim 85 yaşına giden Cumhuriyetimize ve bu konularda 19. yüzyılın ortalarından beri süren gelişmelere bu gözle baktığımızda ise durumun çok da iç açıcı olmadığını maalesef farkediyorsunuz.

12 Eylül sorumlularının hâlâ devlet protokolüne girebildiği, hâlâ 27 Nisan garabetinin yaşanabildiği, çift başlı yargı meselesinin konuşulmadığı, göz göre göre gelen cinayetlerin gerçek sorumlularının üzerine gidilemediği, 301 ayıbının sürdüğü, 1927’nin yani tam seksen sene öncesinin temel problemlerinin, kürt ve din devleti meselelerinin siyaseti içine çektiği bataklıktan çıkılamadığı bir ülkenin 85 senelik cumhuriyet macerasının çok da başarılı olduğunu söylemek mümkün değil; üstelik kişi başına gelir İspanya, Portekiz, Yunanistan gibi Güney Avrupa ülkelerinin çok ama çok altında iken. Bardağın dolu olduğu, geleceği yöneelik ümitli olabileceğimiz yegane konu, inanılmaz gecikmelere rağmen, bugün AB ile müzakere sürecinin içinde bulunuyor ve 22 Temmuz gibi demokratik refleksler gösterebiliyor olmamız.

***

Mevcut yapılanmayı çok zorlanarak da olsa savunuyor olanların en büyük ayıbı geleceğe yönelik çok minimalist, ufuksuz, çapsız hedefler koyuyor olmaları.

Devletin, basının çok tepe noktalarındaki kişilerin Cumhuriyet’in başarısı olarak 21. yüzyılda toprak bütünlüğümüzü ve laik rejimin muhafaza edilmiş olduğunu dile getirmeleri ve 2023 için de bu hedefleri göstermeleri çok düşündürücü, üzücü.

Bu değerler ve yapılanma ülkemizin tam seksen beşe sene önce yani Cumhuriyet ile birlikte edindiği kazançlar ve statü; 85 sene sonra ya da yüzüncü yıl hedefi olarak 1923 kazanımlarını göstermek, tekrarlamak hedefsizliğin, çapsızlığın en tipik göstergeleri. Demokratik bir hukuk devleti ile taçlandırılmaya çalışılan Cumhuriyet’in en büyük sorununun bu minimalizm garabeti, ufuksuzluk olduğunu söylemek yanlış olmasa gerek.

***

2023, yukarıda belirttiğim gibi, çok yakın bir gelecek. Bu tarihte Cumhuriyet’in yüzüncü yıl kutlamalarının daha anlamlı hale gelebilmesi için toprak bütünlüğü ve laik devlet sistemi ile birlikte yeni kazanımlara ihtiyacımız olacak.

2023’de yani on beş sene sonra Türkiye’de artık klasik, standart, evrensel demokrasi ilkelerinin eksiksiz olarak yaşama geçmiş olması şart. Demokrasi de yetmez zira çok daha önemli olmak üzere evrensel hukuk devleti ilke ve yapılanmasının artık bizde de tartışma dışı kalması gerekiyor. 2023’de Avrupa hukuk ve ekonomi bütünleşmesinin dışında ya da kıyısında kalmış bir Türkiye’de ise demokrasi ve hukuk devleti ilkelerinin eksiksiz, tavizsiz olarak yerleşmiş olması, en azından bana, pek mümkün görünmüyor. Yeni sivil anayasada cumuhurbaşkanlarının genel oyla seçilmesi ve bürokratik atama yetkilerinin azaltılmasının bir tezat teşkil ettiği öne sürülüyor. Oysa, 2023’e doğru, cumhurbaşkanları ısrarla ve güçlü bir sesle bu hedefleri, eksiksiz, tavizsiz bir demokratik hukuk devleti yapılanmasını ve AB hedefini vurgulasalar, destekleseler, mesela 301’in kaldırılması için yol açsalar, bundan büyük bir yetki, güç ve etki düşünemiyorum.

Star, 29.10.2007

Eser KARAKAŞ

30.10.2007


 

Terör gündemiyle anayasa tartışmaları zail mi oldu?

Yeni ve “sivil” bir anayasa için çalışmalar ve gündem büyük oranda hız kesmiş durumda. Belki referandumun bir anayasadan beklenebilecek en önemli sorunlardan birini çözmüş olduğu içindir.

Ama geçen haftaki referandumun da zaten gündemde hak ettiği yeri bulmadığını hatırlayalım. Aksine referandum terör, Irak’a askeri operasyon ve şehit cenazelerinin gölgesinde tamamlandı. Cumhuriyet tarihinin belki de en önemli anayasa değişimi bu yüzden hak ettiği tartışma veya heyecanı yaratmadı. Yetmiyormuş gibi hızla başlanmış olan sivil anayasa çalışma ve tartışmaları da yine terörün yol açtığı gündemle hız kesiyor, belki de aksıyor.

Belki bugünkünden birçok bakımdan daha iyi bir anayasamız olsaydı, örneğin, devlet, vatandaşlık, kimlik ve haklar konusunu daha iyi formüle eden bir anayasamız olsaydı, bugün uğraşmakta olduğumuz sorun ya olmazdı veya olsaydı bile bunun adına Kürt sorunu demek zorunda kalmazdık. Yani birçok bakımdan sorunlu olan anayasamızın tashihi, yine kendisinin yol açtığı bu sorunlar tarafından sekteye uğratılıyor.

Türkiye giderek artan siyasal katılım kanalları ve demokratikleşme dolayısıyla bütün iyi niyetiyle bütün sorunlarının çözümüne doğru bir niyet taşıdığı halde, bu çalışmaların bu şekilde aksıyor olması gerçekten çok yazık oluyor. Oysa Türkiye bütün toplumsal kesimleriyle yeni anayasa tartışmalarının harekete geçirdiği kabuğunu kırma, tartışmaya dahil olma arzusunu devam ettiriyor. Kuzey Irak ve terör olaylarına karşı sergilenen tutumlar bu süreci aksatmaya ve kendini tek gündem maddesi olarak dayatmaya ne kadar zorlasa da artık şişesinden çıkmış yeni anayasa fikri Türkiye’nin üzerinde dolaşmaktan hiçbir zaman geri durmayacak. Çünkü yeni anayasa tartışmasına katılma biçimleri bir siyasal katılım tecrübesi olarak Türkiye’de büyük bir heyecan yaratmıştır. Halk, tarihinde ilk defa yönetim sürecine, toplumsal sözleşme sürecine katılmayı bu kadar yakın bir ihtimal olarak görmüştür.

Pazar günü (dün) Memur-Sen Akademisinin düzenlediği Sivil Toplum-Sivil Anayasa başlıklı seminerde akşama kadar bütün gün bu konu tartışıldı. Hak-İş Başkanı Salim Uslu’nun İşçi sendikalarının siyasal sistemdeki işlevlerini anlattığı ufuk açıcı konuşmasının ardından Marmara Ü. Hukuk Fakültesinden Doç. Dr. Mustafa Şentop’un bir saatlik konuşması yeni Anayasa tartışmaları için değerlendirilmesi mutlaka gereken, hatta referans oluşturabilecek değerde tespitlerle doluydu.

Hatırlarsanız, yeni anayasa tartışmalarının ilk dalgası sert bir biçimde sarp resmi ideoloji ve Kemalizm kayalarına çarpmıştı. Oysa Kemalizm Şentop’un hatırlattığı gibi, zaten anayasada değiştirilemeyen ilkeler arasında hiçbir zaman yer almaz. Kemalizm’i anayasaya yerleştirme yönündeki ilk çabalar 1937 yılında CHP’nin altı oku olarak bir kanun teklifiyle gerçekleşmiştir. İlginçtir, bu teşebbüs bile yine Avrupa’daki gelişmeleri model alarak yani devlet ile partiyi birleştirme yönünde Avrupa’da o yıllarda hüküm süren faşizan eğilime uymak üzere gerçekleşmiştir. İşin ilginç yanı Kemalizm’in bu altı okunun Anayasadan çıkarılmasının da yine bizzat İsmet İnönü’nün 1950 seçimlerindeki en önemli seçim vaatleri arasında olmasıdır. Yani dokunulamayan ideolojiye onu koyanlar tarafından yeri geldiğinde pekala çok kolay dokunulabilmiştir. (...)

Değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen, bugünkü bir hayli geniş içerik ve vurgu 27 Mayıs darbesiyle anayasaya girmiştir. 1982 Anayasası ise bu ideolojik içeriğe iyice “dokunulmazlık” özelliği kazandırmıştır. (...)

Şentop’un değindiği bir konu da, 1961 anayasasının genellikle daha özgürlükçü olduğu idiasının tam bir mitolojik ezber olduğuydu. Bazı bireysel alanlarda özgürlükler tanıdığı doğru olsa da konsepti itibariyle Türkiye’de devletin sivil topluma karşı kurumsal düzeyde tahkim edilmesi esasına dayanır. 1961 anayasası açıkça devleti milletten ayıran ve devleti halka karşı, sivil topluma karşı, millete karşı konumlandıran bir zihniyete dayanır.

Gerçekten de devlet ihtilal ile ele geçirilmiş bir aygıt olarak düşünüldüğünden, devlet güvenliği de aynı yolla başkalarının eline geçirilmemesini sağlamaya dayanır. Güvenlikçi bir söylemin diline pelesenk olmuş olan “devleti ele geçirme” deyimi, tam da devletin millete mal olmamış tasavvurunun bir yansımasıdır. Devlet birilerinin elinde, birilerinin sızarak, entrikalarla ve tabii ki sonuçta ihtilal ile ele geçirmiş oldukları bir mevki olarak hatırlandığından korunması da aynı yolun tıkandığı bir “savunma refleksi”nin ötesine geçemiyor.

Yeni Şafak, 29.10.2007

Yasin AKTAY

30.10.2007


 

Korkak yazı

İşin boyutu değişti... Bunu bekliyordum. İş, PKK’yı ezmekten çıkarılıyor, “Musul’u ve Kerkük’ü almak” özlemi su yüzüne fırlıyor! Ortalıkta haritalar dolaşıyor, herkes “jeostrateji” bilgini kesilmiş, sınırları herkes kendi kafasına göre yeniden çiziyor.

Bütün berber çırakları ve taksi sürücüleri dış politika uzmanı oldular... Okey tahtası devirilip felsefe yapılıyor, maça kızı çekerken ordular yürütülüyor, ılık ıhlamura kesme şeker atıp ordular bozuluyor... Evkaftan mütekait Atıf Bey başımıza Carl von Clausewitz kesildi! Tezgâhtar Muzaffer oldu Moltke, bakkal Cengiz sanki Hindenburg, tekel bayii Tarık da Ludendorff...

Öte yandan, “dünyanın kışkırtmaya en kolay gelen halkı”, kendisinden beklenen şekilde, ufak ufak taşkınlığa da koyuldu: Bursa’da bir Mardinli’nin dükkânını yağmalamışlar, adam “seksen iki yıldır burada oturuyor ve çalışıyoruz” diye ağlamış. Başka yerlerde kahvehaneler taşlanmış, üç kişi de bıçaklanmış. Muğla’da iki tinerci bir gence saldırınca “Kürtler yaptı” söylentisi yayılmış ve gene kahvehaneler basılmış. Bu arada “uzun saçlı ve küpeliler” de sopa faslında aradan çıkarılmışlar! Ayvalık’ta hızını alamayanlar bazı Afrikalılar’a bile saldırmışlar, evet, zencilere!... Şaka gibi ama değil. Gene bir “6/7 Eylül sersemliğine” doğru mu gidiyoruz?

Eh, bedelini de öderiz.

Bedelleri hatırlatınca da bana korkak dediler. “Yusuf yusuf” atıyormuş yüreğim, sanki bu yaşımda ve bu göbeğimle cepheye gidecek olan benmişim gibi...

Peki, öyle olsun. Ben korkuyorum.

Tövbe, cepheden değil. Cepheden kuşkum yok. Musul’u da Kerkük’ü de alır, Barzani’yi de tükürükle boğarız. Şu kurulup da kurulamayan Kürt Devleti’nin çanına ot tıkarız. Amerika karışmasa Bağdat’a bile yürürüz. Türk ordusu üç buçuk çapulcunun canına okur. Yunan ordusunu ezmiş geçmiş ordumuz bu serserileri havada karada dümdüz eder. Çok acılar çektiririz bize acı çektirene, misliyle karşılık veririz... İşin bu yanı kolay.

Sonrasından korkarım.

Yani, Amerika’nın bize atacağı açık ya da gizli kazıklardan. Çıkaracağı faturadan. Daha açık konuşayım: Yeni bir “12 Eylül öncesinden” korkarım. Yaşı otuzun altında olanlar o korkunç günleri bilemezler.

(...)

Bütün o çileler bize “Kıbrıs’tan vakitlice çekilmeyi bilmediğimiz” için çektirildi, önce ASALA, sonra PKK boku bu nedenle icat edildi. O günlere kadar bazı Ermeni ve Kürt çevrelerinde uyur durumda yatan (“latent”) Türk düşmanlığı bu yüzden körüklendi.

Başımıza bir bela sardılar, otuz yıldır çekeriz.

Türkiye’nin başını nice dertlere sokmuş olan Sayın Ecevit, en durulmayacak zamanda durmuş, en yürünmeyecek zamanda yürümüştü. Yüzde yüz haklı olduğumuz ve bütün dünyanın bize parmak ısırdığı bir konumdan, üstelik Yunanistan gibi “demokrasinin beşiği” kabul edilen bir ülkeye demokrasiyi yeniden hediye edenler olmak fiyakasından, birdenbire haksız duruma düşmüştük... Çünkü “barış harekâtı” dediğimiz girişim, “Kıbrıs’ı aldık” efelenmesine geldi bağlandı.

Bu sefer de öyle olmasın.

Hitler ile Stalin’in Polonya çapuluna yumulmaları gibi, Amerika’yla “Irak’ta birbiriyle sürtüşen iki işgalci” olmayalım dünyanın gözünde.

Musul’u ve Kerkük’ü mü istiyorsun? Yani Irak petrollerinden de pay almak... Osmanlı yeniden toprak istiyor ha?... Kuzey Kıbrıs kesmedi, bir de Kuzey Irak... Üstelik de petrol bölgesi... Tekrar soruyorum: Yeni bir “12 Eylül öncesine” hazır mısın?

Ölecek olan ben değilim yavrum, ona göre... Ben en fazla sıkıntı çekerim ki, bizim kuşak sıkıntının feriştahını görmüş, kitabını yazmış kuşaktır! Rahata alışmış olanlar sizlersiniz. Sizin için korkuyor bu korkak amcanız.

Cumhuriyet bayramın da kutlu olsun.

Akşam, 29.10.2007

Engin ARDIÇ

30.10.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri