Süleyman Ateş Hoca en nihayet hatıralarını yayımladı; üstelik düşleriyle bezenmiş olarak.
Müstakil ve bir dizi düş analizini hakkedecek denli zengin kayıtlar bu hatıratın belki de dikkate en değer tarafı. Pek tabii ki bir de kendilerinin şeyh ve hâmileri Hacı Muharrem Hilmi (Kösetürkmen) Efendi’nin (1878-1964) çarpıcı himmet ve dirayet serüveni...
Bir Şeyh Efendi’nin gözetiminde bir köy çocuğunun düşe kalka Diyanet İşleri Başkanlığı’na yürüyüşünün ve yine düşe kalka yola devam edişinin hikâyesi...
Kişinin mizacı kaderiymiş! İşte değişmezliğin yazgıyı belirleyişi. Ateş Hoca’nın da mizacı kolaylıkla yazgısı üzerinde etkili olmuş, hamlelerinde de, geri çekilişlerinde de mizacı ve rüyaları âdeta işbirliği yapmış; bilinciyle bilinçdışı yani.
Umumiyetle çocukluk döneminden kalma yoksunluklar, yoksulluklar, mini mini hırs ve ihtiraslar... yoksunlukların örüverdiği saflık ve sadelik... saflık ve sadeliğin bazen zaafa, bazen kuvvete dönüşmesi... dönüşümlerin bir insanın yaşamında zirvelerle uçurumları —hem de ısrarla ve biteviye— yanyana getirmesi...
Hatırat bu açıdan dikkatle okunmalı. Alınabilirse şayet, muhakkak ibret alınmalı. 70 yaşından sonra kaleme alınmış hatıratların zaafı çok olur; eldekiyle yetinmeli. Lâkin önce düşlerin hakkı verilmeli!
* * *
Tarih: 9 Eylül 1986.
Yer: Suudî Arabistan’ın Riyad şehri.
Süleyman Ateş Hoca gece saat 12’yi geçmişken yorgun argın uykuya dalıyor ve şu rüyayı görürken sabah namazına uyanıyor:
— “Elazığ’da İzzet Paşa Camii’nin yanında, eski Elazığ Müftüsü Ömer Efendi’nin kumaş mağazası var. Dükkân kumaşlarla dolu. Kendisi de kumaş ölçüyor. Kumaş, kumaş. Ben de girdim. Müftü’nün oğlu Halil de beni takip ediyor ama içeriye girmedi. Ömer Efendi ile bir şey konuşuyoruz. Ömer Efendi bana, “Hocam!...” diye bir şeyler söyledi ama hatırlamıyorum ne söylediğini. O sırada dükkân başka bir semt oluyor. Elazığ’ın bir kenarında, daha büyük bir yer.
Cumhurbaşkanı Kenan Evren geldi. Başında fotör şapka, üstünde bej elbise. Oradakilerin elini sıkıyor. Ömer Efendi’nin elini sıktı. Sonra bana elini uzattı. Ben hafifçe kendimi tanıttım:
— “Süleyman Ateş.”
— “Siz Süleyman Ateş misiniz?” dedi.
— “Evet” dedim.
— “Sizin kültürünüz var ama ruhsal yükselmenin sadece ibadetle olacağını söylüyorsunuz falan konuşmanızda” dedi ve beni dar görüşlü, katı tutumlu biri gibi tanıdığını hissettirdi.
Dedim ki:
— “Efendim ben her beş günde, ayda, yani sık sık Atatürk’ü rüyada görürüm. Yani benim onunla ruhî yakınlığım vardır. Beni yanlış anlatmışlar. Konuşmamın tamamı olsa sizde...”
Bu sözlerim üzerine, birisi, benim sözlerimi “milletvekilliğine hazırlık” diye nitelendirdi. Cumhurbaşkanı da daha yaklaşarak ve gülümseyerek, “Yok yok konuşmanın bandı var bende” dedi ve konuşmamın tamamını okuduğunu söyledi. Yine de beni beğendiği izlenimini verdi.
Giderken, uzattığı elini öptüm ve saygı ortamı içinde ayrılıp siyah, lüks, çok büyük mercedes arabasına bindi. Yüksek rütbeli subaylar, memurlar ve halk selâma durdular.
Böyle bir hâlde namaza uyandım, “Allah hayırlısını versin!” dedim.” (Bir Ömür Böyle Geçti, II/46-47)
Şimdi de bu rüyanın tabirini yine Hoca’nın kendisinden dinleyelim:
— “1986 Temmuz ayında Hürriyet, Milliyet gibi gazetelerin, vaktiyle Suudî Arabistan’da Türkçe’ye çevirdiğim bir kitapçığın önsözündeki düşünceleri yayımlamaları amacına ulaşmış, Devlet Güvenlik Makemesi Savcısı aleyhime dâvâ açmış ve çıkışımı önlemek için de sınır kapılarına yazı yazılmış.
İşte birkaç sayfa önce yazdığım üzere, rüyada Cumhurbaşkanı Evren’i bana kırgın görüşüm, haberim olmayan bu mahkeme safahatına işaret ediyordu. Ben bu rüyayı yoramamıştım. Daha sonra yine Cumhurbaşkanını [başka bir] rüyada bana kırgın gördüm; kendisine benim suçsuz olduğumu belirten bir yazı verdim.” (II/55)
Oysa rüyanın tabiri yine rüyanın içinde saklı. Anlaşılan Hoca, rüyayı görmüş ama tabirini görmeyi başaramamış.
Peki siz görebildiniz mi?
Yeni Şafak, 27.10.2007
|