|
|
|
"İsrail doğru örnek değil" |
Akla en çok ihtiyaç duyulan bir dönemde kendimizi duygulara teslim ediyoruz. Bunun somut örneklerinden biri de “İsrail kaçırılan iki askeri için Lübnan’ı yerle bir etti. Sekiz askerimiz için biz de aynısını Kuzey Irak’a niçin yapmıyoruz?” çıkışıdır.
İsrail örneğinde ne olduğunu veya olmadığını bilmeden, sanki ortada “olumlu bir emsal” varmış gibi davranıyoruz. Oysa karşı karşıya bulunduğumuz durumda en son yapılması gereken şey İsrail’in örnek alınmasıdır.
Dünya gerçeklerine göre davranması gereken hükümet ve Genelkurmay da zaten İsrail örneğini, kuşkusuz, “olumsuz emsal” kaleminden inceliyorlardır. “İsrail gibi yapalım” çağrıları karşısında bunun nedenlerini ortaya koymakta yarar var.
Hizbullah’a misliyle misilleme
Temmuz 2006’da Lübnan’dan sınırı geçen Hizbullah teröristlerinin, ki bizde birçok kişi Hizbullah’ı “terörist” olarak görmez, sekiz İsrail askerini öldürmesi ve ikisini kaçırması üzerine, İsrail Lübnan’a karşı anında bir askeri operasyon düzenledi.
İsraillilerin neredeyse son adamına kadar destekledikleri bu operasyonun amacı hem öldürülen askerler için misillemede bulunmak, hem Güney Lübnan’daki Hizbullah varlığını yok etmek, hem de kaçırılan askerleri kurtarmaktı.
Operasyonun kaba “misilleme” boyutunun “misliyle” gerçekleştiği ortada. Zira beş hafta süren operasyon çerçevesinde Lübnan’ın altyapısı yerle bir edildi, çoğu sivil, binin üzerinde Lübnanlı öldürüldü, yüz binlercesi mülteci konumuna düştü.
Hizbullah’ın itibarı arttı
İsrail ise 119 askerini ve 43 vatandaşını kaybetti. Fakat esas maliyetin ortaya çıkması fazla zaman almadı. Çünkü, bunca yıkıma ve ölüme rağmen, bu operasyon daha bugünden “literatür”e bir “askeri ve siyasi fiyasko” olarak geçti.
Nedeni ise malum. Hizbullah’ın saldırısı sonrasında istenen “intikam” alınmış gibi görünse de, operasyonun hiçbir stratejik hedefine erişilemedi. Bırakın “yok edilmeyi”, İsrail ordusu karşısında gösterdiği direniş sayesinde, Hizbullah ülke içinde ve Arap âleminde itibarını artırarak daha da güçlendi. Hatırlayalım, bu örgüte Türkiye’den bile sempati yağdı.
Bu arada, İsrail’in uluslararası saygınlığı ve “yenilmez” diye bilinen ordusunun itibarı iyice sarsıldı. Dünyadaki Yahudi düşmanlığı da, tabii ki, arttı. Bu ortamda İsrail Genelkurmay Başkanı Dan Halutz ve Savunma Bakanı Amir Peretz istifa etmek zorunda kalırken, Olmert hükümeti de siyaseten yaralandı, ki bunun yankıları hâlâ sürüyor.
Operasyon aceleye getirildi
Konuyu araştırmak için kurulan “Winograd Komisyonu” ise, Lübnan’daki fiyaskonun başlıca nedenini, “bu operasyonun, eldeki tüm seçenekler değerlendirilmeden ve kapsamlı bir askeri plan geliştirilmeden alelacele yapılmasına” bağladı.
Bu arada, İsrail kaçırılan iki askerini de, tabii ki, kurtaramadı. Bu askerler için Hizbullah ile perde arkası müzakereler hâlâ sürüyor. Bu gelişmeler sonrasında, operasyon konusunda başta aşırı heveskâr olan İsrailliler de şimdi, “Ne oldu da bu oldu?” diye birbirlerini suçlayarak tartışıyorlar.
Özetle, İsrail Türkiye için, olsa olsa, “itidal” ve “aklın” elden bırakılıp toplumsal infialin aşırı özgüvenle birleşmesinden nelerin ortaya çıkabileceğini göstermesi açısından bir örnek olabilir.
Milliyet, 27.10.2007
|
Semih İDİZ
28.10.2007
|
|
|
Ağzı olan, bol bol konuşuyor... |
Ünlü bir deyişimiz vardır.
“Ağzı olan konuşuyor” deriz.
Bunun anlamı, bilenin de bilmeyenin de konuşmasıdır.
Şu anda tamı tamına böyleyiz.
Bilen de konuşuyor, bilmeyen de.
Üstelik hepimiz uzman kesildik. Genelkurmay’a nasıl müdahale etmesi gerektiğini anlatıyoruz... Diplomatlara dış ilişkilerin nasıl yürütülmesi gerektiğinin derslerini veriyoruz... Siyasilere de kriz yönetimini öğretiyoruz.
Bu arada en çok konuşulan konu, Kuzey Irak’a uygulanacak ekonomik ambargo.
“Kapat Habur’u, kes elektriklerini bak nasıl inim inim inleyecekler. Önce PKK’yı kovarlar, sonra da gelip ayaklarımızı öperler...”
Hangi TV’yi açsanız, hangi gazeteyi okusanız bu yaklaşımlarla karşılaşıyorsunuz.
Herkes bu işin çok kolay olacağını düşünüyor. Kimse, madalyonun öbür yanını merak etmiyor.
Kuzey Iraklılar’ı, Alman veya Fransızlar’la karıştırıyoruz. Hayat standartlarındaki bir düşmenin onları çok etkileyeceğini sanıyoruz. Sanki elektrikleri bir süre kesilirse mahvolacaklarını, yiyecek sıkıntısına düşerlerse teslim olacaklarını sanıyoruz.
Kuzey Irak Kürtleri’nin çok uzun yıllar elektriksiz ve yoksul yaşadıklarını, şimdi de kıtlığa dayanabileceklerini ve bir süre sonra da, diğer komşu ülkelerinden ihtiyaçlarını şu veya bu şekilde karşılayabileceklerini hiç düşünmüyoruz.
Kuzey Irak ile yılda 2,5-3 milyar dolarlık ticaretin kesilmesinin asıl Güneydoğu’yu vuracağını, hatta şimdiden bölgenin ayağa kalktığını, ekonomik ambargoya karşı çıktığını görmüyoruz.
Bugün Kuzey Irak’ın elektriğini kesen Türkiye’nin, yarın Avrupa’ya gidecek doğalgaz akımını da kesebileceğini düşünecek yabancı ülkelerin, Türkiye’yi enerji koridoru yapmaktan vazgeçebileceğini, adım atarken 2-3 defa düşünmeye başlayacaklarını hiç hesaplamıyoruz.
Üstelik Kuzey Irak konusunda Türkiye’nin hedefi hiçbir zaman Kuzey Irak Kürtleri’ni cezalandırmak değil, yönetimi ikna etmektir. Ekonomik ambargo uygulaması Irak Kürtleri’ni izi kolay kolay silinemeyecek şekilde Türkiye’ye düşman edecektir.
Kuzey Irak’a ekonomik ambargo PKK’yı bu ülkede etkisizleştirecekse, mutlaka uygulanır ve uygulanmalıdır. Kimse bunu tartışmıyor. Ancak, bu yönde adımımızı atarken nereye bastığımızı da iyice görmemiz gerekir.
Unutmayalım ki, Kuzey Irak’a ekonomik ambargo bumerang gibidir.
Karşınızdakini vurmak için fırlatılır, iyi hesaplayamazsanız bir de bakarsınız geri dönmüş ve sizi yaralamıştır.
İşte buna bumerang denir.
Posta, 27.10.2007
|
Mehmet Ali BİRAND
28.10.2007
|
|
|
03.30.. Barış duâsı: “Allah’ım kalplerimize sekineti indir!” |
Hayat salt sokaktan ibaret değil elbette...
Ama hayatın kalbi orada atıyor işte... Camlarına bayrak asarak işleyen arabalar, pencerelerden sarkıtılmış bayrak ve flamalar, trafiğin sık sık durarak selamladığı bayraklı motosiklet veya taksi konvoyları... Sabah sabah askerlik şubelerinin önünde yığılmış heyecanlı gençler...
En küçük bir kıvılcıma hazır sıkılı yumruklar...
Ama bir de daha küçük haberler geliyor hayata dair. Bir düğün davetiyesi, bir bebek haberi, bir ameliyat, bir hastalık, sonra bir sela durduruyor sizi... Kundaklarla tabutlar kolkola! Geçiyor, akıyor hayat işte...
Yaşlandıkça şahinleşeceğime ,bir kedileşme sürecine girdiğimi düşünüyorum. Evcil, sıcağı seven, bir lokma aşım kaygısız başım misali küçük bir hayat bu... Çalan telefonlar, açılan mektuplar, dinlediğim haberler, kapıma gelen çocuklar, bana hep güzel şeyleri söylesin istiyorum. Serde annelik olduğu içindir belki: Savaşı istemiyorum.
Öte yandan bu cümlenin bugünlerde öyle uluorta söylenmeyecek bir cümle olduğunu da biliyorum. Dün akşamüstü Kabataş motorundan inerken karşılaştığım arkadaşımla da barış hakkında konuşurken ağzımızı ellerimizle örterek konuştuk mesela... Morali bozuktu. Üniversitede ders veriyor, öğrencileri amfiye bayraklarla gelmişler ve kendisinden sınırötesi operasyonu destekleyen bir konuşma istemişler... Ortadoğudaki işgale karşı her türlü eylem ve aktivizmin içinde olan antiamerikan ve antiamperyal çizgide bir kişi olduğunu yakınen bildikleri halde, istedikleri savaş çığırtkanlığını bulamayınca; “Hocam sizden utanıyoruz” demişler...
Halbuki aynı paralı üniversitenin paralı çocukları savaş startı verildiğinde eminim kaçacak delik arayacaklar ve yine eminim ki kapağı en kısa yoldan Amerika’ya ya da Avrupa’ya atacaklar... Baba parasıyla yapılan vatanperverliğin ömrü kısadır!
Öte yandan yaklaşık yirmi yıldır bizler daha rahat bir hayatı yaşamaya devam edelim diye ölen, hayatının baharında solan asker evlatlarımıza bakıyorum. Kim bilir ne hayaller, ne düşlerle bastıkları yirmi yaş sularına, ellerini bile değdiremeden göçüp gittiler... Hayatlarını adadıkları o büyük ideal: Vatan! Bu çocukları düşündükçe üzerine basarak yürüdüğümüz toprağa vereceğimiz büyük hesap geliyor aklıma...
Her şeye rağmen benim barıştan yana umudum var ve onu ölünceye kadar muhafaza edeceğim. Son seksen yıldır birbirine düşmemiş Türk ve Kürt halkları, elbette bu günleri de atlatacaktır diye düşünüyor ve umut ediyorum...
Niçin mi?
Çünkü günü beş vakte bölüp aynı suya ellerimizi uzatıyoruz da ondan...
Kıblemiz bir, Kitabımız bir, Allah bir, Hz.Peygamber bir de ondan... Ninnimiz, ağıtlarımız, türkülerimiz, şarkılarımız bir... Düğünde, yasta bir olduğumuz gibi camide ve mezarlıklarda da bir, beraber ve kolkolayız...
Bu küçümsenecek bir güç değil! Gazetecilerin, siyasetçilerin, sosyologların bilemediği, göremediği sessiz bir güç, bizi sarıp sarmalayan bir hava gibi kuşatarak içinde soluk alıp verdiğimiz bir “sekinet” asılı göklerden üstümüze... Şimdilik ve kıyamete kadar da bizi tutacak inşallah onun gücüdür...
Nedir bu savaş, para, iktidar, kariyer ve güç telaşındakilerin hesap edemediği güç? İpeksi, kırılgan, gürültülü sözleri olmayan bu güç nedir?
Bu: Annelerin duası ile avuçları nasırlı babaların alınteridir...
Dün gece 03.30’da çalan telefonla uyandım. Arayan Erzurum’dan Nilüfer kardeşim... Erzurum’lu kadınlar, gece duaya kalkıp, selamet için Allah’a el açacaklarmış, onu anlatıyor tane tane sesiyle... Onun her harfi gecenin içine bir billur gibi düşüp sessiz ve meleksi bir tanıklığa kaldırıyor tüm uyuyanları...
Sınır dışında ve sokakta karşılıklı olarak nabız hızı artan öfkeye karşı anneler, göğüslerindeki ak süt kadar tertemiz dualarla karşılık veriyor... Aylık dörtyüz milyon maaşla onurunu değil ama belini büken babalar öfkeli sokakların arasından bulabildikleri yollar üzerinden evlerine bir dilim ama helal ekmeklerini taşıyorlar...
Tepedekiler ve kavga üzerinden reyting artıran kan tüccarlarının tüm alengirli güçlerine karşılık bu tertemiz ve imanlı meleksi nefesler, bizler uyurken ayakta, sabahlara kadar gecelerin içinden gündüzler örüyor...
Yerdeki ekmek kırıntısını öpüp de alnına koyan eski insanların ne demek istediğini ben bu yaşımda çözüyorum... Helal lokması olmayanın elbette duası, elbette vatanı da olmazmış, anlıyorum...
Vakit, 27.10.2007
|
Sibel ERSLAN
28.10.2007
|
|
|
Tepkinin boyutu |
Son birkaç haftadır, gerçekten yüreğimiz kan ağlıyor. Şimdiye dek, bu konuda bir şeyler kaleme almayışımın nedeni, soğukkanlılığımı kazanmak umuduydu. Ama doğrusunu isterseniz, aradan bunca zaman geçmesine karşın, isyanımı kontrol etmekte güçlük çekiyorum.
Bu olayla ilgili olarak, yazılı ve görüntülü basınımız, berbat bir sınav verdi. Sürekli; havayı germeyi, bir “marifet” sandılar ve böyle bir yayıncılık ile, “tiraj” ve “rating” alabileceklerini düşündüler. Kendim inceledim ama, bu olay üzerinden duygu sömürüsü yapmaya çabalayan gazetelerin, tiraj yitirdiklerine dair bir şeyler okudum. Umarım, bu okuduklarım doğrudur.
Kimi televizyon kanallarının, bazı eski subayları ekrana taşıyarak yaptıkları söyleşilere de, çok hayret ettim. Öyle bazı şeyler anlatıyorlardı ki, bunlar doğru olduğu takdirde, PKK’lıların epey işine yarardı. Herhalde, doğru değildir.
* * *
Peki, bunlara karşı, Radyo Televizyon Üst Kurulu RTÜK’ün, sınırları belli olmayan bir yasaklama kararı getirmesine, ne demeli? Televizyonların bazılarındaki, bu abuk-sabuk programlardan rahatsız olan çok arkadaşım vardı. “Bu televizyonlar için, bir şeyler yapmak gerek”, diye konuşuyorlardı. Fakat RTÜK böyle bir yasaklama kararı getirince, hepsi karşı çıktılar. Zira, bu karşı çıkışın, iki nedeni vardı.
Birinci neden; devletin böyle bir “kurul” vasıtasıyla da olsa, görüntülü medyaya müdahale hakkı olup olmadığı, sorusuyla ilgiliydi. Değerli bir meslektaşımın vurguladığı üzere; devlet kimi kurumlarda, “kamu ahlakı” ve “kamu değerleri” adına müdahale edebilirdi. Ama, şimdiye dek özel yaşamla ilgili olarak, gerçekten iğrenç yayınlara “gıkını çıkartmayan” RTÜK’ün, bu konuda böyle bir yasaklamaya gitmesi kamu vicdanını rahatsız etti.
İkinci neden; yasaklama kararının metninin anlaşılamaması idi. Zaten anlaşılır bir metin yazmak da, pek mümkün değildi. RTÜK’ün neyi yasakladığı belli olmuyordu. Ve (kendince haklı olarak), kimi gazeteler ve televizyon kanalları, bunu sonuna kadar istismar ettiler ve “şehit haberleri” ve “şehit cenazeleriyle ilgili haberlerin” yasaklandığının, propagandasına giriştiler. Ve sonunda, elbette yargı kararıyla, bu anlamsız yasaklama kaldırıldı. Uydu antenleri ile tüm dünyayı izleyebildiğimiz bir dünyada, bu türden yasaklarla ne kazanılabilir? Kaldı ki, eğer siz bir konuda böyle bir yasaklama getirirseniz; “dedikodu ajansları”, çalışmaya başlar ve hiç istenmeyen şayialar yaygınlaşır.
* * *
Ülkenin her köşesinden yükselen protesto sesleri, elbette haklı bir zemine dayanıyordu. Fakat bu protestoların halkımızda, “kendi uygun gördüğü cezayı kendi verme”, dürtüsünü canlandırması, endişe edilecek bir gelişme oldu. Bu arada DTP’nin durumu, gerçekten çok endişe verici ve düşündürücü oldu. Ben, 5 milyonun üzerinde oy alan ve TBMM’de grubu olan bir partiye karşı, bu türden baskılar yapılmasını, yanlış bulurum. Bunun nedeni, DTP adına TMBB’ye girmiş olan milletvekillerine, kişi olarak duyduğum saygı değil; onları oraya gönderen iradeye, yani DTP seçmenine duyduğum saygıdır. Hiç kuşkusuz, bu ülkenin birinci sınıf vatandaşları olan DTP seçmenleri, eğer kimilerinin sandığı gibi “PKK’lı” ise, işimiz çok zor demektir. DTP’ye oy veren milyonlarca vatandaşımızın, PKK’lı olduğuna asla inanmam. Fakat DTP yönetiminin ve özellikle kimi DTP milletvekillerinin bu konudaki özensiz konuşmaları, hem Türkiye’nin davasına çok zarar veriyor ve hem de bir anlamda, kendi sonlarını hazırlıyorlar. Umarım, kısa sürede akılları başlarına gelir...
* * *
Türkiye’nin, askeri müdahalede geç kaldığını ve “derhal” Kuzey Irak’a girilmesi gerektiğini dile getiren bir gazetecinin; bir biçimde, askerliğe gitmediğini öğrendiğimde, acaba bu türden önerilerde bulunanların kaçının askerliğini yapmadığını, ya da kısa süreli askerlik yaptığını düşündüm. Gerçekten; bunları, biri araştırsa çok sevineceğim.
Bugün, 27.10.2007
|
Toktamış ATEŞ
28.10.2007
|
|
|
“Ben Atatürk’ü sık sık rüyamda görürüm” |
Süleyman Ateş Hoca en nihayet hatıralarını yayımladı; üstelik düşleriyle bezenmiş olarak.
Müstakil ve bir dizi düş analizini hakkedecek denli zengin kayıtlar bu hatıratın belki de dikkate en değer tarafı. Pek tabii ki bir de kendilerinin şeyh ve hâmileri Hacı Muharrem Hilmi (Kösetürkmen) Efendi’nin (1878-1964) çarpıcı himmet ve dirayet serüveni...
Bir Şeyh Efendi’nin gözetiminde bir köy çocuğunun düşe kalka Diyanet İşleri Başkanlığı’na yürüyüşünün ve yine düşe kalka yola devam edişinin hikâyesi...
Kişinin mizacı kaderiymiş! İşte değişmezliğin yazgıyı belirleyişi. Ateş Hoca’nın da mizacı kolaylıkla yazgısı üzerinde etkili olmuş, hamlelerinde de, geri çekilişlerinde de mizacı ve rüyaları âdeta işbirliği yapmış; bilinciyle bilinçdışı yani.
Umumiyetle çocukluk döneminden kalma yoksunluklar, yoksulluklar, mini mini hırs ve ihtiraslar... yoksunlukların örüverdiği saflık ve sadelik... saflık ve sadeliğin bazen zaafa, bazen kuvvete dönüşmesi... dönüşümlerin bir insanın yaşamında zirvelerle uçurumları —hem de ısrarla ve biteviye— yanyana getirmesi...
Hatırat bu açıdan dikkatle okunmalı. Alınabilirse şayet, muhakkak ibret alınmalı. 70 yaşından sonra kaleme alınmış hatıratların zaafı çok olur; eldekiyle yetinmeli. Lâkin önce düşlerin hakkı verilmeli!
* * *
Tarih: 9 Eylül 1986.
Yer: Suudî Arabistan’ın Riyad şehri.
Süleyman Ateş Hoca gece saat 12’yi geçmişken yorgun argın uykuya dalıyor ve şu rüyayı görürken sabah namazına uyanıyor:
— “Elazığ’da İzzet Paşa Camii’nin yanında, eski Elazığ Müftüsü Ömer Efendi’nin kumaş mağazası var. Dükkân kumaşlarla dolu. Kendisi de kumaş ölçüyor. Kumaş, kumaş. Ben de girdim. Müftü’nün oğlu Halil de beni takip ediyor ama içeriye girmedi. Ömer Efendi ile bir şey konuşuyoruz. Ömer Efendi bana, “Hocam!...” diye bir şeyler söyledi ama hatırlamıyorum ne söylediğini. O sırada dükkân başka bir semt oluyor. Elazığ’ın bir kenarında, daha büyük bir yer.
Cumhurbaşkanı Kenan Evren geldi. Başında fotör şapka, üstünde bej elbise. Oradakilerin elini sıkıyor. Ömer Efendi’nin elini sıktı. Sonra bana elini uzattı. Ben hafifçe kendimi tanıttım:
— “Süleyman Ateş.”
— “Siz Süleyman Ateş misiniz?” dedi.
— “Evet” dedim.
— “Sizin kültürünüz var ama ruhsal yükselmenin sadece ibadetle olacağını söylüyorsunuz falan konuşmanızda” dedi ve beni dar görüşlü, katı tutumlu biri gibi tanıdığını hissettirdi.
Dedim ki:
— “Efendim ben her beş günde, ayda, yani sık sık Atatürk’ü rüyada görürüm. Yani benim onunla ruhî yakınlığım vardır. Beni yanlış anlatmışlar. Konuşmamın tamamı olsa sizde...”
Bu sözlerim üzerine, birisi, benim sözlerimi “milletvekilliğine hazırlık” diye nitelendirdi. Cumhurbaşkanı da daha yaklaşarak ve gülümseyerek, “Yok yok konuşmanın bandı var bende” dedi ve konuşmamın tamamını okuduğunu söyledi. Yine de beni beğendiği izlenimini verdi.
Giderken, uzattığı elini öptüm ve saygı ortamı içinde ayrılıp siyah, lüks, çok büyük mercedes arabasına bindi. Yüksek rütbeli subaylar, memurlar ve halk selâma durdular.
Böyle bir hâlde namaza uyandım, “Allah hayırlısını versin!” dedim.” (Bir Ömür Böyle Geçti, II/46-47)
Şimdi de bu rüyanın tabirini yine Hoca’nın kendisinden dinleyelim:
— “1986 Temmuz ayında Hürriyet, Milliyet gibi gazetelerin, vaktiyle Suudî Arabistan’da Türkçe’ye çevirdiğim bir kitapçığın önsözündeki düşünceleri yayımlamaları amacına ulaşmış, Devlet Güvenlik Makemesi Savcısı aleyhime dâvâ açmış ve çıkışımı önlemek için de sınır kapılarına yazı yazılmış.
İşte birkaç sayfa önce yazdığım üzere, rüyada Cumhurbaşkanı Evren’i bana kırgın görüşüm, haberim olmayan bu mahkeme safahatına işaret ediyordu. Ben bu rüyayı yoramamıştım. Daha sonra yine Cumhurbaşkanını [başka bir] rüyada bana kırgın gördüm; kendisine benim suçsuz olduğumu belirten bir yazı verdim.” (II/55)
Oysa rüyanın tabiri yine rüyanın içinde saklı. Anlaşılan Hoca, rüyayı görmüş ama tabirini görmeyi başaramamış.
Peki siz görebildiniz mi?
Yeni Şafak, 27.10.2007
|
Dücane CÜNDİOĞLU
28.10.2007
|
|
|
|