Ne diyeyim bilmiyorum ki... Tamam bir şey dediğim yok; artık milletçe ikna (ve teslim) olduk ki, “ulus devlet”, “laklik”, “üniter devlet” gibi “temel” kavramlardan ne anlamamız gerektiğini TSK’ya soracağız. Ülkenin onlarca üniversitesinde bu kavramları –zorunlu olarak- ele alan onlarca fakülte-bölüm olmasına rağmen, makbul tanımlar TSK’nın üsk düzey komutanları tarafından yapılıyor ve yapılacak.
Dikkat ederseniz YÖK bu “yetki gaspı” karşısında sesini çıkartmıyor. Söz konusu kavramların nasıl anlaşılması gerektiğine karar verilecek yerlerin başında şefliği altındaki üniversiteler olduğunu, bu önemli işin TSK’nın yetki alanı dışında yer aldığını bir gün dile getirmedi bu kurum.
“Çoğulculuk”a ilişkin beslediği derin saygıdan olsa gerek...
Peki ya Kara Kuvvetleri Komutanı’nın geçen gün verdiği açılış dersinde ele alınan yeni kavramlar, bundan böyle onlar da komutanın çizdiği çerçevede mi anlaşılacak artık?
Öyle görünüyor. Çünkü –bana göre- TSK bundan böyle bu yeni kavramlara ilişkin ders boyunca sıralanan yeni tariflere ilişkin de “taraf olmuştur”.
Yeni kavramlarımızı hatırlıyorsunuzdur muhakkak: Asıl olarak “modernite” ve “postmodernite”. Ayrıca “kimlik politikaları” gibi yardımcı kavramlar da var.
Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ, Habermas, Popper, Robert Antonio ve de (en şaşırtıcısı) Fukuyama’yı şahit göstererek bu kavramları da lâyık oldukları yere yerleştirmiş bulunuyor.
İsterseniz, söz konusu “tariflere” değinmeden önce, komutanın sosyoloji ve felsefenin alanına (bence) tecavüz eden bu “diskur”una yeni kavramların çağrıştırdığı bir üçüncü kavramı araya sokarak bir ad verelim: “Premodern bir diskur”.
Literatür böyle diyor çünkü, atlamamamız gerekiyor. Sıralama böyle çünkü: “Premodern”, “modern”,”postmodern”.
Niçin “premodern”?
Çünkü, herşeyden önce, içerikten önce, tarz meselesi: Bu zamanda bir ülkede ülkenin kara kuvvetleri komutanının “modernite” ve “postmodernite” tarif ve değerlendirmesine girmesi apaçık “premodern” bir davranış değil mi? (Postmodernliği bir “çılgınlık” olarak anlayanlardansanız, problem yok tabii...)
Böyle bir şeyin “modernite” ya da “postmodernite” çerçevesinde gerçekleşmesi mümkün mü? Bir komutan bu bahislere dair bilgi verecek, değerlendirme yapacak ve de ülke olarak bunların içinden hangisinin bize uygun olduğunu ilan edecek.
Bugüne kadar karşılaşılmamış, duyulmamış bir şey...
Tamam, 18. yüzyılın “aydın despotları” da felsefeye pek meraklıydılar ama (Allah için) içlerinden hiçbiri sözü dost bildikleri filozofların ağzından almaya teşebbüs etmemişti.
Bilmem hatırlıyor musunuz? Sovyetler Birliği adını taşıyan totaliter sisteme yönelik yapılan şu başta gelen eleştiriyi hatırlıyor musunuz?
Eleştirilerin şahı mevkiindeki bu eleştiri, Sovyetler Birliği örneğinden hareketle “totaliter sistem”in en “sakat” yanının, “İktidar”, “Yasa” ve “Bilgi” arasında korunması şart olan mesafeyi yok sayması olduğuna işaret ediyordu. Arka planında bir demokrasi için şart olan “devlet ve sivil toplum” ayrımının silinmesinin yer aldığı bu “sakat” ilişkide, “İktidar”ın kolu “Yasa” ve “Bilgi”ye kadar uzanabiliyordu.
Yani söz konusu alanlar arasında “medeni” bir ilişkiden ve de dolayısıyla bu alanların birbirleri karşısında muhafaza etmek zorunda oldukları “özerklik”ten eser yoktu.
Ne istiyoruz? Türkiye’nin de, artık “duvarın altında” kalmış olan bu sistemin inatçı mı inatçı bir mirasçısı olduğunu dünyaya ilan etmek mi istiyoruz?
Öyle bir Türkiye ki, felsefe-sosyoloji-siyasal bilim ve benzer disiplinlerin “kavramları”nı hiyerarşik olarak sıralamak, tariflerini yapmak, tarif seçiminde “taraf olmak” TSK’nın görevleri arasında olsun.
Bunu mu istiyoruz?
Dikkat ettim, Kara Kuvvetleri Komutanı’nın TSK’nın “görev alanına” giren kavramları daha bir zenginleştiren konuşması hiç de gereken ilgi ve tepkiyi görmedi. Bir üniversite senatosunun ortaya çıkıp “Ama lütfen, bu kavramları da bize bırakın!” şeklinde bir sitemine (bile) şahit olmadık. İstediğinde son derece eforik davranabilen YÖK’ün “İyi ama bu durumda üniversitelerimiz modernite-postmoderniteyi farklı anlar ise sonuç ne olacak?” benzeri bir soru yönelttiğine şahit olmadık.
Ben Türkiye’nin (de) artık “kavram baskısı”na (da) karşı çıkılacak bir ülke kıvamına geldiğini sanmıştım doğrusu...
Yeni Şafak, 29.9.2007
|