Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 30 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

“Türban burjuvazisi”

Şerif Mardin Hoca’nın “mahalle baskısı”na dikkat çekmesiyle başlayan tartışma “Türkiye, Malezya olacak mı?” irdelemesiyle devam etti.

Bu çerçevede, ODTÜ’den Prof. Dr. Sencer Ayata’yı Murat Yetkin’le birlikte, CNN Türk’teki Ankara Kulisi programımızda konuk ettikten sonra, sohbet olanağı da bulduk.

Sencer Hoca, “Malezya benzetmesi ve endişesini” yersiz buluyor. Sencer Hoca’nın tanımıyla AKP liderliği ve “türban burjuvazisi”nin hayali, başka bir deyişle, özendiği ülke Dubai. Bir yandan toplumda dini yönün önde olduğu, bir yandan da zenginliğin ve serbestliğin yaşandığı Dubai, Türkiye’deki İslamcı orta üst sermayenin hayallerine daha uygun düşüyor.

Bu kesimin Malezya’ya özenmesi söz konusu değil.

Prof. Dr. Ayata, Türkiye’de zenginleşen, burjuvalaşan, İslamcı tonu ağır basan bir yeni sınıf oluşmuş durumda. Siyasi otoritenin kaynak dağıtımında İslami yaşam tarzını esas alanları koruyup kollamasıyla güçlenen bu kesim “türban burjuvazisi”ni oluşturuyor. Ancak bu kesim burjuva kültürü anlamında bir alternatif oluşturmuş değil. Bu nedenle de laik burjuva kültürüne özeniyor ve onlar gibi davranmaya çalışıyor.

Türban takıyor, cemaat kurallarına göre giyiniyor, ancak tüketim kültürünü, laik burjuva kültürüne yakınlaştırmaya çalışıyor. Aynı mağazalardan alışveriş ediyor, lüks arabalara biniyor, laik burjuvanın gittiği yerlere gidiyor, onların izlediği sanat etkinliklerini izlemeye çalışıyor.

Sencer Hoca, Emine Erdoğan’ın New York’ta, “Operadaki Hayalet”i izlemesini de bu bağlamda görüyor. Marka giyinmeyi, lüks otellerden alışveriş yapmayı bunun işaretleri olarak görüyor.

Sencer Hoca, laik burjuvaya yönelmenin sosyal ve siyasal sonuçlarının da olacağı kanısında. Ona göre, zengin türbanlıların bu eğilimi, onları örnek alan tabandaki orta ve yoksul kesimi de etkiliyor. Laik kesime özenme sonucu eğer öncüler laik kesim gibi yaşamaya başlarsa, onları izleyen geniş kesimler de aynı yöne girebilir.

Milliyet, 29.9.2007

Fikret BİLA

30.09.2007


 

Uzun uzun kavaklar, dökülüyor dolarlar

Kaç gündür bekliyordum, biri çıksa da beni doğrulasa... Ara sıra doğrulanmak güzeldir. Hep küfür mü yiyeceğiz canım, zaman zaman da haklı çıkalım!

Hani demiştim ya, bu memlekette vara yoğa, yerli yersiz Anıtkabir’e gidilir, Atatürk’ün huzuruna çıkılır... Eskiden kelle hesabı yapılmazdı, artık çetelesini tutuyorlar ve ara ara da yayınlıyorlar, şu kadar bin ziyaretçiye ulaştık, aha şu anda milyonu geçtik falan diye...

Şimdi ihracatçılar da gideceklermiş.

Çünkü, Türkiye İhracatçılar Meclisi, on iki ayda tam yüz milyar dolarlık ihracat yaptığımızı açıklamış. Amerika, Avrupa, Çin ve Japonya için küçük, Türkiye için büyük bir adımdır.

Fakat herhalde Büyük Kurtarıcı, “ihracatçılar, ilk hedefiniz yüz milyar dolardır, ileri” demiş olduğu için, bunu Anıtkabir’de tescil etmek şart. Ata’ya anlatmazsan hiç kıymeti yok... Ata görecek...

Türkiye İhracatçılar Meclisi başkanı Oğuz Satıcı ve arkadaşları, pazartesi sabahı aynen Rasattepe’deler... (Oğuz Satıcı... “İsmiyle müsemma” diye işte ben ona derim!)... Böyle bir meclis varmış da haberimiz yokmuş... Hazır değişik bir meclis bulmuşken yeni anayasayı da şuna yaptırsalar.

Başlarında da, Devlet Bakanı Kürşat Tüzmen...

Çelenk koyacaklar (onlar koymayacaklar, nöbetçi koyacak da onlar da bir ucundan dokunacaklar, koyar gibi yapacaklar), saygı duruşunda bulunacaklar, şeref defterini imzalayacaklar... İşte Atam, yüz milyar dolar! (Hürriyet Gazetesi böyle başlık atmış.)

Atatürk kalkıp okuyamayacak ama muhabirler hemen koşup not edecekler.

Acaba Bekir Coşkun da içinden Onuncu Yıl Marşı’nı mırıldanarak katılmayı düşünür mü? (Böyle bir hobisi vardır.)... Çıktık açık alınla on iki ayda her turdan, on iki ayda yüz milyon dolar döviz yarattık her kurdan... Başta bütün dünyanın saydığı sayın bakan...

Bu arada bir de “ihracatçının andı” yazılmaktaymış. Onu da orada okuyacaklar, Atatürk dinleyecek. “Şurası olmamış, şöyle değiştir çocuk” diyecek.

Hani Atatürk’ün gençliğe hitabesine karşılık bir de “gençliğin cevabını” yazmışlardı da, yazanın kaç yaşında olduğunu hep merak ederdim...

Bu da öyle bir şey, çünkü ihracatçılar, “kendi alanlarındaki mücadelede onuncu yıl nutkundan ilham almışlar”.

Başarmak için de, muhtaç oldukları kudretin damarlarındaki asil kanda bulunduğuna inanmışlar, öyle diyorlar. Buna göre, ithalatçılar ya vatan haini ya kansız. Çünkü gül gibi dövizlerimizi harcıyorlar.

Nasıl bir and içecekler acaba? Bir gün Türk ihracatını müdafaa mecburiyetine düşersek, vazifeye atılmak için avro/dolar paritesinin imkân ve şeraitini düşünmeyeceğiz! Bu ihracat çok namüsait bir vaziyette tezahür edebilir... İhracatına kastedecek düşmanlar, dolar kurunu çok düşük tutarak bütün dünyada emsali görülmemiş bir dalgalanmanın mümessili olabilirler... Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün borsalarına girilmiş, bütün tahtaları kapatılmış, bütün bırokır firmaları zaptedilmiş olabilir... Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar Türkiye’ye Malezya modelini getirmek gibi bir gaflet, dalalet, ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler...

Ey Türk ihracatının evladı! Vesaire vesaire.

Bu arada haddim olmayarak benim o naçiz yazımdan da etkilenmiş olmalılar ki, “kimseyi şikâyet etmeyeceğiz” demişler. Anıtkabir tavafında bu da önemli bir aşamadır.

Ben şimdi, kendi alanında başarılı olan herkesten bir Anıtkabir ziyareti beklerim. Eskiden futbolcuları maçtan önce Eyüp Sultan’a götürürlerdi, Avrupa Kupası’na katılma hakkını elde edersek Fatih Terim de çocukları topladığı gibi doğru Anıtkabir’e...

Ya da Ertuğrul Özkök gitsin... Beş yüz bin satışı bulduk, Fotomaç’ı geçtik Atam...

Dua edin ki Matild Manukyan hayatta değil. Vergi rekortmeni, devletine bağlı, vatansever bir iş kadınıydı. Aydın Doğan Grubu yazarlarının “haydi herkes ya Anıtkabir’e ya Dolmabahçe Sarayı’na” gazına gelip “Yüce Atam, yüz bininci viziteye ulaştık” diye defter imzalamaya kalksaydı, görürdünüz siz skandalı!

Akşam, 29.9.2007

Engin ARDIÇ

30.09.2007


 

TSK ve kavramlar dünyası

Ne diyeyim bilmiyorum ki... Tamam bir şey dediğim yok; artık milletçe ikna (ve teslim) olduk ki, “ulus devlet”, “laklik”, “üniter devlet” gibi “temel” kavramlardan ne anlamamız gerektiğini TSK’ya soracağız. Ülkenin onlarca üniversitesinde bu kavramları –zorunlu olarak- ele alan onlarca fakülte-bölüm olmasına rağmen, makbul tanımlar TSK’nın üsk düzey komutanları tarafından yapılıyor ve yapılacak.

Dikkat ederseniz YÖK bu “yetki gaspı” karşısında sesini çıkartmıyor. Söz konusu kavramların nasıl anlaşılması gerektiğine karar verilecek yerlerin başında şefliği altındaki üniversiteler olduğunu, bu önemli işin TSK’nın yetki alanı dışında yer aldığını bir gün dile getirmedi bu kurum.

“Çoğulculuk”a ilişkin beslediği derin saygıdan olsa gerek...

Peki ya Kara Kuvvetleri Komutanı’nın geçen gün verdiği açılış dersinde ele alınan yeni kavramlar, bundan böyle onlar da komutanın çizdiği çerçevede mi anlaşılacak artık?

Öyle görünüyor. Çünkü –bana göre- TSK bundan böyle bu yeni kavramlara ilişkin ders boyunca sıralanan yeni tariflere ilişkin de “taraf olmuştur”.

Yeni kavramlarımızı hatırlıyorsunuzdur muhakkak: Asıl olarak “modernite” ve “postmodernite”. Ayrıca “kimlik politikaları” gibi yardımcı kavramlar da var.

Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ, Habermas, Popper, Robert Antonio ve de (en şaşırtıcısı) Fukuyama’yı şahit göstererek bu kavramları da lâyık oldukları yere yerleştirmiş bulunuyor.

İsterseniz, söz konusu “tariflere” değinmeden önce, komutanın sosyoloji ve felsefenin alanına (bence) tecavüz eden bu “diskur”una yeni kavramların çağrıştırdığı bir üçüncü kavramı araya sokarak bir ad verelim: “Premodern bir diskur”.

Literatür böyle diyor çünkü, atlamamamız gerekiyor. Sıralama böyle çünkü: “Premodern”, “modern”,”postmodern”.

Niçin “premodern”?

Çünkü, herşeyden önce, içerikten önce, tarz meselesi: Bu zamanda bir ülkede ülkenin kara kuvvetleri komutanının “modernite” ve “postmodernite” tarif ve değerlendirmesine girmesi apaçık “premodern” bir davranış değil mi? (Postmodernliği bir “çılgınlık” olarak anlayanlardansanız, problem yok tabii...)

Böyle bir şeyin “modernite” ya da “postmodernite” çerçevesinde gerçekleşmesi mümkün mü? Bir komutan bu bahislere dair bilgi verecek, değerlendirme yapacak ve de ülke olarak bunların içinden hangisinin bize uygun olduğunu ilan edecek.

Bugüne kadar karşılaşılmamış, duyulmamış bir şey...

Tamam, 18. yüzyılın “aydın despotları” da felsefeye pek meraklıydılar ama (Allah için) içlerinden hiçbiri sözü dost bildikleri filozofların ağzından almaya teşebbüs etmemişti.

Bilmem hatırlıyor musunuz? Sovyetler Birliği adını taşıyan totaliter sisteme yönelik yapılan şu başta gelen eleştiriyi hatırlıyor musunuz?

Eleştirilerin şahı mevkiindeki bu eleştiri, Sovyetler Birliği örneğinden hareketle “totaliter sistem”in en “sakat” yanının, “İktidar”, “Yasa” ve “Bilgi” arasında korunması şart olan mesafeyi yok sayması olduğuna işaret ediyordu. Arka planında bir demokrasi için şart olan “devlet ve sivil toplum” ayrımının silinmesinin yer aldığı bu “sakat” ilişkide, “İktidar”ın kolu “Yasa” ve “Bilgi”ye kadar uzanabiliyordu.

Yani söz konusu alanlar arasında “medeni” bir ilişkiden ve de dolayısıyla bu alanların birbirleri karşısında muhafaza etmek zorunda oldukları “özerklik”ten eser yoktu.

Ne istiyoruz? Türkiye’nin de, artık “duvarın altında” kalmış olan bu sistemin inatçı mı inatçı bir mirasçısı olduğunu dünyaya ilan etmek mi istiyoruz?

Öyle bir Türkiye ki, felsefe-sosyoloji-siyasal bilim ve benzer disiplinlerin “kavramları”nı hiyerarşik olarak sıralamak, tariflerini yapmak, tarif seçiminde “taraf olmak” TSK’nın görevleri arasında olsun.

Bunu mu istiyoruz?

Dikkat ettim, Kara Kuvvetleri Komutanı’nın TSK’nın “görev alanına” giren kavramları daha bir zenginleştiren konuşması hiç de gereken ilgi ve tepkiyi görmedi. Bir üniversite senatosunun ortaya çıkıp “Ama lütfen, bu kavramları da bize bırakın!” şeklinde bir sitemine (bile) şahit olmadık. İstediğinde son derece eforik davranabilen YÖK’ün “İyi ama bu durumda üniversitelerimiz modernite-postmoderniteyi farklı anlar ise sonuç ne olacak?” benzeri bir soru yönelttiğine şahit olmadık.

Ben Türkiye’nin (de) artık “kavram baskısı”na (da) karşı çıkılacak bir ülke kıvamına geldiğini sanmıştım doğrusu...

Yeni Şafak, 29.9.2007

Kürşat BUMİN

30.09.2007


 

Türkiye’nin zencileri artık laik seçkinler olmuş

Baskı denilen şey ille de tamimle yapılmaz. Önemli olan genel havadır. Ortam kendi koşullarını kendiliğinden dikte eder. Havaya böyle uyulur.

Havada hangi elementler ağır basıyor ise insanlar onu solur. Şimdi dindarlık moda.

Mahalle baskısını birebir mahallede aramak ve oturup işi bu dar boyutuyla tartışmak Türkiye için vakit kaybı.

Türkiye’nin kendisi büyük bir mahalle.

Bu mahallenin laik elitleri kan kaybediyor. Günümüz Türkiye’sinde laik ve seçkin olmak bir kusur! Türkiye’nin zencileri artık onlar.

Bu itiş kakış büyük mahallenin lehine mi, onu zaman gösterecek.

Allah sonumuzu hayretsin.

Hürriyet, 29.9.2007

Zeynep GÖĞÜŞ

30.09.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri