Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 07 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Prof. Ergun Özbudun: Bir ideolojiye angaje olan bir anayasa demokratik olamaz

* Sivil bir anayasanın, bütün vatandaşlara eşit mesafede olması gerekiyor. Bu da, anayasanın bir ideolojisi olmaması zorunluluğunu getiriyor. Ama burada karşımıza Kemalizm çıkıyor. Anayasa hukukçusu Prof. Zafer Üskül’e yapılanları gördükten sonra, yeni anayasa “ideolojisiz ve çağdaş” olsun diyebilecek biri çıkabilir mi sizce?

Demokratik bir anayasanın, bir ideolojiye angaje olmaması, çeşitli ideolojik görüşlere eşit mesafede olması gerekir. Çünkü anayasalar yöntem kuralları üzerinde yapılan uzlaşmaya dayanırlar. İktidarın nasıl belirleneceği, nasıl el değiştireceği, nasıl denetleneceği konusundaki kurallardır bunlar. Bu yöntemler üzerinde oydaşma, uzlaşma mümkündür ve gereklidir. Ama politikalar, ideolojiler üzerinde oydaşma aranamaz. İdeolojiler üzerinde oydaşma ararsanız, bu artık demokratik bir sistem olmaz. Çünkü siyasi rekabetin bir anlamı kalmaz. Mesela bir anayasa sosyalist ideolojiyi yansıtırsa, bu anayasa çerçevesinde piyasa ekonomisine taraftar liberal partilerin iktidara gelip programlarını gerçekleştirmeleri imkânsız gibidir. Aynı şekilde anayasa sosyalist değerleri yasaklarsa, o zaman da sosyalist partinin iktidarda sol program uygulaması imkânsızdır.

* Aynı şekilde bizim Anayasamız da Kemalist ideloojiyi yansıtıyor.

Bu anayasa hiçbir yerde Kemalizm deyimini kullanmamış.

* Atatürk ilkeleri ‘altı ok’ değil mi? Bunlar, laiklik, devrimcilik, milliyetçilik, cumhuriyetçilik, halkçılık, devletçilik. Bu ‘altı ok’ Kemalizm demek değil mi?

‘Atatürk ilke ve inkılapları’ kavramını kullanıyor Anayasa. Bunu yorumlamak da büyük ölçüde yargı organına kalıyor. Özellikle Anayasa Mahkemesi zaman zaman bu kavramlara ideolojik bir içerik verdi. Eğer Atatürk ilke ve inkılapları, onun çağdaşlaşma idealine bağlılık anlamında yorumlansaydı, bu sakıncalar çıkmayacaktı. Şimdi anayasada yapılması gereken bir yandan Atatürk’ün fikri mirasına manevi bağlılığın vurgulanmasıdır ama öte yandan da bu kavramları ideolojik araçlar haline getirecek formülasyonlardan kaçınılmasıdır.

* Peki Kemalizm’i ya da başka bir ideolojiyi referans alan bir anayasa, çağdaş ve sivil olabilir mi?

Bir ideolojiye angaje olan bir anayasa çağdaş ve demokratik olamaz.

* Darbe anayasasını sürdürmek isteyenler özellikle Kemalizm konusunu suiistimal edecekler. Demagojiler şimdiden başladı. Buna karşı ne yapacaksınız?

Aklın ve mantıksal muhakemenin demagojilere uzun vadede galip geleceğini umuyorum. Biz doğruları anlatmaya devam ederiz. Kimsenin art niyeti olmadığı umarım herkesçe anlaşılır. Prof. Zafer Üskül’e karşı gösterilen tepkileri fevkalade haksız ve yersiz buluyorum. Üskül’ün mesajı yanlış anlaşıldı. Kaldı ki bu fikirler yeni de değil. Bu fikirler 1997 yılında, merhum Prof. Bülent Tanör tarafından TÜSİAD için hazırlanan ‘Türkiye’nin Demokratikleşme Perspektifleri’ adlı raporda ifade edildi. Tanör 1999’daki ikinci raporunda da bu fikirleri tekrarladı. Türkiye Barolar Birliği’nin 2001’deki çalışmasında da büyük ölçüde aynı düşünce hâkim oldu. Fakat Türkiye’de ironik bir durum var.

* İronik olan nedir?

Bir mesajın özüne ve içeriğine bakılmıyor da, kimin tarafından ne zaman söylenildiğine bakılıyor. A söylediğinde hiç tepki görmüyor. B söylediğinde vatana ihanet biçiminde takdim ediliyor. Bu beni hayal kırıklığına uğratıyor. Yani başkaları söylediğinde olumlu karşılanan bir fikri, bir mesajı, Zafer Üskül AK Parti milletvekili olarak ileri sürdüğü için eleştirilere uğradı. Toplumdaki önyargıların ne kadar güçlü olduğunu gösteren bir olay bu.

* Anayasalar, ‘vatandaşı devlete karşı korumak içindir’ denir. Bizim Anayasa ise tümüyle devleti vatandaşa karşı koruyor. Bunu tersine çevirebilecek misiniz?

Eğer bu tersine çevrilmeyecekse, yeni bir anayasa yapma girişiminin hiçbir anlamı yoktur. 1982 Anayasası gerçekten devleti ve devlet otoritesini korumak önceliğiyle hazırlandı. O günün şartları bir iç savaş şartlarıydı ve devlet otoritesinin yeniden tesisi öncelik taşıyordu. Fakat aradan 27 yıl geçti. Hâlâ vesayetçi anlayışı korumak, devlete vatandaş karşısında öncelik vermek anlamsız. Üstelik anayasaların temel felsefesi her zaman için vatandaşı devlete karşı korumaktır, devleti vatandaşa karşı korumak değil. Elbette devlet otoritesi korunacak. Kimse anarşik bir hayatı savunamaz, çünkü anarşi vatandaşın hiçbir hürriyetini kullanamaması demektir. Fakat mesele bir öncelik meselesidir. Her demokratik anayasada olduğu gibi bizim yeni anayasa da hükümlerini düzenlerken, bireyi eksen almalıdır.

* Yeni anayasada YÖK’ü kaldıracak mısınız?

Siyasi otorite karar verecek buna. Ben YÖK’ün kaldırılmasını düşünmüyorum ama YÖK’ün bu şekilde muhafaza edilmesi de mümkün değil. YÖK üniversitelerin iç işleyişlerine, müfredatlarına, atamalarına, rektör seçimine müdahale etmeyen, yetkileri sınırlı bir koordinasyon organı haline gelebilir.

* 12 Eylül darbesi ve takipçileri en çok üniversite özgürlüğünden korkarlar. Gelişmiş ülkelerdeki gibi bir üniversite yapısına karşı ne tür tepkiler bekliyorsunuz?

Mevcut demokratikleşme ortamında, ‘Üniversiteler zapturapt altına alınsın. Bir merkezden yönetilsin’ demek ve YÖK’ün statüsünü savunmak hiç kolay değil. Doğrusu karşı argümanların nasıl savunulacağını merak ediyorum. İlke olarak kim akademik özgürlüklere karşı çıkabilir ki bugün?

* Peki Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun kararları yargı denetimine açılacak mı? Şemdinli savcısının yaşadıklarını gördük. Meslekten men edildi.

Bu kurulun kararlarının yargı denetimine tabi olmaması, hukuk devleti açısından eksikliktir. Bu kurul, hâkim ve savcıların statüleri, tayinleri, disiplin cezalarıyla ilgili idari kararlar veriyor. Her idari karar gibi bu kararlar da yargı denetimine açılmalı. Anayasanın bunu sağlayacağını umuyorum.

* Yüksek Askeri Şûra kararları yargı denetimine açılacak mı?

Aynı nedenle Şûra’nın kararları da yargı denetimine açılmalı. Hukuk devleti istisna tanımamalı.

* YAŞ kararıyla askerlikten atılanlara yargıya başvurma imkânı getirilecek demek değil mi bu?

Elbette.

* Din dersleri konusunda anayasada neler olacak?

Bilemiyorum. Taslağı, açıklamaya yetkim de, hakkım da yok. Bana göre, zorunlu din dersleri laik devlet yapısıyla bağdaşmaz. Din dersleri zorunlu olmaktan çıkarılmalı, tercihe bırakılmalı. Ya 1961’de olduğu gibi isteğe bırakılmalı, ya da muaf olabilme imkânı tanınmalı. Din vicdani bir alandır. Laik bir devletin, objektif de olsa, istemeyen birine din eğitimi vermeye hakkı yoktur. Ama isteyene verir.

* AKP’nin din dersleri konusunda tarafsız ve çağdaş bir tutum alabileceğini düşünüyor musunuz?

Bilemiyorum. Onu ileride göreceğiz.

* Son bir soru. AKP bir yandan sizinle parlamenter sistemi esas alan, cumhurbaşkanının yetkilerini sembolik kılan yeni anayasa projesi yürütüyor. Bir yandan da cumhurbaşkanını halka seçtirmek için bir anayasa değişikliğini referanduma sunuyor. Cumhurbaşkanını halkın seçmesi başkanlık sisteminin önünün açılması demek. AKP ne yapmak istiyor?

Sorunuz haklı. Eğer cumhurbaşkanını bu kadar sembolik hale getiriyorsak, niye halka seçtiriyoruz? Bana göre, cumhurbaşkanının yetkileri meselesi, seçilmesi meselesinden çok daha önemli. Esas olan cumhurbaşkanının parlamenter rejimle bağdaşmayan yetkilerinin kaldırılmasıdır. Bu takdirde cumhurbaşkanını parlamentonun seçmesi de belki düşünülecektir.

Radikal, 6 Ağustos 2007

Konuşan: Neşe Düzel

07.08.2007


 

Kazasız belâsız yemin törenini de atlattık

Dünkü gazetelerin hemen hepsinde vardı. Yeni seçilen milletvekillerinin yemin törenini –kazasız belasız- tamamlamaları memnuniyet verirken, bir grup DTP’li milletvekilinin MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ile tokalaşması gönüllere –adeta– su serpmişti...

Bir gazete TBMM çatısı altında geçirilen ilk günü şöyle özetliyordu:

“Meclis gerilim değil, jestlerle açıldı.”

TBMM çatısı altında tek bir Kürtçe sözcükten ve o “sinir bozucu” renklerden eser yoktu.

Ne mutlu bize....

“Yemin töreni”, yani Anayasa’daki haliyle “Andiçmek” töreni.

İsterseniz vakit geçirmeden bu meselenin bütününe ilişkin ne düşünüyorum onu açıklayayım:

Benim temennim, ortaya çıkacağı söylenen “sivil anayasa”nın bu “yemin” bahsine (de) yer vermemesi doğrultusundadır.

“Yemin”i siyasal hayatın dışına çıkarmak en doğru yoldur herhalde. Siyasal hayatın kurucusu, arkasında mutlaka bir tür moral olan “yemin” değil de “sözleşme” ise (ki öyle) milletvekillerine andiçirmekten vazgeçmek gerekiyor.

(...)

Bir zamanlar Nazlı Ilıcak bir toplantıda söyleyince hoşuma gitmişti. Ilıcak, sözü milletvekillerinin yemin metninde bulunan “Atatürk inkılaplarına” getirerek –ve haklı olarak- “Milletvekilleri bunun üzerine yemin ettiğinde şapkaya yemin etmiş oluyor. Bu komik. Bunun laiklikle ilgisi yok. İnsanların inandıkları bir şey üzerine yemin etmesi daha uygun olur” demişti.

Evet, “yemin”i siyasal alana taşıdığınızda karşılaşılan ilk soru budur: Ne üzerine yemin edilecek?

Bu konu önemli, çünkü özellikle bizim gibi anayasaları yap-boza dönen ülkelerde üzerine yemin edilen “şey” olduğu yerde durmuyor, devamlı değişiyor.

Bu çerçevede Kanun-i Esasi’den 82 tarihlisine kadar anayasalarımızı gözden geçirdiğimizde milletvekili yeminlerinin değişiklik geçirdiğini görüyoruz.

Mesela bugünkü metinde adı geçen “Türk” sözcüğü.

“Türk” sözcüğünün yemin metninde yer alması –sanılanın aksine- çok yeni bir hadisedir. Bu sözcük 82 Anayasası’nın bir katkısıdır. (Bunun dışında, benim bildiğim kadarıyla, 61 Anayasası için dönemin Milli Birlik Komitesi tarafından getirilen kanunda yer almaktadır.)

1924 ve 1961 Anayasaları “Türk milleti” yerine “millet” demekle yetinmiştir.

Yemin metinlerinde neyin üzerine yemin edildiğinin de farklılık arz ettiğini söylemiştim. Nitekim elimizdeki 7 yemin metni karşılaştırıldığında, hepsinde ortak olan tek sözcük “namus”tur. Bu sözcüğü “şeref” (4 defa) ve “mukaddesat” (3 defa) izlemektedir.

Bu metinlerde karşılaştığımız önemli bir husus da şudur: 82 Anayasası hariç bütün anayasalarda milletin ya da halkın “mutluluğu” için çalışılacağından söz edilmektedir. (Soru: 82 Anayasası bu sözcüğe niçin yer vermemiştir)

“Atatürk ilke ve inkılapları”nın yemin metninde yer alması da yeni bir hadisedir. Tahmin ettiğiniz gibi, bu katkıyı yapan da 82 Anayasası’dır. Yeminin bu faslı –haklarını yemeyelim- 61 Anayasası’nı kaleme alınların bile aklına gelmemiştir. 61 Anayasası, 82 Anayasası’nda yer alan “...demokratik ve laik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma...” ifadesi yerine “...demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine bağlı kalacağıma” ifadesiyle yetinmiştir. Doğrusu çok da iyi etmiştir.

O halde “sivil anayasa”da, başımıza -bir de- “yemin metni”nden kaynaklanması muhtemel sorunlar almaktan kaçırmak için birçok Batı ülkesinde olduğu gibi “yemin”i sadece cumhurbaşkanları için öngörmemiz en yerinde seçimdir. Bu çerçevede –yine bazı ülkelerde olduğu gibi- cumhurbaşkanlarının canları neyi çekiyorsa onun üzerine yemin edebilmelerinin yolu da açılmalıdır.

Yeni Şafak, 6 Ağustos 2007

Kürşat BUMİN

07.08.2007


 

Anayasal Türklük

Askerler, 1961 Anayasası’nda Türkiye devletine “vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür” dediler; 1982 Anayasası’nda bunu aynen tekrarladılar.

Halbuki, 1924 Anayasası’nın 88. maddesi şöyleydi: “Türkiye’de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese Türk denir.”

Aradaki farklar önemlidir.

“Herkes Türktür” demek başka, “din ve ırk” farkının olduğunu kabul edip buna göre vatandaşların “ayırt edilmeyeceğini” hükme bağlayarak yurttaşlara “vatandaşlık bakımından Türk denileceğini” söylemek başkadır.

CNN Türk’teki programımda Prof. Ergun Özbudun, 1924 Anayasası’nın hukuki açıdan “Türk” kavramını “anayasal vatandaşlık” anlamında kullandığını, bu bakımdan, sonraki anayasalara göre daha çağdaş olduğunu söyledi. Gerçekten çağımızda kişinin anayasal hak ve ödevleri ırk, etnisite veya dine göre değil, “vatandaşlık” statüsüne göre belirlenir.

Ayırımcı tanımlar

Vatandaşlık teriminin ırki, etnik ve dini özelliklerden arındırılarak sırf hukuki, sırf ‘anayasal’ bir anlam kazanması dünyada da, bizde de kolay olmadı. Meşhur ‘Alman ırkçılığını’ hatırlatmaya gerek bile yok; Alman vatandaşlığının ırka dayandırılmasının ne belalar getirdiği malumdur.

Fransız kültüründe vatandaşlık şeklen “anayasal vatandaşlık” gibi gözükmesine rağmen, tarihte, Devrim’in ideolojik radikalizmi yüzünden “Cumhuriyet’in paryaları” işlemi yapılan ikinci sınıf vatandaş kategorileri yaratıldı, bu durum büyük çatışmalara sebep oldu.

“İyi bir Katolik”in devlet gözünde “Kötü bir vatandaş” diye görülmesi gibi!

Bertr Taithe’in “Citizenship and War” adlı kitabı, “Fransız olmanın zorluğu” yüzünden Fransa’nın çektiği sıkıntıları anlatır.

Yabancıyı vatandaşlığa kabulde elbette kısıtlamalar olur, ama kişi “vatandaş” olduktan sonra ırkı, dini, felsefesi, etnik kökeni ne olursa olsun “eşit, özgür vatandaş” olmalıdır; ülkeye aidiyeti ve anayasayı benimsemesi o zaman daha kolay olur. Anglo-Sakson geleneğinde vatandaşlık anlayışı böyledir.

“Vatandaş” kavramı, ülkedeki çeşitli insanların bir kısmını dışlayıcı çağrışım yapacak nitelikte olmamalı, aksine hepsi için ortak değer oluşturacak bir anlayışı, bir kültürü yansıtmalıdır.

(...)

Demek ki, Türk kavramı ile vatandaş terimi arasındaki ilişkiyi sağlıklı bir tarzda kurmalıyız ve “vatandaşlık bağı”nın önemini vurgulamalıyız. Derin köklere sahip etnik bir sorunu yaşamakta olan Türkiye’de “vatandaşlık” terimi hukukuyla da, kültürüyle de birleştirici çağrışımlar yapacak nitelikte olmalıdır.

Bu bakımdan 1924 Anayasası’ndaki hüküm elbette daha iyiydi; “vatandaşlık bakımından” vurgusu elbette isabetliydi.

Tabii bu, 1924 Anayasası’nın bütünüyle daha iyi olduğu anlamına gelmez, oradaki “kuvvetler birliği” gibi bazı hükümler bugün düşünülemez bile.

Milliyet, 6 Ağustos 2007

Taha AKYOL

07.08.2007


 

Kuraklık ve yağmur duâsı

Türkiye’de bazı medya mensuplarının eline, edep ve nezaket yoksunluğunda, İslâm ve değerleri konusunda bilgisizlikte ve ona karşı kayıtsızlıktan öte düşmanlıkta su dökebilecek kimse var mıdır bilmiyorum.

(...)

Aynı malum medyada bazılarının halkın “yağmur duası”yla ilgilenmeye başladığını görüyoruz. Duanın anlam ve niteliğinden habersiz bu medya mensupları, yağmur duasını bazen “Yağmur duaları kabul olmadı” şeklinde haber yapmakta; bazen de haberi verirken, “İşimiz Allah’a kaldı” başlığını kullanmaktadır. “İşimiz Allah’a kaldı” ifadesi, iyi niyetle kullanıldığında, bir neticeye ulaşmak için gerekli bütün sebepleri yerine getirdikten sonra -ki, bu sebepleri tayin buyuran ve onların yerine getirilmesini emreden de Allah’tır- artık neticeyi Allah’a havale etme manasında bir “tefviz” ifade eder. Ama bu medyanın bu gerçeklerden haberdar olması beklenemez. Onların dilinde “İşimiz Allah’a kaldı” demek, halkın duasıyla, din ile inanç ile alay manası taşır; sanki dünyaya kendileri gelmiş, dünyada hayat şartlarını kendileri hazırlamış, yağmuru kendileri veya başka güçler, mesela “tabiat” yağdırıyormuş gibi, kendi bedenleri üzerinde bile hakimiyetleri yokken hayatın ve dünyanın hakimi imişler gibi bir küstahlık anlamı taşır.

Kur’an-ı Kerim, Peygamber Efendimiz (sas) döneminde Mekke’de yaşanan bir kuraklıktan “ceza, azap” olarak söz eder ve, “Onları içinde kıvrandıkları bu (kıtlık ve kuraklık) cezasına çarptırdık; böyleyken bile Rabb’lerine boyun eğip, yalvarmaya durmadılar.” (Mü’minûn Sûresi/23: 76) buyurur. Kıtlık ve kuraklığın fizikî sebeplerinin olması, onların Allah’ın bir cezası olmasına mâni değildir; çünkü neticeler gibi sebepleri tayin buyurup yaratan da Allah’tır (cc). Dolayısıyla, kuraklık zamanı yağmur duasının vaktidir ve sebebidir. Nasıl günlük namaz vakitleri beş vakit namazın sebebidir; nasıl ay ve güneş tutulması husuf ve küsuf namazı denilen hususi bir namazın sebebidir -ki bu namaz, ne zaman tutulacakları ve açılacakları önceden belli olan ay ve güneşin açılması için kılınmaz; kuraklık da, yağmur duasının sebebidir. Bize düşen, o duayı yapmak, günahlarımızdan, hatalarımızdan istiğfar ile Allah’a yönelmektir. Bunu yapmamak, hatayı katlar. Cenab-ı Allah (cc), dilerse ve çarkı, elbette onları da ihmal etmemekle birlikte sadece tek tek fertlerin, tek tek toplum veya yerleşim bölgelerinin isteğiyle, sadece tek bir sebep ve neticeye bağlı olarak dönmeyen hikmetine uygun düşerse yağmur verir; dilemez ve hikmetine uygun düşmezse vermez. Ama O, halisane yapılan her duayı kabul eder. Dua, birkaç çeşittir: Biri, varlıkların hal ve kendilerine verilen kapasite, kabiliyet diliyle yaptıkları duadır. İkincisi, fiilî duadır. Mesela çiftçinin toprağı sürmesi, hastanın doktora gitmesi, fiilî birer duadır. Bu dualar, genellikle aynen kabul görür. Üçüncüsü, zorda kalanın yaptığı halis duadır ki, bu da çoğunlukla aynen kabul edilir. Dördüncüsü, mesela kuraklık gibi bazı durumlarda, Cenab-ı Allah’tan bağlı bulunduğumuz sebepler haricinde gerçekleşmesini dilediğimiz bazı neticeler için yaptığımız duadır ki, yağmur duası bunlardan biridir. Cenab-ı Allah, bu duaları da genellikle bir ibadet olarak kabul buyurur ve bazen istediğimizi aynen verir, bazen bizim için hayırlı olanıyla verir, bazen de dünyada vermez, ahirete bırakır. Ama yağmur dualarının ez az 100’de 90 nispetinde hep aynen kabul edildiğine şahit oluruz. Ve biz, her işimizde, her ânımızda daima Allah’a muhtacız.

Zaman, 6 Ağustos 2007

Ali ÜNAL

07.08.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri