Doğrusunu isterseniz, bana artık birilerinin hangi tartışmanın ne zaman yapılması gerektiği konusunda “zamanlama direktörlüğü” ne soyunmasından gına geldi.
“Türban yasağının kalkması... Hayır, durun, daha zamanı değil. Federasyon tartışması... Zinhar başlatmayın, zamanı değil. Anayasa’daki Atatürk milliyetçiliği dayatması... Onun da zamanı değil.
Peki kim ayarlıyor bu zamanlamayı? Hepimiz biliyoruz ki, herkes için aynı zamanda gelmiyor “zaman”.
İdrakin gongları herkes için başka zamanlarda vurabiliyor. Ve insanlar, gong kendileri için vurduğunda, o anı “doğru an”; karşılarında yıllardır ayan beyan görülmeyi bekleyen gerçeğin kavranabileceği tek zaman sanabiliyor. O gerçeğin ancak o anda keşfedilebileceğini; o tartışmanın ancak o zaman başlayabileceğini; o değişimin ancak o zaman yapılabileceğini zannediyor. Kendi geçmişiyle tutarlı kalabilmek için de “O zaman öyle gerektiğine” “O gün için doğru olanın o olduğuna” “ama artık başka türlü düşünmenin ve davranmanın zamanının geldiğine” hem kendini hem de bizi inandırmaya çalışıyor. Aslında böyle şeylerin zamanı ne zamandır, biliyor musunuz? O fikir tek bir insanın aklında tomurcuklandığı anda, o insan için bunu ortaya atmanın zamanı gelmiş demektir. Çoğunluk kavrar, kavramaz; kabul eder etmez; o başka mesele... Ama kimse, o insana “şimdi zamanı mıydı bunları söylemenin” diye karşı çıkamaz.
Kaldı ki, böyle erken idrak eden beyinler sayesinde toplumlar da bu fikirlerle bir an önce yüz yüze gelmiş olurlar, bir an önce tartıp biçmeye başlarlar. Prof. Zafer Üskül’ün “her türlü ideolojiden arındırılmış bir Anayasa” fikri, ilk kez ortaya atılmıyor. Bizzat Üskül tarafından daha önce defalarca dile getirilmiş, TÜSİAD Raporu’nda da yer almış bir fikir.
Ayrıca hepimiz yıllardır “ideolojik devlet” fikrine karşı yazıp çiziyor, “hizmet örgütü” ya da “teknik devlet” gibi isimlendirmelerle devletin her türlü ideolojiden arınması gerektiğini vurguluyoruz. Ehh, ideolojisiz bir devletin ancak ideolojisiz bir anayasayla mümkün olabileceği açık değil mi? Hizmetkârın efendisine ideoloji dikte ettiği nerede görülmüş? O zaman, neden “hizmet örgütü” lafına karşı çıkmayanlar şimdi hop oturup hop kalkıyor? Üskül’ün önerisini anlamak niyetinde olanlar, o açıklamada asıl vurgunun “renksizlik” üzerine yapıldığını görürler.
Evet, anayasalar tıpkı devletler gibi renksiz, kokusuz, fikirsiz, yansız olmalıdır. Toplumdaki çeşitliliği kucaklamalarının, birleştirici bir metin olmalarının, o toplumda yaşayan herkesin altına imza atabileceği toplumsal bir sözleşme niteliği taşımalarının başka yolu yoktur. Bugünkü anayasamız, bütün vatandaşlar için Atatürk milliyetçisi olmayı bir Anayasa emri haline getiriyor. Atatürk milliyetçisi olmayanlar da anayasa suçu işlemiş duruma düşüyor. Bu maddeleri savunanlar da “Atatürk ülkemizin kurucusu olan, bütün halkın kalbinde yer etmiş tarihi bir şahsiyettir, Anayasa’da yer almasından ne zarar gelir” diyorlar...
Evet, zarar gelir... Nasıl, halkın yüzde 90 küsuru Müslüman diye anayasamızda “İslâm devleti” yazması olacak şey değilse, halkın büyük çoğunluğu Atatürk milliyetçiliğini benimsiyor diye, herkesi Atatürkçü olmaya zorlamak da olacak şey değildir.
Birincisi inanç özgürlüğüne aykırıdır, öbürü de düşünce ve ifade özgürlüğüne... Ayrıca unutmayın ki, Kemalizmin ve 6 ok’un Anayasa’ya giriş tarihi 20’li yıllar değil, 1937’dir. Atatürk’ün ölümüne beş kala, tek partili bir rejim sürerken, hükümetin dünya çapında yükselen faşizmin etkisi altına girdiği koşullarda CHP’nin tüzüğünden alınıp Anayasa’ya aktarılmış bir hükümdür bugün tartıştığımız bu maddeler... Bugünün 1937’ye kıyasla tanınamayacak kadar gelişmiş, gürbüzleşmiş, çeşitlenmiş Türkiye’sini 70 yıl öncesinin tek parti ideolojisinin tanımları içine hapsetmeye çalışmak; yaşadığımız muazzam çeşitliliği bu dar kalıplar içinde boğmaya çabalamak nafiledir.
Türkiye asla tek tip düşünceli insanların ülkesi olamaz artık. Olsa olsa kocaman bir “takiyeciler” ülkesi olabilir.
Bugün, 1 Ağustos 2007
|