|
|
|
Silâhçılar ve Irak |
Saddam Irak’ta iktidara geldiğinde kişi başına gelir on iki bin dolarmış. Gittiğinde bin dolara düşmüştü. Neden?
Silahlanarak Arap dünyasının lideri olmağa kalkıştığı için... Büyük ve inanılmaz bir petrol gelirine rağmen hayata ‘insan odaklı’ bakmayıp megolamanyak hayaller peşinde tükenmek ve ülkeyi tüketmek...
Paraları, halkın özgürlüğüne ve zenginliğine akıtmak yerine silahçılara akıtmak...
***
Geçen gün Irak halkının durumunu yansıtan kırk beş sayfalık bir rapor yayınlandı. Ürpertici şeyler anlatmakta. Şu anda Irak’ta sürekli beslenmekten mahrum dört milyon insan var. İki milyon insan ülke içinde göç etmiş, iki milyonu ise yurt dışına göçmüş.
Yiyecek yok... Barınak yok... Su yok... Sağlık, eğitim, iş de hak getire... Nufusun yüzde 43’ü yetersiz beslenmeden muzdarip...
***
Silahçılar en çok da çocukların yaşamını çalıyor. Saddam zamanında yeterli beslenmeden mahrum çoçukların oranı yüzde 19’muş... Şimdi yüzde 28’e çıkmış. Irak için 200’ü yabancı, sekseni Iraklı toplam 280 sivil toplum örgütünün Irak Raporu ile...
ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın Arap ülkelerine yapacağı dört günlük gezisi çakıştı. Rice, gezisinin ilk durağı olan Mısır’a uçmadan önce de Arap ülkelerine gerçekleştirilecek olan milyarlarca dolarlık silah satış programını açıkladı... Silah satış programının Ortadoğu’da istikrarsızlığa neden olmayacağını söyledi. Baktım silahçılar gene sahnede.
***
ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, Arap ordularına satılacak silahların Irak ve Körfez ülkelerinin güvenliği ve istikrarına destek olacağını söylemekte. Rice, ‘Washington’un bu programıyla bölgede korku ve kaygı yaratmayı amaçladığını’ savunan İran yönetiminin bu iddialarını da reddediyor.
İran’ın, ABD’nin hayata geçirmek istediği Ortadoğu projesini engellemek isteyen tek ülke olduğunu ifade eden Rice, ‘bölgede istikrarsızlık olursa bunu İran yönetimine bağlamak gerekir’ dedi.
***
Kimler ne kadar silahlanıyor diye de baktım. Washington İsrail’e 10 yıl içinde 30 milyar dolar tutarında askeri yardımda bulunacak... İsrail ile barış anlaşması imzalayan Mısır’ın 13 milyar dolar yardım alacağı belirtiliyor. Amerikan basınına göre Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt, Katar, Bahreyn ve Umman’a yapılacak askeri yardım da en az 20 milyar dolar olacak.
***
Peki, neden bu silahlanma? Savunma Bakanı Robert Gates ile Ortadoğu bölgesini ziyaret eden Rice, bu soruya da cevap veriyor. Silah satış paketinin en az 5 milyar en çok da 20 milyar dolar arasında olacağını ifade eden Rice, silah satışının bölgedeki ılımlı güçlere yardım edeceği iddiasında.
Yani... Rice’a göre İran, Suriye, Hizbullah ve El Kaide’nin bölgedeki olumsuz etkilerini silmek amaçlanmakta. Başka... Bölgedeki ortaklarının savunma kapasitelerini güçlendirmeye yardım ettiklerini söyleyen Rice, Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkelerine askeri teknoloji ve silah satışını öngören planla ilgili görüşmelere başlamayı planladıklarını da açıkladı.
Amerikan Savunma Bakanlığı Pentagon’un silah satışı yapılmasının planlandığını bildirdiği Suudi Arabistan ile Bahreyn, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri gibi Körfez ülkelerine yapılacak askeri yardım miktarıysa Rice’ın açıklamasında yer almadı.
***
Silahçılar nedeniyle Ortadoğu fakirleşiyor. Sefalet batağına battıkça krizler büyüyor. Kriz büyüyünce yeniden silahçılar devreye giriyor. Neyse ki silahçıların ABD’de de büyük ve keskin bir muhalif grubu var:
Bilgisayarcılar. Clinton onların temsilcisiydi.
***
Dünyanın... Özellikle de çocukların geleceği... Bu silahçıların geleceğiyle ters orantılı. Silahçıların sonu geldikçe... İnsanlığın önü açılacak.
Star, 1 Ağustos 2007
|
Mehmet ALTAN
02.08.2007
|
|
|
İşin aslı |
Gizli planmış. ABD’yle Türkiye’nin Kuzey Irak’a yapacağı ortak operasyon. Nasıl bir gizlilikse davul zurnayla geliyor.
Gününü ve saatini de bildirirlerse harika olur. Kuşlar bile kaçar. Geriye sadece dağlar ve taşlar kalır.
***
Hayır, böyle olmaz. Çünkü ciddiyetle bağdaşmaz. Öyleyse bu nedir?
Büyük ihtimalle bu şudur: Orada çatışma olmayacak. Dağlar taşlar boş yere bombalanmayacak. Sadece, terör elebaşıları, cımbızla çeker gibi teker teker toplanacak. Hepsinin yerleri yurtları belli. Özel timler -elleriyle koymuş gibi- onları köylerde, kasabalarda, şehirlerde, ofislerde, dükkânlarda, şuralarda buralarda çatkapı tutuklayacak. Kaçmak için hiçbir yerleri yok. Yol haritası ABD’nin elinde.
Barzani ne yapacak? Hiç. Seyredecek.
***
Yâni, operasyon diye davul zurna çalışımızı yadırgamayın. Kuzey Irak’a girip binlerce adam öldürecek değiliz. Sadece bataklığı kurutacağız. 5-10 kişiyi paketleyip getireceğiz.
Dışarısı böyle. Peki içerisi? İşte o bir tuhaf.
Bugünkü teknolojiyle mayınlara hâlâ bir çare bulunamayışı hayrettir. Bir başka hayret de gündüz külahlı gece silahlı grupların bir türlü kontrol altına alınamayışıdır. Acaba dışarısı biterse, içerisi de biter mi? Yoksa bunlar, kontrolden çıkmış serseri güruhlar mı? En geç 1 ay içinde bunu da öğreneceğiz...
Posta, 1 Ağustos 2007
|
Rauf TAMER
02.08.2007
|
|
|
Böyle yemin olmaz |
“Atatürk inkılapları” deyince hepimizin aklına Atatürk (1923-1938) döneminde yapılan reformlar geliyor. Cumhuriyetin kuruluşu... Hilafetin kaldırılması... Latin alfabesine geçiş... Saat, takvim ve ölçülerde Batı standartlarının kabulü... Medeni Kanun... Soyadı Kanunu ve diğerleri...
Bu reformların bazıları eleştirilmiştir: Mesela kalkınmayla Latin alfabesinin hiçbir ilişkisi yoktu. Japonya ekonomik atılımını yaparken Latin alfabesini mi kullandı?
Öte yandan, o eleştirileri yapanlar da dahil olmak üzere vatandaşlar bu inkılapları benimsedi. Uysa da benimsedi, uymasa da!
Örneğin ‘ paşa’ deyip duruyoruz. Bu yaptığımız ‘lakap ve unvanların’ kaldırılmasına ilişkin 1934 tarihli kanuna aykırı. Ama kimse, “Bu kanunu lağvedelim” demiyor.
Gelelim ‘ Atatürk ilkeleri’ne...
Bir arkadaşıma sordum: Atatürk ilkeleri nelerdir? Saymaya başladı: “Laiklik, milliyetçilik, cumhuriyetçilik, devletçilik, devrimcilik ... Kaç etti? Beş... Bir tane daha vardı... Neydi yahu?” Halkçılık mı? “Hah, evet halkçılık.”
Vaziyete bakar mısınız?
Atatürk ilkeleri denince insanlar hep o altı maddeyi saymaya çalışıyor. Nedir bu altı madde? Çok açık: CHP’nin ‘6 Ok’u...
Yani bir kişi, “Atatürk ilkelerine bağlıyım” dediği anda “CHP’nin ilkelerini benimsiyorum” demiş oluyor.
Milletvekili yemininin bir bölümü nasıl?
“... Atatürk ilkelerine bağlı kalacağıma... namusum ve şerefim üzerine ant içerim. “
Çok tuhaf bir durum.
Seçimlerde CHP ile kıyasıya yarışan AKP MHP ve diğer milletvekilleri Meclis’e geldiklerinde Atatürk kisvesi altındaki CHP ilkelerine bağlılık yemini edecek!
“Laiklik” anayasanın değişmez maddesi. “Cumhuriyet” zaten devletin biçimi.
Diğer ilkeler ise siyasetin ve ekonominin alanına giriyor. Mesela niye “Devletçi” olacakmışız? Liberalizmi savunamayacak mıyız? Ben milletvekili olsam, asla “Devletçilik” üzerine yemin etmek istemem.
“Halkçılığın” günümüzdeki anlamı ne? Tarihten bihaber olanlar, bu ilkenin “ Halkımı seviyorum “ demek olduğunu sanıyor. İşin komiği, aynı halk, arkadaşların tutmadığı partiye oy verince “cahil cühela takımı” oluveriyor.
Ya “Devrimcilik”? 2007 yılında kim, kime karşı “devrim” yapacak? Söyleyin de öğrenelim.
Bu çelişkiler ve tuhaflıklar, Atatürk adeta bir fetiş haline getirildiği için ortaya çıkıyor.
Ancak bir taraf “gelin şu ülkeyi normalleştirelim” dedikçe, diğer taraf daha da keskinleşiyor.
Örnek mi? Genelkurmay 2. Başkanı Org. Ergin Saygun, 1 Haziran günü Atatürk’e ilişkin olarak şöyle demişti: “‘Allah O’nu başımızdan eksik etmesin. Allah O’na uzun ömürler versin.” Amin!
Sabah, 1 Ağustos 2007
|
Emre AKÖZ
02.08.2007
|
|
|
“Takiyeciler ülkesi” |
Doğrusunu isterseniz, bana artık birilerinin hangi tartışmanın ne zaman yapılması gerektiği konusunda “zamanlama direktörlüğü” ne soyunmasından gına geldi.
“Türban yasağının kalkması... Hayır, durun, daha zamanı değil. Federasyon tartışması... Zinhar başlatmayın, zamanı değil. Anayasa’daki Atatürk milliyetçiliği dayatması... Onun da zamanı değil.
Peki kim ayarlıyor bu zamanlamayı? Hepimiz biliyoruz ki, herkes için aynı zamanda gelmiyor “zaman”.
İdrakin gongları herkes için başka zamanlarda vurabiliyor. Ve insanlar, gong kendileri için vurduğunda, o anı “doğru an”; karşılarında yıllardır ayan beyan görülmeyi bekleyen gerçeğin kavranabileceği tek zaman sanabiliyor. O gerçeğin ancak o anda keşfedilebileceğini; o tartışmanın ancak o zaman başlayabileceğini; o değişimin ancak o zaman yapılabileceğini zannediyor. Kendi geçmişiyle tutarlı kalabilmek için de “O zaman öyle gerektiğine” “O gün için doğru olanın o olduğuna” “ama artık başka türlü düşünmenin ve davranmanın zamanının geldiğine” hem kendini hem de bizi inandırmaya çalışıyor. Aslında böyle şeylerin zamanı ne zamandır, biliyor musunuz? O fikir tek bir insanın aklında tomurcuklandığı anda, o insan için bunu ortaya atmanın zamanı gelmiş demektir. Çoğunluk kavrar, kavramaz; kabul eder etmez; o başka mesele... Ama kimse, o insana “şimdi zamanı mıydı bunları söylemenin” diye karşı çıkamaz.
Kaldı ki, böyle erken idrak eden beyinler sayesinde toplumlar da bu fikirlerle bir an önce yüz yüze gelmiş olurlar, bir an önce tartıp biçmeye başlarlar. Prof. Zafer Üskül’ün “her türlü ideolojiden arındırılmış bir Anayasa” fikri, ilk kez ortaya atılmıyor. Bizzat Üskül tarafından daha önce defalarca dile getirilmiş, TÜSİAD Raporu’nda da yer almış bir fikir.
Ayrıca hepimiz yıllardır “ideolojik devlet” fikrine karşı yazıp çiziyor, “hizmet örgütü” ya da “teknik devlet” gibi isimlendirmelerle devletin her türlü ideolojiden arınması gerektiğini vurguluyoruz. Ehh, ideolojisiz bir devletin ancak ideolojisiz bir anayasayla mümkün olabileceği açık değil mi? Hizmetkârın efendisine ideoloji dikte ettiği nerede görülmüş? O zaman, neden “hizmet örgütü” lafına karşı çıkmayanlar şimdi hop oturup hop kalkıyor? Üskül’ün önerisini anlamak niyetinde olanlar, o açıklamada asıl vurgunun “renksizlik” üzerine yapıldığını görürler.
Evet, anayasalar tıpkı devletler gibi renksiz, kokusuz, fikirsiz, yansız olmalıdır. Toplumdaki çeşitliliği kucaklamalarının, birleştirici bir metin olmalarının, o toplumda yaşayan herkesin altına imza atabileceği toplumsal bir sözleşme niteliği taşımalarının başka yolu yoktur. Bugünkü anayasamız, bütün vatandaşlar için Atatürk milliyetçisi olmayı bir Anayasa emri haline getiriyor. Atatürk milliyetçisi olmayanlar da anayasa suçu işlemiş duruma düşüyor. Bu maddeleri savunanlar da “Atatürk ülkemizin kurucusu olan, bütün halkın kalbinde yer etmiş tarihi bir şahsiyettir, Anayasa’da yer almasından ne zarar gelir” diyorlar...
Evet, zarar gelir... Nasıl, halkın yüzde 90 küsuru Müslüman diye anayasamızda “İslâm devleti” yazması olacak şey değilse, halkın büyük çoğunluğu Atatürk milliyetçiliğini benimsiyor diye, herkesi Atatürkçü olmaya zorlamak da olacak şey değildir.
Birincisi inanç özgürlüğüne aykırıdır, öbürü de düşünce ve ifade özgürlüğüne... Ayrıca unutmayın ki, Kemalizmin ve 6 ok’un Anayasa’ya giriş tarihi 20’li yıllar değil, 1937’dir. Atatürk’ün ölümüne beş kala, tek partili bir rejim sürerken, hükümetin dünya çapında yükselen faşizmin etkisi altına girdiği koşullarda CHP’nin tüzüğünden alınıp Anayasa’ya aktarılmış bir hükümdür bugün tartıştığımız bu maddeler... Bugünün 1937’ye kıyasla tanınamayacak kadar gelişmiş, gürbüzleşmiş, çeşitlenmiş Türkiye’sini 70 yıl öncesinin tek parti ideolojisinin tanımları içine hapsetmeye çalışmak; yaşadığımız muazzam çeşitliliği bu dar kalıplar içinde boğmaya çabalamak nafiledir.
Türkiye asla tek tip düşünceli insanların ülkesi olamaz artık. Olsa olsa kocaman bir “takiyeciler” ülkesi olabilir.
Bugün, 1 Ağustos 2007
|
Gülay GÖKTÜRK
02.08.2007
|
|
|
Müdahale ve sandık |
27 Nisan bildirisi sandığa yansıdı mı? Şimdi tartışma konusu bu.
Genelkurmay Başkanı, bu konuda “Bir etkisi olmadığı” görüşünde. Ancak Türkiye’nin yakın tarihi öyle demiyor.
Askerin siyasete doğrudan her müdahalesi, aleyhine müdahale edilen kesime doğrudan yarar sağlıyor.
Bu da siyasette adil yarış ilkesini zedeliyor.
O yüzden dünya görüşü olarak Silahlı Kuvvetler’le yakın duran siyasi partilerin bile bu konuda net tavır alması gerekiyor.
Çünkü askerin müdahalesine yakın duruş görüntüsü veren parti ve liderler halk nezdinde itibar kaybediyor.
Öyle olmasa 12 Eylül’ün ardından yapılan seçimden Turgut Sunalp başbakan çıkardı.
Oysa Kenan Evren’in seçimden bir gün önce kendi popülerliğine güvenip Sunalp’i işaret etmesi ANAP’ın ve Turgut Özal’ın elini güçlendirdi ve sandıktan tek başına güçlü bir iktidar çıktı.
İstanbul Belediye Başkanlığı sonrası Erdoğan’a yönelik her müdahalenin kime yaradığı ortada.
Bu son seçimde de, bir kısım partilerin e-muhtıra ardından Meclis’e girmemesi ve AK Parti’nin mağdur görünmesinin net sonuçları sandıkta göründü.
Özetle, siyasete doğal olmayan her müdahale aslında sistem bekçilerinin karşı olduğu kişi ve kurumların elini güçlendiriyor.
Doğal akışında yıpranabilecek parti ve liderlerin kusurları bile görmezden gelinebiliyor, çünkü demokratik ilke öne çıkıyor.
O nedenle siyaset alanına dıştan müdahale döneminin kapanması, siyasetin aktörlerinin özgürce rekabetine yol açacak ve eleştiriler partilerin somut olaylardaki tavırlarına göre yapılabilecektir.
Demokratik sistemin ayakta kalıp kalmayacağı, sandığa gidilip gidilmeyeceği tartışılırken başka konuların gündeme gelmesi gerçekçi olamamaktadır.
Türkiye bugün yüzde 85’lik rekor bir katılımla yeni Meclis’ini belirlemiştir. Bu Meclis adil temsil ilkesine en yakın bir yapıyla oluşmuştur. Yeni döneme ilişkin kararlarda halkın ve yeni Meclis’in iradesine saygı göstermek ülke siyasetinin normalleşmesi yolunda atılacak en önemli adım olacaktır.
Sabah, 1 Ağustos 2007
|
Ergun BABAHAN
02.08.2007
|
|
|
Asker değil, gazeteci sorunu |
Asker hassasiyetini bilen, taşıyan, hatta zaman zaman üreten kimi Ankara temsilcileri KKTC’nin askeri gün resepsiyonunda Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’a sormuşlar, “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin çıkışlarının AK Parti’ye yaradığı iddia ediliyor ne dersiniz…” diye…
“Elimizde veri yok ama sanmıyorum” demiş…
Tekrar sormuşlar: “12 Nisan’da bir basın toplantısı düzenlemiş, cumhurbaşkanı konusunda görüşlerinizi açıklamıştınız. Seçimden sonra görüşleriniz değişti mi?” Yanıtı, “Silahlı Kuvvetlerin görüşleri günlük olarak değişmez. 12 Nisan’da söylediklerimizin bugün de arkasındayız…” olmuş…
Yeni soru gelince cevap vermemiş ve “Kıbrıs için buradayız” demiş…
Kaşıyın beyler kaşıyın… Ordunun yeni kriz üretmesine önayak olun, daha beteri ordu, toplum, siyaset ve kamuoyu üzerinde beklenti oluşturacak baskılar kurun…
Askerin seçim sonrası tepki verecek bir durumu, bir imkânı yok, ona yeni kanallar açın… Kriz üretmeye meraklı, krizden beslenen bir gazetecilik anlayışı bu toplumu yordu ve yoruyor.
Şunu bilmeyen var mı: Bu ülkede askerin siyasete müdahaleleri, özellikle son dönemlerde, merkez medyanın özel çabaları sayesinde mümkün olabilmiş, en azından bu çabalar sayesinde meşruiyet kazabilmiştir.
Bu kimi gazete ve gazeteciler için sadece “ideolojik bir destek” değildir. Aynı zamanda “mesleki ve ekonomik bir yatırım”dır…Kârı düşük olsa da, kazanmanın en kolay, en risksiz yoludur bu yatırımlar.
28 Şubat’ta bu tür yatırımlar yaptılar. AK Parti iktidarının ilk dönemlerinde askeri destekleyen, kışkırtan, aslında beklenti içinde tavırlar aldılar. 27 Nisan arifesinde bir kez daha şaha kalktılar… Vatan Gazetesi’ne bir bakın…28 Şubat alışkanlıklarıyla yıllarca asker müdahale etsin beklentisi içinde oldular.
Olmadı. Bu kez geminin rotasını çevirmeye kalktılar. Seçimler sonrası sayfalarını AK Parti’nin seçimleri kazanmasını bu siyasi partinin derin başarısına bağlamaya çalışan makaleler, haberler, yorumlarla doldurdular.
Ama şimdi gazeteci Genelkurmay Başkanı’nı, 6 kelimeden oluşan bir tepki cümlesi kurmaya itince, bu tepkiyi, asker tepkisi olarak sürmanşetten veriyorlar:
Üstelik vurguyu güçlendirerek: “Sözde değil özde dedik, aynen arkasındayız…”
Ne anlamalıyız bundan, asker ya da sivil okur olarak? Yani kriz devam mı ediyor?
Yani asker Gül’ün adaylığı sonrası yeni bir bildiri mi verecek? Yani istedikleri olmazsa asker darbe mi yapacak?
Evet kaşıyın… Ama şu açık: 26 Nisan 2007 tarihinde asker yaptığı çıkışla Türkiye’de bir müdahale süreci başlatmıştı.
Bu süreç 22 Temmuz’da temelden sarsıldı…
Bugün aynı yere geri dönmek için Türkiye’nin gerçekten çıldırmış olması gerekir.
Kimi kurumların, kimi aktörlerin tüm rasyonaliteleri kaybetmeleri icap eder.
Basının böyle bir süreci gündeme getirmek yerine, bu süreçten iyice uzaklaşmasını beslemesi gerekir…
Demokrasiyi kollayan gazeteci sorumluluğu, Genelkurmay Başkanı’na soru sormanın biçiminde ve niyetinde yatar. Alınan yanıtı sürmanşet yapmakla, iç sayfada haber yapmak arasındaki farkta yatar.
Gazeteciler kendi imkanlarıyla olay yaratıp bunu haberleştiremezler…
Gazeteciler nakil araçları değildir… Gazeteciler kriz cihazları da değildir… Ama bizde böyle değil…
Bizde sorun gazetecide…
Yeni Şafak, 1 Ağustos 2007
|
Ali BAYRAMOĞLU
02.08.2007
|
|
|
|