Kamuoyu Vatansever Kuvvetler Güç Birliği (VKGB) diye anılan bir örgütün varlığını ilk kez Danıştay saldırısında duydu. Değişik provokasyonlar yapılıyor, ülke kamplaşmanın karanlık vadilerine sürükleniyordu.
17 Mayıs 2006 sabahında Danıştay 2. Daire’ye gelen bir avukat (Alparslan Arslan) hain saldırıda tetikçilik yapmış, 4 üye yaralanırken biri de maalesef hayatını kaybetmişti. Böyle durumlarda herkesin (evet, istinasız herkesin) soğukkanlı olması, kanlı eylem(ler)in asıl maksadını anlaması gerekir. Heyhat! Türkiye’de herkes burnundan soluyor, kirpi gibi gergin yaşıyor. Menfur saldırı duyulur duyulmaz yangına körükle gidenler oldu. Kimin ne kadar haklı ve ne kadar tez canlı olduğunu ancak tarih gösterebilirdi. Nitekim öyle oldu! Ümraniye Çetesi sonrasında anlaşıldı ki; pek çok kişinin kamuoyuna özür borcu var.
Önce Ümraniye’de bir cephanelik bulundu. Ardından o evde devlete ait gizli belgelerin varlığından bahsedildi. ‘Neler oluyor?’ sorusuna cevap aranırken mahkemenin içeriği konusunda yayın yasağı getirildi. Buna rağmen bir dizi tutuklamanın devam etmesi medyadan gizlenemiyor. Kendilerine “vatansever” diyen çete mensupları ile ilgili suçlamalar çok vahim. Çek-senet tahsilâtından ihale yolsuzluğuna, şehit ailesini dolandırmaktan gizli telefon dinlemeye kadar bilumum suç isnat ediliyor örgüte. Üstelik güvenlik güçlerinin elinde somut deliller olduğu yazılıyor, konuşuluyor. Kimdir bu “vatansever çocuklar” ve asıl gayeleri nedir, zirvedeki önder(ler) kimdir?
Girdap Operasyonu ismini her kim bulmuşsa çok doğru (hatta biraz da edebî) bir teşhiste bulunmuş. Gerçekten karşımızda derin bir girdap var. O yüzden Ümraniye’de yakalanan örgütün bir ucu geldi Danıştay saldırısına dayandı. Girdap, katman katman; her katmanında devleti kuşatma, vatandaşı yıldırma maksadı yatıyor. Danıştay saldırısının hemen akabinde saldırganın cebinden VKGB’nin üst düzey yöneticisine ait kartvizit çıkmıştı. Basın buna pek kulak vermemişti. Tetikçinin hiç de iddia edildiği gibi dinî bir kimlik taşımadığını, onunla kadeh tokuşturanlar söylemişti, cebinde “ulusalcı medya” adına düzenlenmiş bir muhabir kartıyla dolaştığı iddia edilmişti... Ancak birileri için ne söylense nafile, hangi delil ibraz edilse boşunaydı. Çünkü çoktan hüküm verilmiş, bu menfur olayın başörtüsü kararına karşılık düzenlendiği ve laikliği hedef aldığı çoktan ilan edilmişti.
En hatalı açıklamayı Sezer yapmıştı
İşte tam bu noktada sormak gerekiyor: O vahşi saldırının hemen arkasından kesin hükümler verip, sosyal barışı tehdit edercesine mangalda kül bırakmayanlar, bugünkü manzara karşısında hata yaptıklarını düşünmüyor mu? Kimsenin hatasını yüzüne vurmak için söylemiyorum; ancak heyecanlı, helecanlı, heyelanlı halimizi bir kere daha hatırlatıp, psikolojik harp taktiklerine kolayca boyun eğmemizi hatırlatıyorum.
Düşünebiliyor musunuz; hadise çok yeni; ne failler yakalanmış ne de azmettiriciler var ortada. Ve birileri çıkıp veryansın ediyor. İşte alelacele verilen beyanattan kısa bir hatırlatma: Deniz Baykal: “Siyasete kan bulaşmıştır. Saldırının hedefinde Anayasa vardır. Hükümetin sorumluluğundan kuşkumuz yok.” Yılların politikacısı Baykal’dan beklenmedik bir tavır bu. Zira kapalı kapılar arkasında nasıl planlar yapılabileceğini, bazı piyonların eliyle ülkenin nasıl karanlığa sürükleneceğini Sayın Baykal gayet iyi bilir. Soğukkanlı kalması gerekirdi, maalesef olmadı...
Rektörler Komitesi tarafından yapılan şu açıklamaya ne dersiniz: “Katliam niteliğindeki bu saldırının uzun zamandır yargı kararlarına ve özellikle de mahkemelerimizin Türkiye Cumhuriyeti’nin laik niteliğini korumaya yönelik kararlarına karşı iktidar odaklarından gelen kayıtsızlık ve yargı üzerine baskı oluşturma amaçlı açıklamaların arkasından yapılmış olması çok anlamlıdır.” Yani demek istiyor ki; “Saldırganlar, Danıştay’ın başörtüsü yasağını genelleştiren ve hükümetin yargıya baskı oluşturacak eleştirilerinden sonra laiklik ilkesini hedef almıştır.”
En hatalı açıklamayı maalesef Cumhurbaşkanı Sezer yapmıştı. Hukukçu kimliğine ve o kimliğin oluşturduğu tecrübeye rağmen acele eden ve “Danıştay’a yapılan saldırının aslında laik cumhuriyete yapıldığı”nı beyan eden Sayın Cumhurbaşkanı, “Saldırıya neden olanlar tutumunu gözden geçirsin.” demek suretiyle eylemi düzenleyen ve yönlendirenlerin maksadına uygun bir yorum yapmıştı.
Sezer öyle der de hukukçular (!) boş durur mu? Danıştay başkan vekili de o gün çok sert bir açıklama yapmış; “Bunlar türban kararından ötürü... Lanetlemek yetmez...” demişti. Hatta yüksek yargının zirvesinde yer alan biri de kalkıp saldırganın tekbir getirdiğini söylemiş, bu beyan görgü şahitlerince yalanlanmıştı.
Haydi diyelim ki herkes bir şekilde kendini hadiseye taraf görüyor ve kamplaşmayı körükleyecek bir senaryonun kıyısından köşesinden kendine bir rol biçiyordu; peki medya niçin balıklama atlamıştı karışık resmin içine? Bu ülkede 60’larda, 70’lerde, 80’lerde, 90’larda provokasyon yapılmamış mıydı? Komplonun her çeşidine aşina olmakla eşsiz bir tecrübeye sahip Türk medyasının önde gelen isimleri daha o menhus tabanca soğumadan “Bu saldırı Türkiye’nin 11 Eylül’üdür.” deyivermişti. Oysa cümle âlem aklını fikrini yitirse bile medya soğukkanlı kalmak, olayların somut kısmıyla meşgul olmak, sosyal çatlamayı önleyecek bir duruş sergilemek mecburiyetindedir.
Ümraniye Çetesi’nin icraatları arasında Danıştay saldırısı çıkınca gazete arşivlerine şöyle bir göz attım. Yazık, hem de çok yazık! Daha ilk dakikalardan başlayan peşin hükümler neredeyse ülkeyi bambaşka bir kaosun içine atacaktı. Allah’tan ki tetikçi yakalanmış ve nasıl karanlık ilişkiler içinde olduğuna dair daha o günden kuşkular oluşmuştu. O amansız şüphenin derin izleri bugün daha da belirgin hale geliyor. Oysa o dönemde hain saldırıya kurban verdiğimiz Mustafa Yücel Özbilgin’in cenazesi tam bir ‘vatansever’ şovuna dönüşmüştü. İhtimal ki; oyunun bir perdesinde Danıştay saldırısını kurgulayanlar, diğer bir perdede cami avlusunda (cenaze töreninde) protesto eylemlerini planlamıştı. Orada bulunan kitlenin bu yanlışa ortak olması psikolojik harp uzmanlarının bir kurgusuydu; bu nedenle hislerine mağlup düşüp protestoda rol alan kitlelerin önemli bir kısmı “vatansever” piyesinin tamamını bilmiyordu.
(...)
Gazetecilik, gerçeklerin doğru anlaşılması için çok önemli bir araç. Ne var ki kimi zaman ortak akıl, ruhun bedenden ayrılması gibi çekip gidiyor aramızdan. Bu arada olan oluyor ve ülkemiz değişik maceralara sürükleniyor. Ve maalesef gizli senaryolar gereği kurulan çadır tiyatrosunda yeni oyunların sergilenmesi hâlâ mümkün. Tabii ki hiçbir gerçek, ilânihaye gizlenemez. Nasıl olsa bir gün derin çeteler de, onların emir aldığı kişiler de, operasyonel güç olarak kullananlar da yakayı ele verecektir.
Ümraniye soruşturması devam ettiği için “şu insanlar suçludur” demiyorum; ancak ele geçirilen cephaneliğin varlığı tartışılmaz bir gerçek. Kendine vatansever adını verip ülkeyi yeni bir maceraya sürüklemek isteyen İttihat ve Terakki özentisi güçlerin bulunduğu da bir gerçek. Son yıllarda yakalanan derin çeteler gösterdi ki maalesef ordumuzu, polisimizi, yargımızı kullanan ve mafyayla dirsek temasında bulunan pek çok çete var bu ülkede. Bunlarla başa çıkmak herkesin görevi. Genelkurmay’ın en hassas olacağı konu budur. Etraf “emekli subay” diye tanınan çetecilerden geçilmiyor. Üstelik bunların halen görevli bulunan subaylarla irtibatlı olduğu, yapılan tutuklamalardan anlaşılıyor. Sauna Çetesi’nde ve Eryaman’da da benzer bir manzara vardı. Bu durum halkı fevkalade rahatsız ediyor. Normal; çünkü vatandaş, güvenlik güçlerine bir kutsiyet atfediyor ve onu siyasetin dışında görmek istiyor...
Sözün özü şudur: Çeteler ortaya çıktıkça başta Danıştay saldırısı olmak üzere karanlık birçok olay aydınlanacaktır. Gün ağardığında karanlık nedeniyle boşuna yumruk sallayanların, aceleyle hareket edip kendilerine zarar verdiği görülecektir. Çünkü bu ülkede gerçeği görmek için fırtınanın dinmesini beklemek gerekiyor. O dindiğinde mahcup olmamak için daha duyarlı ve soğukkanlı olmak gerekiyor. Aksi halde özür borcu uzayıp gidiyor...
Zaman, 9.7.2007
|