Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 10 Temmuz 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Lütfen özür borcunuzu ödeyin

Kamuoyu Vatansever Kuvvetler Güç Birliği (VKGB) diye anılan bir örgütün varlığını ilk kez Danıştay saldırısında duydu. Değişik provokasyonlar yapılıyor, ülke kamplaşmanın karanlık vadilerine sürükleniyordu.

17 Mayıs 2006 sabahında Danıştay 2. Daire’ye gelen bir avukat (Alparslan Arslan) hain saldırıda tetikçilik yapmış, 4 üye yaralanırken biri de maalesef hayatını kaybetmişti. Böyle durumlarda herkesin (evet, istinasız herkesin) soğukkanlı olması, kanlı eylem(ler)in asıl maksadını anlaması gerekir. Heyhat! Türkiye’de herkes burnundan soluyor, kirpi gibi gergin yaşıyor. Menfur saldırı duyulur duyulmaz yangına körükle gidenler oldu. Kimin ne kadar haklı ve ne kadar tez canlı olduğunu ancak tarih gösterebilirdi. Nitekim öyle oldu! Ümraniye Çetesi sonrasında anlaşıldı ki; pek çok kişinin kamuoyuna özür borcu var.

Önce Ümraniye’de bir cephanelik bulundu. Ardından o evde devlete ait gizli belgelerin varlığından bahsedildi. ‘Neler oluyor?’ sorusuna cevap aranırken mahkemenin içeriği konusunda yayın yasağı getirildi. Buna rağmen bir dizi tutuklamanın devam etmesi medyadan gizlenemiyor. Kendilerine “vatansever” diyen çete mensupları ile ilgili suçlamalar çok vahim. Çek-senet tahsilâtından ihale yolsuzluğuna, şehit ailesini dolandırmaktan gizli telefon dinlemeye kadar bilumum suç isnat ediliyor örgüte. Üstelik güvenlik güçlerinin elinde somut deliller olduğu yazılıyor, konuşuluyor. Kimdir bu “vatansever çocuklar” ve asıl gayeleri nedir, zirvedeki önder(ler) kimdir?

Girdap Operasyonu ismini her kim bulmuşsa çok doğru (hatta biraz da edebî) bir teşhiste bulunmuş. Gerçekten karşımızda derin bir girdap var. O yüzden Ümraniye’de yakalanan örgütün bir ucu geldi Danıştay saldırısına dayandı. Girdap, katman katman; her katmanında devleti kuşatma, vatandaşı yıldırma maksadı yatıyor. Danıştay saldırısının hemen akabinde saldırganın cebinden VKGB’nin üst düzey yöneticisine ait kartvizit çıkmıştı. Basın buna pek kulak vermemişti. Tetikçinin hiç de iddia edildiği gibi dinî bir kimlik taşımadığını, onunla kadeh tokuşturanlar söylemişti, cebinde “ulusalcı medya” adına düzenlenmiş bir muhabir kartıyla dolaştığı iddia edilmişti... Ancak birileri için ne söylense nafile, hangi delil ibraz edilse boşunaydı. Çünkü çoktan hüküm verilmiş, bu menfur olayın başörtüsü kararına karşılık düzenlendiği ve laikliği hedef aldığı çoktan ilan edilmişti.

En hatalı açıklamayı Sezer yapmıştı

İşte tam bu noktada sormak gerekiyor: O vahşi saldırının hemen arkasından kesin hükümler verip, sosyal barışı tehdit edercesine mangalda kül bırakmayanlar, bugünkü manzara karşısında hata yaptıklarını düşünmüyor mu? Kimsenin hatasını yüzüne vurmak için söylemiyorum; ancak heyecanlı, helecanlı, heyelanlı halimizi bir kere daha hatırlatıp, psikolojik harp taktiklerine kolayca boyun eğmemizi hatırlatıyorum.

Düşünebiliyor musunuz; hadise çok yeni; ne failler yakalanmış ne de azmettiriciler var ortada. Ve birileri çıkıp veryansın ediyor. İşte alelacele verilen beyanattan kısa bir hatırlatma: Deniz Baykal: “Siyasete kan bulaşmıştır. Saldırının hedefinde Anayasa vardır. Hükümetin sorumluluğundan kuşkumuz yok.” Yılların politikacısı Baykal’dan beklenmedik bir tavır bu. Zira kapalı kapılar arkasında nasıl planlar yapılabileceğini, bazı piyonların eliyle ülkenin nasıl karanlığa sürükleneceğini Sayın Baykal gayet iyi bilir. Soğukkanlı kalması gerekirdi, maalesef olmadı...

Rektörler Komitesi tarafından yapılan şu açıklamaya ne dersiniz: “Katliam niteliğindeki bu saldırının uzun zamandır yargı kararlarına ve özellikle de mahkemelerimizin Türkiye Cumhuriyeti’nin laik niteliğini korumaya yönelik kararlarına karşı iktidar odaklarından gelen kayıtsızlık ve yargı üzerine baskı oluşturma amaçlı açıklamaların arkasından yapılmış olması çok anlamlıdır.” Yani demek istiyor ki; “Saldırganlar, Danıştay’ın başörtüsü yasağını genelleştiren ve hükümetin yargıya baskı oluşturacak eleştirilerinden sonra laiklik ilkesini hedef almıştır.”

En hatalı açıklamayı maalesef Cumhurbaşkanı Sezer yapmıştı. Hukukçu kimliğine ve o kimliğin oluşturduğu tecrübeye rağmen acele eden ve “Danıştay’a yapılan saldırının aslında laik cumhuriyete yapıldığı”nı beyan eden Sayın Cumhurbaşkanı, “Saldırıya neden olanlar tutumunu gözden geçirsin.” demek suretiyle eylemi düzenleyen ve yönlendirenlerin maksadına uygun bir yorum yapmıştı.

Sezer öyle der de hukukçular (!) boş durur mu? Danıştay başkan vekili de o gün çok sert bir açıklama yapmış; “Bunlar türban kararından ötürü... Lanetlemek yetmez...” demişti. Hatta yüksek yargının zirvesinde yer alan biri de kalkıp saldırganın tekbir getirdiğini söylemiş, bu beyan görgü şahitlerince yalanlanmıştı.

Haydi diyelim ki herkes bir şekilde kendini hadiseye taraf görüyor ve kamplaşmayı körükleyecek bir senaryonun kıyısından köşesinden kendine bir rol biçiyordu; peki medya niçin balıklama atlamıştı karışık resmin içine? Bu ülkede 60’larda, 70’lerde, 80’lerde, 90’larda provokasyon yapılmamış mıydı? Komplonun her çeşidine aşina olmakla eşsiz bir tecrübeye sahip Türk medyasının önde gelen isimleri daha o menhus tabanca soğumadan “Bu saldırı Türkiye’nin 11 Eylül’üdür.” deyivermişti. Oysa cümle âlem aklını fikrini yitirse bile medya soğukkanlı kalmak, olayların somut kısmıyla meşgul olmak, sosyal çatlamayı önleyecek bir duruş sergilemek mecburiyetindedir.

Ümraniye Çetesi’nin icraatları arasında Danıştay saldırısı çıkınca gazete arşivlerine şöyle bir göz attım. Yazık, hem de çok yazık! Daha ilk dakikalardan başlayan peşin hükümler neredeyse ülkeyi bambaşka bir kaosun içine atacaktı. Allah’tan ki tetikçi yakalanmış ve nasıl karanlık ilişkiler içinde olduğuna dair daha o günden kuşkular oluşmuştu. O amansız şüphenin derin izleri bugün daha da belirgin hale geliyor. Oysa o dönemde hain saldırıya kurban verdiğimiz Mustafa Yücel Özbilgin’in cenazesi tam bir ‘vatansever’ şovuna dönüşmüştü. İhtimal ki; oyunun bir perdesinde Danıştay saldırısını kurgulayanlar, diğer bir perdede cami avlusunda (cenaze töreninde) protesto eylemlerini planlamıştı. Orada bulunan kitlenin bu yanlışa ortak olması psikolojik harp uzmanlarının bir kurgusuydu; bu nedenle hislerine mağlup düşüp protestoda rol alan kitlelerin önemli bir kısmı “vatansever” piyesinin tamamını bilmiyordu.

(...)

Gazetecilik, gerçeklerin doğru anlaşılması için çok önemli bir araç. Ne var ki kimi zaman ortak akıl, ruhun bedenden ayrılması gibi çekip gidiyor aramızdan. Bu arada olan oluyor ve ülkemiz değişik maceralara sürükleniyor. Ve maalesef gizli senaryolar gereği kurulan çadır tiyatrosunda yeni oyunların sergilenmesi hâlâ mümkün. Tabii ki hiçbir gerçek, ilânihaye gizlenemez. Nasıl olsa bir gün derin çeteler de, onların emir aldığı kişiler de, operasyonel güç olarak kullananlar da yakayı ele verecektir.

Ümraniye soruşturması devam ettiği için “şu insanlar suçludur” demiyorum; ancak ele geçirilen cephaneliğin varlığı tartışılmaz bir gerçek. Kendine vatansever adını verip ülkeyi yeni bir maceraya sürüklemek isteyen İttihat ve Terakki özentisi güçlerin bulunduğu da bir gerçek. Son yıllarda yakalanan derin çeteler gösterdi ki maalesef ordumuzu, polisimizi, yargımızı kullanan ve mafyayla dirsek temasında bulunan pek çok çete var bu ülkede. Bunlarla başa çıkmak herkesin görevi. Genelkurmay’ın en hassas olacağı konu budur. Etraf “emekli subay” diye tanınan çetecilerden geçilmiyor. Üstelik bunların halen görevli bulunan subaylarla irtibatlı olduğu, yapılan tutuklamalardan anlaşılıyor. Sauna Çetesi’nde ve Eryaman’da da benzer bir manzara vardı. Bu durum halkı fevkalade rahatsız ediyor. Normal; çünkü vatandaş, güvenlik güçlerine bir kutsiyet atfediyor ve onu siyasetin dışında görmek istiyor...

Sözün özü şudur: Çeteler ortaya çıktıkça başta Danıştay saldırısı olmak üzere karanlık birçok olay aydınlanacaktır. Gün ağardığında karanlık nedeniyle boşuna yumruk sallayanların, aceleyle hareket edip kendilerine zarar verdiği görülecektir. Çünkü bu ülkede gerçeği görmek için fırtınanın dinmesini beklemek gerekiyor. O dindiğinde mahcup olmamak için daha duyarlı ve soğukkanlı olmak gerekiyor. Aksi halde özür borcu uzayıp gidiyor...

Zaman, 9.7.2007

Ekrem DUMANLI

10.07.2007


 

TÜBA’dan Şerif Mardin’e üçüncü red

Türkiye’de Bilimler Akademisi diye bir yer varmış. TÜBA, Türkiye Bilimler Akademisi... Vallahi bilmiyordum, yeni öğrendim.

Bu akademi, Profesör Doktor Şerif Mardin’in üyeliğini, hem de üçüncü kez reddetmiş.

Oylamaya katılan sevgili Çiğdem Hocam (Prof. Dr. Çiğdem Kâğıtçıbaşı), “gerekçe gizlidir, açıklayamam” diyor ama uçan kuşlar bile duydular:

Gerekçesi, “Said-i Nursi” üzerine araştırma yapmış olması...

Hayır canım, “nurculuk” etmiş falan değil, Fethullah Hocaefendi Hazretleri’ne de çalışmıyor; yalnızca “nedir bu” diye merak etmiş, araştırmış. Adam koskoca profesör, sosyal bilimci, bunu araştırmayacak da ayak parmakları arasında oluşan mayasılın tedavisinde kortizon kullanımının olumlu ve olumsuz yan etkileri üzerinde mi çalışacak bilim adamı sayılması için?

Bakın ne diyor: “Benim işim, toplumu belirleyen olguların arkasındaki dünyayı incelemek. Din de bu olguların en önemlisi. Doğal olarak aynı şey tarikatler ve cemaatler için de geçerli. Türkiye’de Nakşıbendiliği bilmeyen Türkiye’den bir şey anlamaz.”

Yahu bunu Zülfü Livaneli bile anladı da bürokrat ruhlu politikacılarımız anlamıyorlar... Onun için de her seçimde babayı alıyorlar.

Fakat hayır, “objektif” bir yaklaşımla araştırmak bile makbul sayılmıyor.

Karşı çıkacaksın, ama öğrenip üzerinde düşünerek değil, büyüklerin sana öyle emrettikleri için karşı çıkacaksın. Fazla kurcalamadan.

Hani hayatta en hakiki mürşit ilimdi ulan? Atatürk öyle dememiş miydi?

Hayır, bu ülkede Atatürk’ün en büyük düşmanları, hep söylerim, Atatürkçü geçinenler.

Şerif Hoca yatsın kalsın dua etsin, İsmail Beşikçi’ye yaptıkları gibi içeri de tıkabilirlerdi... Atatürk’e “adam” dediği için hayatı karartılan İzmirli profesör gibi kalp spazmı da geçirebilirdi...

Anladınız, Şerif Mardin benim hocamdır.

Sempatik bir adam değildir. Kendisini pek sevdiğim söylenemez. Buz mavisiyle çelik grisi arası gözleri bana hep Sir Laurence Olivier’nin “Marathon Man” filminde oynadığı Nazi doktoru hatırlatırdı...

Robert College Yüksek Okulu Boğaziçi Üniversitesi’ne yeni dönüşmüştü, ne yapacağımızı bilemiyorduk, kendimize bir yol çizemiyorduk; Şerif Hoca geldi ve Sosyal Bilimler Bölümü’nü kurdu, biz de oranın ilk mezunları olduk. Aradan otuz yıldan fazla zaman geçti. Şerif Hoca o bölümü açmasaydı, bendeniz şimdi büyük bir ihtimalle bir holdingin genel koordinatörü ve de mutsuzluktan alkolik olmuş bir kayıptım. Beni “elim bir ziya” olmaktan o kurtardı.

O zamanlar “Türkiye’de alevilik olgusu” üzerine çalışıyordu, biz de “bu adam bu konuyu niçin kurcalıyor” diye şaşıyorduk, hatta şaka yollu “CIA ajanı” olduğu söylentisi bile çıkmıştı; sonra okulu bitirdik, günün birinde Kahramanmaraş olayları patlak verdi, Hanya’yı Konya’yı o zaman anladık.

Kendisine bayılmam, ama “akademik özgürlüğünü” sonuna kadar savunurum.

Bu özgürlük elbette 12 Eylül düzeninin kurduğu “yüksek lise” zavallılığına sekiz numara büyük gelecektir, uymayacaktır. Uymasın.

Böyle bir ülkede akademiye alınmak değil, alınmamak Şerif Hoca’nın onurudur. Hiç üzülmesin. (Bu olayın, Stanford’da ders veren adamın bilmemneresinde olduğunu da hiç sanmıyorum ya... Burada akademi üyesi olacağına Stanford Üniversitesi’nin çayocağını işlet, daha iyi...)

Demek araştırmak, öğrenmek yasak ha... Demek karşı çıkmak için bile merak etmek tu kaka... Demek düşmanını tanımaya çalışmak bile suç... Demek bombalamak amacıyla PKK mevzilerini saptamaya çalışan komutanı bile mahkemeye vereceksiniz neredeyse!... Kürtçe öğrenen MİT ajanlarımızı ne zaman emekliye sevkedeceksinz?

1971 tutuklamalarında bir aydının evi basılır, kitapları falan topluyorlar, adamı da götürecekler... Adam demiş ki, “yahu benden ne istiyorsunuz, ben antikomünistim!”

Görevli şöyle bir bakmış, “farketmez,” demiş, “biz komünizmin her türlüsüne karşıyız!”

Gönül isterdi ki, her ne kadar göstermelik de olsa kapısında Türkiye Bilimler Akademisi yazan bir kuruluş, 12 Mart görevlilerinden iki gömlek ileride olsun...

Akşam, 9.7.2007

Engin ARDIÇ

10.07.2007


 

Yeni anayasa tarafsız olmalıdır

İdeolojik tarafsızlık liberal-demokratik sistemlerin ayırt edici özelliklerindendir. Buna karşılık totaliter rejimler resmi ideolojisiz yapamazlar; daha doğrusu, onları totaliter yapan özelliklerin başında resmi ideolojiye sahip olmaları gelmektedir.

İdeolojik tarafsızlık, aynı zamanda, ‘sivil’ olarak anılmayı hak eden bir anayasa için de zorunludur. Çünkü, şu veya bu ideolojinin devlete hakim olmasını öngören bir anayasa, tanımı gereği, sivil alanı istila etmeyi amaçlayan bir devlet programı gibidir. Böyle bir anayasa sivil toplumun çoğulcu yapısıyla bağdaşmaz ve onun zorla homojenleştirilmesini meşrulaştırmaya yarar.

Onun için, ideolojik bakımdan tarafsız bir anayasa, yeni bir anayasa arayışı içinde olanların hiç bir şekilde gözardı edemeyecekleri bir hedeftir. ‘Türkiye’nin şartları’nın buna uygun olmadığını düşünecek olanlara, o ‘şartlar’ın kendisinin zaten anayasal düzenimizin ideolojik bakımdan taraflı olmasının eseri olduğunu hatırlatmak isterim.

Şu halde, insan haklarına ve hukuk devletine dayanan demokratik bir cumhuriyetin anayasasının aynı zamanda tarafsız da olması gerekir. İdeolojik tarafsızlık, anayasanın toplumsal, kültürel ve ideolojik bakımdan türdeşliği çağrıştıran herhangi bir ibareye yer vermemesini, hatta toplumun ve siyasi anlayışların çeşitlilik ve çoğulluğunu açıkça tanımasını gerektirir.

Laiklik meselesi de bu konuyla doğrudan doğruya ilgilidir. Türkiye’de ‘laiklik’ politik-ideolojik bir program ve bir kültürel dönüşüm projesi olarak anlaşılıp uygulanmaktadır. Oysa, gerçekte laiklik liberal-demokratik devletin tarafsızlığının bir uzantısıdır. Laikliğin değeri onun toplumdaki çeşitlilik ve çoğulluğu barışçı bir şekilde bir arada tutmaya hizmet etmesinde ve bu çerçevede her inançtan kişi ve topluluk için bir özgürlük güvencesi olmasında yatar.

Yürürlükteki Anayasanın 24. maddesi ise bu anlayışa tamamen ters olan bir hükümdür. Çünkü, bu madde din özgürlüğünü korunması gereken başlıbaşına bir değer olarak görmüyor ve ona resmî lâiklik doktrinine hizmet etmesi ölçüsünde bir değer biçiyor. Nitekim, maddenin son fıkrasında, din ve vicdan özgürlüğüne başka hiç bir temel hak için söz konusu olmayan özel bir ‘kötüye kullanma’ yasağı getirilmiştir. Bu hüküm açıkça dindarların kamu alanında dine herhangi bir biçimde atıf yapmalarını ve dinle ilgili herhangi bir iddiada bulunmalarını kategorik olarak din özgürlüğünün ‘kötüye kullanılması’ veya ‘din istismarı’ saymaktadır.

Ayrıca, devletin sadece siyasî ve hukukî düzenini değil, fakat aynı zamanda ‘sosyal ve ekonomik düzenini’ de din kuralarına -üstelik ‘kısmen de olsa’- dayandırmayı yasaklaması bakımından da bu fıkra devletin dinin özerkliğini reddetme ve sivil alanı işgal etme niyetinin de açık bir göstergesidir.

Onun için, yeni anayasada din ve vicdan özgürlüğünün bu paradigmanın tamamen dışına çıkılarak, özgürlükçü bir anlayışla yeniden düzenlenmesi gerekmektedir. Ben şöyle bir formül öneriyorum:

‘Herkes vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. Bütün dinler, dini yorumlar ve vicdani kanaatler serbestçe örgütlenebilir. Devlet herhangi bir dini veya mezhebi özel olarak kayırmaz. / Dini ibadet, ayin ve törenler serbesttir; toplu veya kamu hayatıyla ilgili sonuçları bulunan ibadetlerde genel sağlık ve kamu düzeni gerekleri göz önünde bulundurulur. / Kimse ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya zorlanamaz; dini ve vicdani inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz, bunlardan dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.’

Star, 9.7.2007

Mustafa ERDOĞAN

10.07.2007


 

Asker, demokrasi ve millî gelir

22 Temmuz seçimleri öncesi yapılan tartışmaların yine çok kısa vadeye ve dar bir ufka sıkıştığı görülüyor.

Oysa Türkiye’nin artık mutlaka ve hemen çözmesi gereken çok yapısal sorunları var ve bu sorunların tartışması maalesef gündem dışına itiliyor.

Seçim sonrası gündeme gelmesi muhtemel yeni bir sivil, yani darbe ürünü olmayacak anayasa sürecinde belki bu sorunların halli yönünde ilk adımlar atılabilir.

Çok yakın geçmişimizde, mesela 27 Nisan sürecinde görüldüğü gibi, Türkiye’de demokrasi hala ve hala normal rayına oturabilmiş değil.

Bizlerin söz konusu normal dışı bu sürece itirazlarımız bazı çevrelerce çok farklı yönlere çekiliyor ama kanımca temel eksiğimiz bazı temel kavramlarda mutabakat eksikliği.

***

Dün basına yansıyan haberlerden Genelkurmay’ın artık ünlenen sitesinde bir önceki Genelkurmay Başkanı Sayın Özkök’ün anayasal konumunu özgeçmişine yansıtmasının sorun oluşturduğunu ve sitede bu sunumun değiştirilmesi yönünde adımlar atıldığını okuyoruz.

Lütfen serinkanlı düşünelim; 2007 senesinde askerin Türkiye’de uğraşacak başka işi mi yoktur ki web sitesinde özgeçmiş değişiklikleri haberleri basına yansıyor?

Bazı temel kavramların ve doğru bildiğim çizgilerin altını ısrarla çizmek gerekiyor.

Bugün için dünyanın en güçlü ordusu hiç kuşkusuz ABD ordusudur ve bu ordunun gücü erlerinin herkesten fazla cesur olmalarından ya da generallerinin çok zeki olmasından kaynaklanmamaktadır.

ABD ordusunun tartışılmaz gücü ekonomisinin dünyanın en büyük ekonomisi olmasından gelmektedir.

Bu satırların yazarı asla anti militarist bir kişi değildir, güçlü ve etkin bir ordusu olan bir ülke yurttaşı olmaktan da mutluluk duyacaktır.

Ama yine bu satırların yazarının çok iyi bildiği başka bir gerçek de Türkiye ekonomisi ve demokrasisinin belirli kalite ve düzey eşiklerini aşmadan ordusunun da arzulanan etkinlik seviyesine gelmesinin olanaksız olduğudur.

Bu temel gerçek doğrultusunda başta Türk generalleri olmak üzere daha etkin bir ordu özleyen tüm yurttaşların daha güçlü bir ekonomi ve daha evrensel bir hukuk devleti hedefine kilitlenmeleri gerekmektedir.

Daha önce de bu sütunda defalarca belirttiğim gibi daha güçlü bir ekonominin yani daha yüksek ve istikrarlı büyüme oranlarının da ön koşulu günümüzde hukuk devleti ilkelerinin ve demokrasinin iç ve dış piyasalara güven telkin etmesinden geçmektedir.

Sözün özü

Türkiye’de asker kendini kurum olarak siyasal tartışmaların dışına taşıdığı, anayasal konumu AB standartlarına geldiği ölçüde demokrasimiz de daha evrensel bir nitelik kazanacaktır.

Demokrasimiz ve hukuk devletimiz daha evrensel standartlara ulaştığı ölçüde de milli gelir artışları daha yüksek ve daha kalıcı olacaktır.

Milli gelir artışının yüksek ve kalıcı olması da daha güçlü, daha rekabetçi ve en önemlisi güvenlik gibi çok önemli kamu hizmetlerine Türkiye’nin daha fazla kayrak aktarması anlamına gelecektir.

TSK’nın daha etkin bir ordu olmasının da ön koşulu güçlü bir ekonomiden ve daha etkin işleyen bir hukuk devletinden başka bir şey değildir.

Daha zengin bir Türkiye’de güvenliğe daha çok ayrılacak kamusal kaynakların etkin denetimi yani daha etkin kullanımı da demokrasiden geçmektedir.

Ben, temel derdi etkin kurmaylık olan bir TSK mensubu olsa idim, bugün web sitesinde Özkök’ün özgeçmişi ile değil, daha güçlü bir demokrasi ideali ile ilgilenirdim.

Star, 9.7.2007

Eser KARAKAŞ

10.07.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004