Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, dün Ağrı’da mitingdeydi. Erdoğan konuşmasının bir yerinde bakın ne dedi: “Sayın Özal nasıl seçildiyse, sayın Demirel nasıl seçildiyse, sayın Sezer nasıl seçildiyse, aynı şekilde bizler bir seçim yapalım istedik. Merhum Özal’a bakıyoruz, 263 tane oy almış, Demirel 244 oy almış, Sezer 330 oy almış. Peki Abdullah Gül kardeşim kaç oy almış 357 oy almış. Peki kardeşlerim, az çok aritmetik okuduysak, matematik biliyorsak, herhalde 357, 330’dan büyüktür. Yani 330 oyu alan bu ülkede cumhurbaşkanı oluyor da, Anayasa değişmediği halde, aynı Anayasa ile seçime gittiğimiz halde 357 oy alan niçin cumhurbaşkanı olamıyor? İşte bunun adı demokrasi değil. Bu başka bir şey.”
Başbakan’ın bu konuşmayı bütün seçim dönemi boyunca bazen kelimeleri veya cümleleri değiştirerek ama içeriğe sadık kalarak tekrar edeceği anlaşılıyor.
Süreci herkes biliyor. Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla cumhurbaşkanlığı seçimi yapılamaz oldu ve ülke ‘derhal’ seçime gitti. Seçimden kimsenin şikâyetçi olduğunu sanmıyorum, zaten bugün yapılmasa en geç kasım ayında yapılacaktı, o bakımdan gerçek bir ‘erken’ seçimden söz etmiyoruz aslında. Ama seçime gidilme biçimi ister istemez rejimin üstüne bir gölge düşürdü.
Elbette demokrasi, Başbakan’ın ima ettiği gibi aritmetik üstünlükten ibaret bir rejim değil. Ama öte yandan, bazı durumlarda aritmetik üstünlük ister istemez tayin edici demokrasilerde. Ve herhalde Erdoğan’ın ‘Bunun adı demokrasi değil’ dediği bu çeşit durumlar. Ama Erdoğan’ın ‘Bu başka bir şey’ demesi yetmez, çünkü son dörtbuçuk yıldır oturduğu makam ve sahip olduğu Meclis çoğunluğu onun şikâyet etmesine elvermez.
Bazı şeyleri açıkça konuşmak lazım aslında. Türkiye’nin cumhurbaşkanı seçememesinin altında yatan Anayasa Mahkemesi kararının gerekçesi hâlâ yazılmadığı için mahkemenin 367 koşulunu nasıl bir mantıkla getirdiğini bilemiyoruz ama gerekçede ne yazılıyor olursa olsun, mahkeme o çok konuşulan ‘uzlaşma’ kavramının içini boşaltmış bulunuyor. Çünkü demokrasilerde uzlaşmanın emredildiği veya temenni edildiği durumlarda, uzlaşma bir sonuç almak için emrediliyor veya temenni ediliyordur. Oysa mahkeme, ‘uzlaşma’nın ret oyu bile verilse sadece Meclis Genel Kurulu salonunda bulunuyor olmakla da sağlanabileceği gibi bir karar verdi.
Sanki öyle değilmiş gibi yapılıyor ama aslında olağanüstü şartlarda bir seçime gidiyoruz. Başbakan, bu olağanüstü şartları miting meydanlarında işte yukarıda alıntıladığım gibi ima yollu dile getiriyor.
Ama açıkçası, pek çok etkili çevre, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin seçimden büyük bir üstünlükçe çıkma ihtimalinden rahatsız oluyor. Bu rahatsızlıkların temelinde sadece AKP’den hoşlanmamak yatmıyor, yazının başından beri söz etmeye çalıştığım olağanüstü durum da bu çeşit temennilerde rol oynuyor. Sanılıyor ki, seçimden koalisyon çıkarsa ‘olağanüstü’ şartlar ortadan kalkacak, birden ‘normalleşme’ sağlanacak. (...)
Keşke o ‘olağanüstü şartlar’ 27 Nisan gecesi ortaya çıktığında siyasi partilerimiz demokrasi ortak paydasında buluşup, 22 Temmuz seçimini Türkiye’de demokrasiyi kurumsallaştıracak değişiklikleri yapacak bir ‘Kurucu Meclis’in oluşumu için kullanma kararını verebilselerdi. Ama ne AKP böyle bir arayışa girişti ne de başta CHP olmak üzere muhalefet partileri durumdan siyasi çıkar sağlama şehvetinden kendilerini kurtarabildiler.
Mayıs ve haziran boyunca bir türlü ortaya çıkamayan bu ‘ortak akıl’ın 22 Temmuz’dan sonra ansızın belirmesini beklemek safdillik mi olur?
Radikal, 20 Haziran 2007
|