Yaşar Nuri Öztürk tam sayfa reklam vermiş, iktidara gelince idam cezasını geri getirecekmiş. Çünkü bu ceza, Avrupa’nın dayatmasıyla kaldırılmış...
Eh, bu da, mazotu bir liraya satmanın bir başka türü olsa gerek.
Çünkü hocanın da “namazı üç vakite indirmek” gibi bazı projeleri vardı, bu seçim kampanyasında onlara yer vermemiş, daha başka çözümler sunuyor. Yaşar Nuri Hoca beni de mahkemeye verdi, fakat mahkemeye adam vermek gazeteye reklam vermeye benzemediğinden, hakim davayı reddetti.
Kendisini tarama özürlü alnından öpüp, dev kıyağımı yapıyorum. Hocanın partisinin adı Halkın Yükselişi Partisi’dir, oylarınızı ona veriniz ki halk yükselsin.
Bir yandan da kendi kendime soruyorum: Yahu küçük partiler niçin küçük partilik ederler?
Bırakın koalisyon umudunu, koltuk kapmayı falan... Hiçbir seçimi hiçbir şekilde kazanmasına imkân olmadığını, barajı aşmasının da imkânsıza yakın derecede güç olduğunu bile bile, insan nasıl alay konusu olmayı göze alır? Nasıl, kargaların bile gülmeyeceği saçmalıklar peşinde koşar?
Elbette kimisinin derdi, son anda bir büyük partiye “eklemlenmektir.”(...)
Bu dümen kimi zaman tutar, kimi zaman tutmaz.
Kimisi “seçim ittifakı yapacağız” diye atar tutar, kimse yüz vermeyince de “bizim ittifaka ihtiyacımız mı var canım” ayağına yatar.
Kimisi, bal gibi “iltihakı” yani katılmayı, ittifak diye yutturmaya kalkar.
Kimi liderin derdi de “ben yaşıyorum” diyebilmektir. Yokolmadım, hayattayım, henüz sesim çıkıyor. Beni unutmayınız... Hani, işsiz kalan gazeteci arkadaşların bir süre Internet’te yazıp, kendilerini unutturmamaya çalışmaları gibi... Kimisi için televizyonda görünmek, gazetelerde resminin çıkması, adının geçmesidir önemli olan.
Çünkü birtakım medya soytarıları, yüzde bir oy almış ve alacak adama iktidar adayı muamelesi yaparlar, konuştururlar da konuştururlar, sırf hükümete pislik olsun diye. O da “vay ben neymişim” havasına girer.
Bir de adını sanını kimsenin bilmediği tabela partileri vardır. Bunların kurucuları, başkanları, yöneticileri falan, ötekiler gibi “siyaseten bitmiş” bile değildirler. Başlamamışlardır ki bitebilsinler...
Emekliler kahvesinde maça kızı oynayıp paslanmasınlar, hanım evde temizlik yapacağı zaman kapının önüne koyunca gidebilecek bir yerleri olsun diye mi açarlar o parti merkezlerini acaba? Acaba bu işin bir de “psikopatolojik” boyutu var mıdır? Hani megalomani falan...
Öyle ya, kazanamayacağın kavgaya girmenin akılcı bir yönü olabilir mi? “Bile bile lades” akıllı işi midir?
İstatistik bilimi bize her partinin mutlaka “bir miktar” oy alacağını söylüyor. Hiçbir partinin “sıfır çekmesi” mümkün değildir.
Acaba bu oylar mı hoşlarına gidiyor, bizi de beğenen varmış sevinciyle? Bilmiyorum ki, insan niçin kendi işine gücüne bakmaz da gider parti kurar yahu? Hani ne kadar hoş ve boş da olsa bir “ideolojin” falan bulunsa anlayacağım, o da yok.
Belli bir oy oranını tutturamayınca devletten para da alamıyorsun, cebinden harcıyorsun, Türk Eğitim Vakfı’na ya da Veremle Savaş Derneği’ne bağışta bulunsan daha hayırlı bir iş yapmış olurdun.
Akşam, 14.6.2007
|