Meydanlara bakıyorum.
Atatürk’ün kalpaklı resminin yer aldığı bayraklar... Kalpak Kuvâyı Milliye’nin, yani Kurtuluş Savaşımız sırasında işgalcilere karşı halk direniş kuvvetlerinin simgesi sayılır.
Bugün bile neden hâlâ Atatürk’ün kalpaklı resimleri bayrakların üstünde?..
Türkiye yine işgal altında mı?
Bir yanda vatanseverler... Karşı tarafta düşmanla işbirlikçileri, vatan hainleri... Öyle mi? Bunca yıl sonra bugün yine cephelere mi bölünüyoruz?
Meydanlarda dalgalanan kalpaklı Atatürk resimlerinin yer aldığı bayraklara, haykırılan bazı sloganlara bakınca öyle olduğu anlaşılıyor.
Sanki bir savaşın eşiğindeyiz.
Meydanlarda bir taraftan şenlik havası yaşanıyor; iyi güzel.
Laik cumhuriyete ilişkin duyarlık ve kaygılar ifade ediliyor; iyi güzel.
Demokratik bir hak kullanıyor, barış içinde; iyi güzel.
Ama diğer taraftan, özellikle kürsülere kulak verince, savaş narası gibi nutuklar da, demokrasiyi hiçe sayan söylemler de kulağı tırmalıyor.
Yoksa dün bugün mü?
Bir zamanlar biz de Atatürk’ün kalpaklı resimlerini severdik.
Çıkardığımız devrimci dergilere, yayınladığımız devrimci bildirilere Kurtuluş Savaşı’nın simgesi olarak gördüğümüz Atatürk’ün o kalpaklı resimleri koyardık.
Çünkü biz de İkinci Kurtuluş Savaşı’nı başlatmıştık 1960’ların sonuna doğru.
Biz kim miydik?
Devrimci gençler!
Arka plandaki büyüklerimiz, -ya da organize çekirdek güçler- her daim ‘devrimci gençler’in sırtını sıvazlardı. Bildirilere kalpaklı resimlerin koyulmasını, yeni kurulan örgüt isimlerinde mutlaka ordu sözcüğünün (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu gibi) geçmesini isterlerdi.
Devrimci gençler de meydanları doldurur, slogan atarlardı: “Ordu gençlik el ele, milli cephede!”
Devrimci gençler, devrim adına meydanlarda koşturup eylem koyarken, organize çekirdek kapalı kapılar arkasında darbe planları yapardı.
Deniz Gezmiş de dalgasını geçerdi bizim büyüklerimizle:
Marksist cunta diye...
19 Mayıs’ları severdik. Samsun’dan başlayan İkinci Kurtuluş Savaşı yürüyüşleri, bağımsızlık yürüyüşleri yapardık Ankara’ya, Anıt Kabir’e doğru...
‘Amerikan emperyalizmi’ne karşıydık; NATO’ya karşıydık.
Dergilerimizde ‘azınlık komprodorları’nın maskelerini de indirirdik, adı Mıgırdıç olan, adı Moreno olan, adı Sürenyan olan...
Çünkü biz ‘millici’ydik.
Türkiye işgal altında idi.
İrtica, ‘Nurcu Başbakan Demirel’ eliyle devleti sinsice ele geçiriyordu.
Atatürk’ün kalpaklı resimleri... Meydanlarda tam bağımsız Türkiye sloganlarıyla dalgalanan kalabalıklar... İkinci Kurtuluş Savaşı diye koşturan devrimci gençler...
Ana baba günleriydi.
Kamuoyu şaşkındı.
Özellikle büyük şehirlerde oluşturulan anarşi havasından memnun organize çekirdek ise kapalı kapılar arkasında darbe planlarıyla haşır neşirdi.
‘Organize çekirdek’in liderlerinden birini, kendi bekâr evimde Ankara yakınlarındaki Mürted Hava Üssü’nün Komutanı Korgeneral’le gizliden gizliye buluşturuyor, gözcülük yapıyordum apartman kapısında, takip var mı yok mu diye...
Sonra muhtıra verildi.
12 Mart Muhtırası!
Demirel gitti, asker geldi.
Darağaçları kuruldu.
Deniz Gezmiş’ler idam edildi.
Lorca’nın şiirindeki gibi, “Günleri ve mevsimleri, düşlerimize göre yeniden yaratacağız” derken, bir dipsiz kuyuya yuvarlanmıştık.
Dün bugün olabilir mi?
Sanki yine düşman işgali!
Atatürk’ün kalpaklı resimleri... Atılan sloganlar... Organize çekirdek güç... Bildik isimler... 2003’e giden darbe tertipleri... Bir yandan vatan haini listeleri... Türkiye’yi cepheleştirme, kutuplaştırma çabaları...
Ve 27 Nisan Muhtırası!
Dün bugün mü?
Değil olamaz.
Dünü bugün hâlâ yaşamak isteyenler başarısızlığa mahkumdur. Ve demokrasi tarihidir, bu başarısızlığın bir numaralı tanığı...
Milliyet, 19.5.2007
|