Bir fikir ya da bir düşünce sahibi olmak güzel bir şey. Hele kendi düşüncemizle bazı kararlar almak ise, çok daha güzel. Bu, özgürce davranışta bulunduğumuzun göstergesidir.
Ama sahip olduğumuz fikrimizi ve kanaatimizi ille de başkalarında görmek, görmediğimizde sarsılmak, benimsemediklerinde rahatsız olmak, başka fikirler ileri sürenlerden rahatsız olmak, özetle fikir bahçesinin zenginliğine tahammül etmemek, sahip olduğumuz fikir kırıntılarının tutsağı olmak anlamına gelir. Bu gibi insanlar özgür olduklarını iddia edemezler.
Düşmanımız bile olsa, ileri sürdüğü ya da savunduğu düşünceyi, bizimki ile çatışsa da müsamaha ile değerlendirmemiz gerekir. Kişiler masum olmasa da fikirler her zaman masumdur. Ortaya atılan iddialarla kişilikleri karıştırmak doğru değil. Hatta bizimki onun yanında cılız kalmışsa, kendi iddiamızdan vazgeçmek bize düşer. Biraz daha ileri gidersek, kim olursa olsun muhatabımızı fikrinden dolayı tebrik etmek ise, en büyük erdemdir.
Muhatabımızı tam dinlemeden, ileri sürdüğü fikre cephe almak ve onunla tartışmaya girmek ise, hiç doğru değil. Bu davranışta egonun tatmini söz konusu; asıl amaç hakikate ulaşmak değil. Her tür tartışma, karşımızdakinin direncini artırır. Tartışma sonunda ele geçen yalnızca hayal kırıklığı ve fikri yorgunluktur. Bu gibi cepheleşmeler bize her zaman “keşke” dedirtir.
Her fikrin kendine göre dayandığı delilleri var. Çoğunluk da deliller karşısında boynu kıldan incedir. Çatışma içine girmeden savunulan her düşünce kabul görür. Yeter ki muhatabımızı itham eder pozisyonuna düşmeyelim. Egoların zirvede olduğu bir çağdayız. Yine erdem, egoları deşmekten kaçınmaktır.
Asr-ı Saadet’te, bir Cemel vak’ası yaşanmıştı. Orada Hz. Ali ve Hz. Aişe karşılıklı cephelerde başta olmak üzere ileri gelen sahabeler vardı; aralarındaki tartışma bir içtihadî meseleden kaynaklansa da, yine de kan dökülme aşamasına geldi. Hz. Ali, muhalif görüşün ateşli savunuculardan olan büyük sahabe Zübeyr bin Avvam’a rastlar. Ona, “Hatırlar mısın, bir gün Resûlullah’la birlikte gidiyorduk. Sana rastladık. Resûlullah sana, ‘Sen bir gün Ali ile haksız yere savaşacaksın’ demişti” diye uyarıda bulunur. Hz. Zübeyr bunu hatırlar ve yemin ederek Hz. Ali ile savaşmayacağına karar verir. Aldığı kararı da Hz. Aişe’ye bildirir. Çekilip gider; ama peşini takip eden başka biri onu şehit eder.
Fikir sahibi olmak böyle olur. Yoksa fikir sahiplerinin hata yapmamak gibi bir özellikleri olamaz. Önemli olan, hatanın anlaşıldığı noktada durmak, bir durum değerlendirmesi yaparak geri adım atmak, ilerisi tehlike ise direnmekten vazgeçmek ve gerektiğinde muhataptan özür dilemek. Bu davranış, insana düşman değil dost kazandırır ve üstelik muhtemel vicdan azaplarından kurtarır.
Hiç kimse bir başkasının düşüncesini paylaşmak zorunda değildir. Başkasını düşüncemize zorlama gibi bir lüksümüz de yoktur. Hele düşüncesinden ya da tutumundan ötürü düşmanlık etmek ise, en azından başkasının hakkına tecavüzdür. Bunun ise özgürlükle asla bir ilişkisi olamaz.
Rahatlık, özgür düşüncelerin sonuna kadar savunularak yaşanmasındadır. “Keşke” dememek için fikirlere ve muhataplarımıza saygılı olalım. Fikirlerin muhataplara benimsetilmesi gibi bir amaç güdülüyorsa, sanırım yolu da budur.
Savunduğumuz fikrimiz doğru çıkmazsa, daha iyi ya; o takdirde bir yanlıştan kurtulmuş ve bir doğruyu kazanmış oluruz.
|