Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 06 Mayıs 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

AB’ye bundan mı karşılar?

Türkiye askeri vesayet ile gerçek bir demokrasi açmazında kalıverdi. Toplum ‘yaşam biçimini’ önemseyen cumhuriyetçiler ile ‘ötekinin’ hak ve hukukunu savunan demokratlar arasında bunalmakta...

Bu gerginlik gözlerin dış dünyaya çevrilmesine de sebep oldu.. Bu ayrışmaya dünya ne diyor?

ABD, dünya için olduğu kadar Türkiye için de önemli.. Hatta belki Türkiye için belirleyici..

Son zamanlarda ABD yönetimi ile Türkiye arasında pürüzler var..

En ciddi sorun da Irak ve özellikle Kuzey Irak.

Hükümet açısından da konu pürüzlü.. Askeri otorite açısından da..

Hatta Büyükanıt’ın son basın toplantısı ardından araya eski başkan Clinton’un katılmasına bile neden olan bir polemik yaşandı.. Askeriyenin Kuzey Irak’a girmesine ABD kesinkes karşı.. Askeriye ise bunu güvenlik açısından yararlı görüyor.

***

Askeriye ile hükümet de Irak ve Kuzey Irak konusunda fikir birliği içinde sayılmaz.

Askeriye Kuzey Irak otoriteleriyle görüşmeye köklü bir biçimde muhalif... Hükümet ise konuyu böylesine kestirip atmıyor.

O noktada yakın bir geçmişte kamuoyunun gözleri önünde demokratik bir ülkede olmayacak bir tartışma izledik..

***

ABD’nin askeri muhtıra ertesinde konuya yaklaşımı çok sert bulunmadı.

Ama önce son ABD açıklamasını bir kez daha hatırlayalım.

ABD Dışişleri Bakanlığı sözcülerinden Tom Casey, ‘Türkiye’de demokratik düzeni desteklediğimiz çok açık. Türkiye’de anayasa ve seçim sandığının işlediğini görmek istiyoruz. ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice ve diğer yetkililer de bunu açıkça ifade etti. Elbette ordu veya başka birinin anayasal sürece müdahale etmesini veya anayasa üstü bir şey yaptığını görmek istemiyoruz’ dedi.

***

ABD’nin yukardaki gibi net açıklamalarına rağmen..

Irak ve Kuzey Irak ile ilgili gelişmeleri de gündeminin ilk sırasında tutmakta.. Muhtemelen de Türkiye’deki gelişmelere tavır koyarken de kendi açısından çok önemsediği Irak konusuna yaklaşımları da yakından takip etmekte.

Pratik ve pragmatik bir ülke olan ABD’yi, Türkiye’nin Irak’a yaklaşımının çok meşgul ettiğini ve duruşunu buna göre belirlediğini ya da değiştirdiğini söylemek mümkün.

Ama gene de ABD’nin darbeye karşı durmadığını söylemek çok da kolay değil..

Yukardaki son resmi açıklama da bunu belgelemekte..

***

Ama AB çok daha net ve kararlı.

Onlar AB standartlarında bir demokrasiyi Türkiye’de görmek istiyorlar.

Sisteme askeri bir müdahaleyi asla kabul etmiyorlar.

Demokrasiden yana taraflar.

Bu konuda da ısrarlılar.

Nitekim, son olarak AB’nin Türkiye’deki büyükelçileri önceki gün olağanüstü toplanarak, durum değerlendirmesi yaptı.

Büyükelçilerin çoğu, başta Genelkurmay Başkanlığı’nın açıklaması olmak üzere yaşanan gelişmelerden endişe duyduklarını ve Türkiye’de bazı risklerin hala devam ettiğini belirtti.

Büyükelçiler, Türkiye’deki demokratik güçlerin desteklenmesi gerektiği konusunda fikir birliğine vardı.

***

AB’nin önemi..

Günlük yaşamın kalite kazanması yanında..

Son haftada yaşadığımız türden olaylarla demokrasiye bıçak çekildiğinde de ortaya çıkıyor.

AB kesinkes demokrasi dostu.

Son bir haftadaki gelişmeler de bunu bir kez daha gösterdi..

***

Diyorum ki..

Türkiye’deki bazılarının topluma sistematik bir biçimde yaymaya çalıştıkları AB düşmanlığının altında bu özellik mi yatıyor?

AB’nin evrensel bir demokrasiden yana taviz vermeyen duruşu.

Bunu biraz daha ve serinkanlı düşünmek de yarar var..

Herkes için yarar var ama siyasal iktidar için biraz daha fazla yarar var.

Star, 5.5.2007

Mehmet ALTAN

06.05.2007


 

Nümayişlerden çıkarılacak ceviz

Keşke ben de Kemalist Dininin bir mensubu olsaydım. Her daim vesayet altında bir çocuk gibi yaşasaydım.

O zaman Anıtkabir’in mermerlerine başımı dayar, bi yandan mermerleri öperken iki yandan ‘Çok yalnızım Atam!’ derdim.

Mozoleden ses gelirdi: “Yalnız değilsin! Kendini benim vekilim telakki eden Büyükanıt paşan, kendini benim partimin başı kabul eden Baykal amcan, senin gibi hissseden yüz binlerce demokrasi özürlü kardeşin var.”

Bu cevap üstüne ben de hemen deseni ay yıldızdan oluşan dekolte/streç bir tişört edinir, bayrak temalı kepim, ‘de’ ve ‘da’ların ille de ayrı yazılamadığı pankartlarımla Çağlayan’a akardım. Orda Alara Uzan’ı alkışlayan mitingçilerimle bütünleşir “Yoksa bu milletin müstehak olduğu lider Cem Uzan mıdır? Konuşurken dişleri uzuyor Kırmızı Başlıklı Kız’daki kurt gibi: ne güzel!”

diye düşünerek evime dönerdim.

Pazartesi sabahı, evimin en yakınındaki pastanede 2 mitingçi hanımefendi beni tanıdılar ve allem edip kallem edip bir gün önce katıldıkları Çağlayan mitingine sözü getirdiler. Ben 1 şeyler söyledim: Makûl ve mazbut şeyler. Yalnızca yazılarımda aşırı olabiliyorum.

Esas Hayat’ta çok korkuyorum insanlardan. Onların görüşlerinden.

Hanımefendilerden biri korkumu haklı çıkardı: “Haklısınız, Perihan hanım da; bizim milletimiz eğitimsiz bir millet. Gelsin, Askeriye yönetsin bizi,” dedi.

GELSİN ASKERİYE YÖNETSİN BİZİ! O nümayişlerden çıkarılacak ‘ceviz’ budur!

Deniz Baykal “Anayasa Mahkemesi yürütmeyi durdurma ve iptal kararı almazsa, Türkiye tehlikeli bir kriz ve çatışma ortamına sürüklenecektir” dedi. Diyebildi! (Anayasa Mahkemesi de onu, ‘düş kırıklığına’ uğratmadı varolsun.)

Şimdi Türk Ceza Kanunu’nda 288 numerolu bir madde var: “Yargıyı etkilemeye teşebbüs” diye.

Ben bu maddelere karşıyım: Lastik gibi çekilebilen, son kertede düşünce ve ifade özgürlüğünü ketleyen maddeler bunlar.

Geçen sene davası 8 yıldır devam etmekte olan Pınar Selek’le ilgili yazım nedeniyle 288’den yargılandım. Beraat ettim ve Cemil Çiçek’e kalırsa, bu bana yetmeli.

Oysa benim ne kadar teşebbüs edersem edeyim, Pınar Selek davasında ya da herhangi bir davada yargıyı etkilemem söz konusu değil.

Ancak ‘ana muhalefet’ partisi lideri olan ve Kopenhag Kriterleri yerine Kanadoğlu Kriterleri’ne uyumlu yaşamamız gerektiğini yerinde tespitiyle 367 ‘engelini’ yaratıklandırmış bulunan Deniz Baykal’ın yankı yankı yankılanacak bu sözlerinin yargıyı etkilemesi söz konusuydu.

Ben şimdi Baykal’ın neden (benim gibi) 288’den yargılanmadığını merak ediyorum. Ancak cuma günkü yazısında Murat Belge’nin belirttiği gibi: “Yalnızca o ceza kanununun görünmez mürekkeple yazılmış, onun için de bizim göremediğimiz bir fıkrası daha olmalı. ‘Bu maddeden yalnızca etkilemeyi başaramayanlar yargılanır. Başarıyla etkileyenler konusunda hiçbir şey yapılmaz.’”

Aynen öyle! Diyelim yargıyı NE DENLİ etkileyebileceği hususunu tartışmaya açamayacağımız Büyükanıt, Şemdinli Davası üstüne öyle laflar etti, öylesine Etki Heyelânı yaratabilecek denli taraflı görüşlerini bizlerden ve Yargıçlarımız’dan esirgemedi ki, Büyükanıt neden yargılanmaz 288’den de, ben yargılanırım- Soru işareti.

BİR TEK Diyarbakır Barosu suç duyurusunda bulundu Sn. Büyükanıt’la ilgili yargıyı etkilemeye teşebbüs etmekten. Bunlar da ‘fantezi’ girişimlerdir pek tabii ki. Zira bırakın yargıyı etkiledi/etkilemedi tarzı çocuksu serzenişlerimizi geçen cuma gecesi on biri geçe internet sitesinden e-postallama yöntemiyle ‘aklımızı başımıza getirmiş bulunan’ Yüce Askeriyemiz, nasıl bitiriyor e-muhtırasını?

“Ne mutlu Türküm diyene!” diye de değil. “Ne mutlu Türküm diyene demeyeni oyarım haaa!” diye nerdeyse, bitiriyor.

Anayasa’nın bağımsızlığıyla ilgili 138. maddeden de yargılamayacağız Büyükanıt Paşa’yı yani, 288. maddeden de. Ayarımız yapıldı: Kopenhag Kriterleri’ne tebelleş olmanın bize kaç üniforma büyük geldiğini gördük.

Şimdi saadetten yeni parlatılmış Reşat altını gibi (Cumhuriyet altını mı demeliyim?) parlayan Deniz Baykal’ın nasıl bir demokrasi tıkacı ve manipülasyon şehzadesi olduğunu her akşam ana haberlerde izlemek ve ömrümde gördüğüm en karizma yoksunu kişilerden olan Zeki Sezer’le ‘birleşip’ birleşemeyeceklerini izlemek kaldı geriye.

Bu müthiş ‘sol’ partiler birleşsin de Tandoğan/Çağlayan mitinglerine katılan ‘Akacak bir mecra bulduk Atam’ isimli kalabalık demokratik tepkilerini sandıkta dillendirsinler; değil mi efendim?

“Yazlıkta değil, sandıkta!”

Artık ‘367 Kuralı’ sayesinde Meclis’ten cumhurbaşkanı çıkarma olanağımızı sonsuza dek (Türk Sonsuzu: şu sıralarda, demek oluyor) kaybettiğimize göre ve bu Baykal, bu Erdoğan parti içi demokrasiyi pek tabii ki inşa etmeyeceğine, yüzde onluk baraj pek tabii ki kaldırılmayacağına göre- 22 Temmuz’daki seçimden nur topu gibi oylarını arttırmış bir AKP çıkar; e o zaman da internetten muhtıralanmakla kalmayız. Kadiri Mutlak Askeriyemiz’in ‘ge’ planı devreye girer. Zira verdikleri ‘işaret’ doğrultusunda hareket edebilecek ‘seviyede’ değil madem milletimiz.

“Buyrun Paşam: açık açık idare ediniz!” Erman Toroğlu.

Radikal, 5.5.2007

Perihan MAĞDEN

06.05.2007


 

Batı’daki yeni tartışma: Demokrasi için tehdit kim?

Tandoğan ve Çağlayan’daki mitinglerden dünyaya yansıyan fotoğraflar karşısında etkilenmemek mümkün değildi. Yüz binlerle ifade edilen kitleler, laikliğin ve hayat tarzlarının tehdit altında olduğunu haykırıyordu. Cumhurbaşkanlığını da ‘ele geçirirse’ AK Parti’nin topluma İslam’ı empoze edeceğini öne sürüyorlardı.

Ellerinde Türk bayrağı ve Atatürk portresi taşıyan, çoğunluğunu kadınların oluşturduğu bu romantik tablodan Batılı herhangi bir insanın etkilenmemesi zordu. Nitekim öyle de oldu. Mitingin fotoğrafları gazetelerin ilk sayfalarını süsledi. Türkiye’nin geleceği hakkında bir alarmdı bu. Türkiye, Batı’dan ve demokrasiden uzaklaşıp Ortadoğu’ya kayacaktı. Bu gidişi önlemek için ne yapılsa yerindeydi.

Genelkurmay sitesine 27 Nisan gece yarısı konulan bildiri de bu psikolojik atmosfer içinde algılanacaktı. Toplum, laiklik ve demokrasinin tehdit altında olduğunu söylüyor; kendini bu değerlerin koruyucusu gören asker de hükümete ‘muhtıra’ veriyordu. Konuyla ilgili dünyada çıkan haber ve fotoğraflar, ilk günlerde derinliğine inmeden bu havayı yansıtıyordu. Bu haberlerde, kalabalıkları meydanlara taşıyan ‘sivil’ toplum kuruluşlarının ve ‘demokratik’ önderlerin Türkiye’nin son yıllarda verdiği demokrasi mücadelesinde hangi safta yer aldığına dikkat çekilmiyordu. Miting meydanlarında atılan sloganların ne kadar anti-demokratik içerik taşıdığı ve bu kişilerin sadece kendileri için demokrasi istedikleri gözden kaçmıştı. Bu görüşlerin partileşerek seçimlere girdiği ve halktan yüzde 1 oranında bile destek alamadığı da unutulmuştu.

Bu romantik tablodan etkilenmemek için, Türkiye’deki değişimi çok iyi takip etmek ve aktörlerin sözleri ile eylemleri arasındaki farkı ayırt edecek kadar yakından tanımak şarttı. Tabii, bir de art niyetli olmamak ve kesimlerden herhangi biriyle angajman içinde olmamak gerekiyordu.

Bu havanın oluşturulduğu ilk günden itibaren Avrupa ile gelişen ilişkilerin faydası ortaya çıktı. Çünkü her yıl siyasetten ekonomiye Türkiye’nin röntgenini çeken raporlar hazırlayan AB kurumları, artık Türkiye’de kimin kim olduğunu çok iyi biliyordu. Süreç içinde yakından takip ettikleri için mesela şimdi demokrasi sloganları atan örgüt ve şahısların gerçekte ne kadar özgürlük karşıtı; demokrasi karşıtı diye itham edilen hükümetin ise bu konuda ne kadar gayretli olduğunu biliyorlardı.

Türk toplumu ve siyasetiyle yakın temasları sayesinde, onlar, Kemal Kerinçsiz veya Şener Eruygur’un da katıldığı bir mitingin ne anlama geldiğini kolaylıkla çözüyorlardı. Yine bu ilişkiler sayesinde, mesela Avrupa Parlamentosu üyesi Cem Özdemir, CHP’nin ne sosyal ne de demokrat bir parti olduğunu görüyor ve hatta bu partinin Sosyalist Enternasyonal’den çıkıp faşist partiler grubuna girmesini öneriyordu. Tecrübeli bir başka Avrupalı siyasetçi Graham Watson, sorunun din değil, demokrasi sorunu olduğunu söylüyordu.

Bana göre, Avrupa’nın görünüşe aldanmayan ve ağırlığını demokrasiden yana koyan bu net tavrı, gece yarısı bildirisinin ardından açık tavır almakta bocalayan Amerika’yı da etkiledi. Askerin siyasete açık müdahalesi karşısında zamanla Washington da Avrupa’nın çizgisine geldi. Türkiye’de samimi olarak demokrasiden taraf olanlar için, AB süreci dolayısıyla yaşanan bu yakınlaşma çok önemli bir avantaj. Bu ilişkiler tam bir sigorta mıdır bilemiyorum. Ancak bu köklü münasebetler kurulmamış olsa, Türkiye’de “demokrasi adına demokratlara dayak atmak” geçmişte olduğu gibi yine çok kolay olacaktı.

Zaman, 5.5.2007

Abdülhamit BİLİCİ

06.05.2007


 

Yine içe kapandık

İlke gündeminin değişmesi eğer öncelikli konuları geri plana atıyorsa tehlikelidir. Zira zihni faaliyetleri öncelikli meselelere teksif etmek, lehte ve aleyhte gelişmeleri tesbit edip ona göre tavır belirlemek gerekirken, gündemin değişmesiyle, bu meselelere harcanacak enerjinin toprağa verilme riski doğmuştur demektir.

Şimdi, son birkaç günü esas alarak bir değerlendirme yapalım.

Dünyanın birinci gündemi Mısır’ın Şarm eş-Şeyh tatil beldesinde başlayan Irak konferansı.

İkinci gündemi, İsrail’de yaşanan hükümet krizi. Lübnan’a saldırırken Hizbullah’ın gücünü iyi hesap edemeyen ve ülkeyi kapsamlı bir plan yapmadan savaşa sürüklemekle suçlanan Olmert’in başı dertte, istifası isteniyor. Yapılan kamuoyu yoklamalarında Olmert’in yerine Netanyahu’nun adı ön plana çıkıyor. Bu gelişmenin bölgeyi yakından ilgilendirdiğini izah etmeye gerek yok sanırım.

Üçüncü gündem, Türkiye’deki siyasi kriz, e-muhtıra ve erken seçim merkezli gelişmeler.

Ve dördüncü gündem, Fransa’da cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turunda yarışacak olan Halk Hareketi Birliği (UMP) lideri Nicolas Sarkozy ve Sosyalist Parti adayı Segolene Royal arasında geçen canlı yayındaki münazara ve özellikle de bu kapışmanın hararetli konusu Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyeliği..

Dünyanın genel ve öncelikli gündemi bunlarla şekillenirken Türkiye’nin gündemine bir bakalım.

Oligarşik sistemin TBMM’de halkın iradesinin tecelli etmesinin önüne takoz koymasından sonra yegâne gündem, ister istemez, kaçınılmaz hâle gelen erken seçime ve buna bağlı meselelere kilitlendi.

Böylece Türkiye, son yıllardaki çok yönlü aktif dış politikasının gereklerine değil, sığ bir iç çekişmeye zorlandı. Kendisini birinci dereceden ilgilendiren dünya gündemine gerekli ilgiyi ve terkizi göstermesi bu kriz zemininde mümkün gözükmemektedir. Hele hele krizin merkezine Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ü yerleştirdikten sonra.

Ama bundan sözde ulusalcı, vatan millet edebiyatı yapan ve krizlerden beslenmeyi maharet edinmiş gürûha ne? Onlar, Türkiye’yi içe kapatarak milli çıkarlarını koruyacakları hayâllerini kuradursunlar. Biz yine Irak’a dönelim.

Amerika, artık kendi başına Irak’ta güvenliği, istikrarı sağlayamayacağını Şarm eş-Şeyh’e Irak’ın komşuları başta olmak üzere 60 ülke temsilcisini toplayarak göstermiştir.

ABD, sadece Nisan ayında 100 askerini kaybetmiştir. 2006 yılındaki saldırılar ve buna bağlı olarak can ve mal kaybı 2005’e göre yüzde 25 artmış bulunmakta. Kayıpların 2007 yılında ise 2006’ya göre çok daha kötü olduğu gizlenmiyor.

Irak fiilen bölgelere bölünmüş durumda. Kitle tehcirleri sözkonusu. Sosyal doku uzun yıllar sürebilecek rehabilitasyon çalışmalarına muhtaç. Ve Türkiye Irak’taki Kürt realitesinden son derece rahatsız.

Bu zeminde, buraya katılan her ülkenin kendi çıkarlarını korumak ve kendi perspektifinden yeni açılımlar sağlamak çabasında olması tabi” ki doğal. Ama doğal olmayan Türkiye’nin içine sürüklendiği iç kriz.

Bu konferansta, Irak Ortak Vizyon Girişimi oybirliğiyle onaylandı. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-moon da, toplantıya katılan ülkelerin Irak’ın dış borçlarının 30 milyar dolarını silme sözü verdiklerini açıkladı. Borç silmeye taahhüt eden ülkeler bunu sadaka olsun diye de yapmıyorlar elbet.

Kimileri Şiilere, kimileri Sünnilere, kimileri de Kürtlere oynuyor. Ama bu siyaset her geçen gün bu kesimler arasındaki ayrışmayı daha da pekiştiriyor. Bölgenin birliğe ve sağduyuya ihtiyacı var.

Hâlihazırdaki krize kadar hükümet de buna vurgu yapıyordu. Kürt-Türk, Şii-Sünni kardeşliğine davet ediyordu. Ama gel gör ki, bizim e-muhtıramız buna da balta vurdu.

Bildirinin bir yerinde aynen şöyle deniyor: “‘Ne mutlu Türküm diyene!’ anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır.”

Bölgenin içinde bulunduğu realiteyi kabul edip, tarih tecrübemizin ışığında kardeşçe diyalog geliştirmemiz gerekirken, birilerinin Kürt halkına kurduğu tuzağa dolaylı olsa da yardım ediyoruz. Kürtler İslâm” kimliklerinden tecrit edilmek, bölgenin Müslüman halklarından yalıtılmak isteniyor. “Ne mutlu Türküm diyene!” sloganı bu çabalara dayanak olarak kullanılacak.

Kullanılmaya başladı bile diyebiliriz. Almanya Federal Meclisi’ndeki sol partili milletvekilleri, e-muhtıranın Türkiye’de yaşayan Kürt nüfusunu düşman ilan ettiğini iddia eden bir bildiri yayımlamakta gecikmedi. Ve bu bildiriye Alman Parlamentosu, Avrupa Parlamentosu ve Berlin Senatosu’ndan Türk ve Alman milletvekilleri imzalarını koydular. İyi mi oldu şimdi?

AK Parti’yi zayıflatacağım diye Türkiye’nin elini güçsüzleştirmek, Kürt halkını provokasyonlara açık tutmak kimin çıkarına?

Gelişmeler yine içe kapanabileceğimiz tehlikesini gösteriyor. Umarız böyle devam etmez. Zira şu âna kadarki kazanımlara yazık olur.

Vakit, 5.5.2007

Serdar DEMİREL

06.05.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004