Anayasa Mahkemesi, Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk iki turu için toplantı yeter sayısı için 367 şartını arayan bir “içtihat hükmü” vererek, 27 Nisan günkü oylamaya ilişkin “yürütmeyi durdurma” kararı aldı. Yani, CHP’nin başvurusunu kabul etti.
Bir önceki yazımızda, Bundan sonrasını en azından, “en kısa vade” açısından kestirebilmek çok zor değil; bugün ya da yarın TBMM Cumhurbaşkanlığı ikinci tur oylamasından önce, Anayasa Mahkemesi kararı açıklanmış olacak ve bu karar, CHP’nin başvurusuyla aynı doğrultuda ‘367 şartı’nın doğru olduğunu bildirecek” diye yazmıştık.
Nitekim, böyle çıktı.
Bu kararın, aslına bakarsanız, Ak Parti dahil, tüm siyasi partileri rahatlattığına kuşku yok; çünkü “siyasi kriz”, hem de ağır bir siyasi kriz içindeyiz ve bundan çıkış yolu için üzerinde hemen herkesin ittifak ettiği husus, “erken seçim” olduğu için, “erken seçim” kapıları açılmıştır.
Böyle bir “içtihat”ın, Türkiye’nin önünde bir dizi “anayasal hukuk sorunu” üreteceği anlaşılıyor ama bizim üzerinde duracağımız işin bu bölümü değil.
Burada “hukuk yorumu” yapmıyoruz; bu iş hukukçulara ait. “Siyasi yorum” yapıyoruz. Konusuna göre de, “pozisyon” alıyoruz.
Gelip dayandığımız noktanın “siyasi tahlili”, Anayasa Mahkemesi kararının ne olacağından bağımsız bir “siyasi kriz” hali. Anayasa Mahkemesi, hangi şekilde karar vermiş olsaydı, bu, ancak, “siyasi kriz”in bundan sonra nasıl ve hangi yönde yol alacağını etkileyecekti. Çünkü, “siyasi kriz durumu” içine bir süredir zaten girmiş bulunuyoruz.
Bunun “miladı”nın ne olduğu herkesin “siyasi tercihi”ne göre değişiyor. Ama, bir “siyasi kriz”e girmiş olduğumuz, bir olgu. Tercihlerden bağımsız, bir objektif durum.
Aslında, bundan da ağır bir durum söz konusu. “Demokratik rejim tehlikede”! Demokratik rejim tehlikede, çünkü 27 Nisan gecesinden beri, zaten ortaya çıkmış bulunan “siyasi kriz”e bir de “askeri müdahale” eklendi ve eklenerek “siyasi kriz”in boyutlarını genişletti ve kriz halini derinleştirdi.
Türkiye’nin demokrasisinin sayısız eksikleri ve kusurları olduğu tartışma götürmez. Ama, bu asla mükemmel olmayan rejim, tüm eksikliklerine rağmen bir “demokratik rejim”dir ve bir “askeri müdahale” karşısında kalmaktan öteye, böyle bir rejim için hiçbir “acil tehlike” olamaz.
“Askeri müdahale”den kaynaklanan sorun, bunun hükümete ya da seçimle iş başına gelmiş olan Ak Parti iktidarına yönelmiş olması değildir. Bundan ötededir. Bu müdahale, bizim “demokratik varoluşumuz”a yöneliktir. Bizim, mevcut hukuk sistemi içinde Ak Parti iktidarına karşı mücadele ve iktidar değiştirme hakkımıza tecavüz niteliğindedir.
Ak Parti’ye bizim gibilerin karşı pozisyon alması için çok neden var. Örneğin, “demokratik reformları” bir yılı aşkın süredir savsaklamalarını, TCK’nın, Türkiye’yi oksijensiz bırakan ve bir “demokratik rejim”in temelini oluşturan “ifade özgürlüğü”nü boğan 301. maddesini korumaktaki tavrını, yüzde 10 seçim barajında ısrar ederek, toplumun TBMM’deki adaletli temsilinin önüne dikilmesini, devletteki kadrolaşma tavrını, cemaatçi davranışlarını vs. vs. hiçbir vakit benimsemedik. Bütün bunlara karşıyız. Ama, Ak Parti’ye karşı muhalefeti, “süngü gölgesi”nde yürütemeyiz. O zaman, “demokratik zemin” üzerinde hareket ediyor olamayız. Silahlı Kuvvetler’in “sivil öncü birlikleri” olmaktan başka bir özelliğimiz kalmaz. Öyle bir rejimin adı da demokrasi olmaz.
27 Nisan ve Anayasa Mahkemesi’nin dünkü kararından sonra, “bir numaralı önceliğimiz”in “demokratik rejimi ayakta tutmak” olduğunda toplumsal mutabakata varmalıyız. Bu nedenle, gelinen noktada, Abdullah Gül’ün adaylığı üzerinde ısrarla Cumhurbaşkanlığı turlarını zorlamaktan ziyade, “seçim”in sunacağı “ülke dengesi tablosu” üzerinden, tartışma zeminini ortadan kaldıracak, en azından bugüne oranla daraltacak bir Cumhurbaşkanı seçimine ulaşmak doğru olacaktır.
Zamanın darlığını göz önüne alırsak, burada, en büyük sorumluluk, hükümet partisine, TBMM’de önemli çoğunluğa sahip Ak Parti’ye düşüyor. Mümkün olduğu kadar esneklik göstererek, kendi bünyesi içinde “geniş toplumsal kesimleri” yansıtan bir “demokratik ittifak” haline bürünerek, seçimlere ilerlemesi gerekiyor.
Aksi halde, bugün içine girdiğimiz “derin siyasi kriz”i, üç-beş ay sonra tekrarlamaktan öteye, demokratik rejim üzerinde bugünkü tehdidin devamını sağlamaktan, demokrasiyi aşırı kırılganlıktan kurtarmış olamayız.
Referans, 2.5.2007
|